Fabrikasyon Romanlarla Aydınlanma Hülyası
Popüler kültürün Kemalist romancılarından Ayşe Kulin’i bu dönem derin bir stres sarmış ve depresyona doğru sürüklüyor adeta. Dindar bir ailede büyüyen bir insan olarak siyasal ve toplumsal alanda yaşananları müthiş bir moral çöküntüsüyle takip etmenin sancısıyla, içinde biriken öfkeyi Zaman’dan Ali Pektaş’a döküvermiş. Kulin’in ne denli kontrolsüz bir öfke patlaması yaşadığını anlamak için somut bir veriye dayanmaksızın ve hiçbir ayrım gözetmeden kurduğu şu korkunç cümleye bakmak yeter de artar bile: “Din adına konuşan insanlarda ahlâk sıfır”.
Konuştuklarına bakılırsa bütün seküler kaygılarını bir kenara bırakan Kulin, asıl olarak dine verilen zarara odaklanıyor. Tesadüf bu yana baskıcı bir rejime başkaldıran insanların hikâyesini anlattığı yeni kitabında neredeyse AK Parti’ye tıpatıp benzeyen bir iktidar varmış. Aksiliğe bakın ki Kulin’in tasvir ettiği ülkedeki baskıcı rejim de kadınlardan çok çocuk doğurmasını istiyormuş. Gaflet ve dalalet içindeki bu rejim ne kadar çok çocuk olursa o kadar büyürüz sanıyormuş. Fakat bir türlü bu çocukları besleyip eğitmenin lazım geldiğini bilemiyormuş. Oysa sonrasında büyük işsizler ordusu çıkıveriyormuş ortaya.
Müsamere Tadında Söyleşi Modası
Kulin’in romanındaki ana kahraman Prof. Yuna Otiz, araştırma kurulunda çalışan bir mucit. Kulin’in Pektaş’a özetlediğine göre Yuna kendini araştırmaya adadığı için politikaya ilgisizmiş. Statüsü, maaşı iyi olduğu için de olan bitenleri hiç sorgulamıyormuş. Ama arkadaşı Kutkar’ın kaybolmasıyla uyanıyor ve Tamur’u tanımasıyla da hepten bilinçleniyormuş. Meğer büyük romancımız Ayşe Kulin Hanım’ın kendi beyanına göre burada masallara gönderme yapılıyormuş. Yani beyaz atlı prensin prensesi öpüp uyandırması gibi Tamur ile Yuna arasındaki aşkın başlaması da Yuna’nın uyanmasına vesile oluyormuş.
Abartısız aktarıyorum seviye ve mantık aynen böyle, yerlerde sürünüyor. Bu kadar pespaye, okuyucuyu bu kadar keriz yerine koymaya kalkışan bir söyleşi yapmak öyle her romancıya ve gazeteciye nasip olmaz sanırım. Son derece basit bir müsamere tadında akıp giden bu söyleşiye konu olan ‘yeni roman’ın niteliğini varın siz tahayyül edin. Ama özeti bizzat yazarı tarafından geçilen bu ‘roman’ın edebiyatla, sanatla, toplumsal gerçekle bir alakası filan yok. Çünkü hem yazarının hem de onu gazetesine misafir eden söyleşi sahibinin niyeti gayet stratejik.
Ortak düşmana karşı dayanışma ruhuyla tebellür eden söyleşide Kulin, AK Parti’yi tanımlarken “muhafazakâr” değil “dindar” kimliğine vurgu yaparken “Güzel dinimizi kirletiyorlar.” tarzı bir ıstırapla yanıp tutuşuyor. Şu iki cümleye bakalım mesela: “Çok büyük ve korkunç bir zarar verdiler dindarlığa. Dindarlıkla yan yana gelmeyecek kelimeler yan yana geldi maalesef.”. Ama meseleyi getireceği yer besbelli tabii ki: “Ben 74 yaşındayım. İlk defa bu kadar kutuplaşmış bir toplum görüyorum.”.
Klasik pozitivist söylemin gücünü yitirdiği dönemlere özgü vicdan tiratları atıp muhasebe çağrısı şu şekilde sırıtıyor hemen önümüzde:
Aslında ne dinimiz böyleydi ne dindarımız. Ne toplumuz böyle kutuplaşmıştı ne de siyasetimiz böyle ayrışmıştı, değil mi? Türkiye’mizde mutlu ve umutlu toplumumuzun bir arada yaşama kültürünü ne yazık ki yine siyasal İslamcılar yok ettiler.
Kemalist devletimizin temellerini sarsıp, Atatürkçü toplumumuzun bilimsel temelde aydınlanıp ilerleme utkularını kursaklarında bıraktı şu mürteciler. Romanlarımıza, romancılarımıza bile ümitsizlik gölgesi düşürdüler. Duygu ve düşüncesiyle, temelleri ve hedefleriyle bir ve birlik olan Türk ulusunun varlığına kast eden bu kutuplaşmaya dur diyecek vatan evlatlarına muhtacız. vs. vs. ...
“İslâm’ın en ulvi tarafları bana çocukken öğretildi.” iddiasındaki Kulin, şöyle bir vaazunasihatte bulunuyor Zaman gazetesi aracılığıyla: “Müslüman ahlâklıdır, merhametlidir, temizdir. Kibir korkunç bir şeydir. Ben bu değerlerle büyüdüm.”. Ahlaklı, merhametli ve temiz ama asla kibirli değil. Söylem doğru lâkin Kulin’in bu söyledikleriyle ne kadar alakası var acaba?
Zaman adına söyleşiyi yapan muhabir hakikatin peşinde değil de AK Parti’yi itibarsızlaştırmanın, yıpratmanın fırsatçılığıyla pusuya yattığı için tutarlılık konusunu hiç dert edinmiyor. O ve kurumu “tekeden süt çıkarmak” gibi zorlu bir işe soyunmuş. Müslüman topluma pislik isnat eden bir müfteriye şu tarz bir soruyu soramıyor: “Pardon, ahlak mı dediniz? Geçtik başka kitaplarınızı, ahlaksızlığın, çirkinliğin, tiksinti uyandırmanın zirve yaptığı Bora’nın Kitabı’ndaki ahlaktan mı bahsediyorsunuz siz? Bunamaya yüz tutmuş, yüzü kabre dönmüş biri olarak günahlarınızdan tevbe edeceğinize hala kibir ve gururla âleme nizamat vermeye kalkışıyorsunuz ha! Hiç mi utanmanız yok, insan haysiyetine zerre miktarı olsun saygınız yok mu sizin?!” Böyle bir soru hayal elbette. Sebebi de belli. Soran da cevaplayan da geniş bir Müslüman çevreye nefret ortak paydasında söyleşi yapmaya endekslenmiş çünkü.
Çişini Yapar Ama İçine Tükürmez
Ama ne mutlu bize ki Ayşe Kulin gibi 50 senedir aynı plağı çalarak prim yapma konforuna kapılmayan sanatçılarımız da var. Bir örnek olarak Bülent Ortaçgil’in Hürriyet’ten Güliz Arslan’la yaptığı söyleşiye bakmakta sayısız faydalar var. Her ne kadar Ortaçgil zevk ve ders veren söyleşisinde kimi yaramazlıklarını itiraf etse de.
Yaramazlık demişken aslında küçük çocuklara mahsus kimi bilindik yaramazlıklardan bahsediyoruz. Mesela şu: “Hiçbir şey yapmamanın keyif olduğu bir hayat var burada. Günleri unutmak mükemmel bir şey. Yazın yedi gibi uyanır, çişimi denize yaparım. Sabah bir saat yüzerim evin önünde. Sonra kahvaltı ederim. Gazeteyi beklerim hasretle. Akşamüstüne kadar onu okurum. Arada kitap karıştırırım.”. Günleri unut, yedi gibi uyan ama çişini evinin kıyısına kurduğun ve daima yüzdüğün denize yap, gazete oku ama kitapları arada bir karıştır falan gibi şeyler yani.
Ayşe Kulin gibi kimilerinin roman fabrikası gibi çalıştığı ülkemizde Allah’tan Ortaçgil bir beste fabrikası gibi çalışmanın ne kadar büyük felaketlere yol açacağını net bir biçimde görüyor. Sanat dostlarını “Yeni albüm var mı ufukta?” sorusuna verdiği cevapta Ortaçgil şöyle ikaz ediyor: “Üç-beş yıldır şarkı yazamıyorum. Yaşlanıyorum. Fikirlerim orijinalliğini kaybediyor. İştahım azalıyor. Bir musluk gibi düşün; sürekli gürül gürül akacak diye bir şey yok. Zamanla yaşamak karşısında mağlup oluyorsun. Şimdiye kadar yaptıklarımla yarışabilir kalitede bir şey yaparsam yayınlarım, yoksa yayımlamam artık. Bugüne dek yaptıklarımın içine tükürmeyeceğim hiçbir zaman.”.
Evet, Ortaçgil de eleştiriyor, muhalefet ediyor ama sürgit saçma bir düşmanlığa prim vermiyor. Öyle ki hiç kompleks yapmadan siyaset ve sanatçı arasındaki münasebette egolarını konuşturan sanatçı arkadaşlarını geri zekâlılıkla itham edebiliyor: “Bu ülkenin başbakanı beni insan yerine koyup ‘Gel, konuşalım.’ diyorsa giderim, niye kaçayım ki? O toplantıya katılan müzisyenlerin çoğu geri zekâlılık etti, orada müzik sorunlarını konuştu. En iyi konuşan İbrahim Tatlıses’ti, diğerleri egolarını sundu.”.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT