F. Gülen Cemaati model olabilir mi?
Ali Bulaç’ın üç yıldan beri üzerinde çalıştığını ifade ettiği, Ufuk Kitap'ın "Gülen Hareketi Araştırmaları"nın 14. kitabını, Hamza Türkmen Haksöz-Haber için değerlendirdi.
"Din-Kent ve Cemaat -Fethullah Gülen Örneği-" başlıklı çalışma, Ali Bulaç'ın üç yıldan beri üzerinde çalıştığını ifade ettiği, Ufuk Kitap'ın "Gülen Hareketi Araştırmaları"nın 14. kitabı. Çalışmayı, Hamza Türkmen Haksöz-Haber için değerlendirdi.
Fethullah Gülen Cemaati Doğru Bir Model mi?
Hamza TÜRKMEN
Ali Bulaç, 1970'li yıllarda belirginleşmeye başlayan Türkiye'deki tevhidi uyanış sürecinde yer almış ve emeği geçmiş bir isim. Bu süreç içinde bilinçlenen Müslümanlar, tevhidi bir cemaatin gerekliliği üzerinde durdular. 1970'li yıllarda "İslam ümmetine ancak cemaatten gidileceği"ni işleyen yazılar, Ali Bulaç'ın editörlüğünü yaptığı Düşünce Dergisi'nde yayınlandı. İdealize edilen cemaati oluşturmak konusunda dergi çevresinden ilk teşebbüste bulunanlardan Sedat Yenigün, sistemin kullandığı çeteler tarafından Fatih'te 5 Temmuz 1980 tarihinde şehit edildi.
1980 sonrası yıllarda çoğu Milli Görüşcü veya Akıncılar çizgisinden kopup tevhidi uyanış çizgisine katılan Müslümanlar, tarikat öbeklenmelerinden farklı olarak ve bilebildikleri kadarıyla el yordamıyla cemaat oluşturma teşebbüslerinde bulundular. Bu teşebbüsler samimi; ama acemi ve birikimsiz kalkışmalardı. Bu süreçlerde maalesef ki Ali Bulaç, İslam'ı yaşamak ve yaşatmak için gerekli bir araç olan cemaat formu ve gereklilikleri konusunda ciddi bir çalışma yapmadı; hatta –hangi nedenle olursa olsun- bu tür teşebbüslerden de hep uzak kaldı. Şimdi ise Fethullah Gülen cemaatini, kentleşme veya modernleşme sürecinde Türkiye Müslümanlarının ürettiği en önemli model olarak ele alıyor. Ayrıca "Sivil İslam"ı idealize ederken, batılı paradigmaya ait olan sivil toplum muhtevasını bu cemaatle özdeşleştirmeye çalışıyor.
1980, 12 Eylül Darbe Rejimi, müfredatını kendi onayladığı din derslerini zorunlu hale getirirken, tevhidi uyanış sürecinin söylemini ve yapılanma teşebbüslerini kırmaya çalıştı. Bu dönem ulus kültü ile uzlaşan gelenekçi cemaat oluşumlarının Türkiye'deki en imkanlı yıllarıydı. Tevhidi uyanış sürecinde yer alan cemaat yapıları ise, rejimin baskısından ve kapitalist yaşam tarzının etkisinden daha çok, kendi yetersizlerinden kaynaklanan sünnetullahı gözetmeyen öncelikli hedef yanlışı dolayısıyla moral bozuklukları ve kırılmalar yaşadılar.
Fethullah Gülen, Nurcu hareketi içinde yetişmiş, dini duyguları ile milli duygularını iç içe geçirmiş ve Nurculuk söylemi üzerinde inisiyatif kurmuş bir lider. Oluşturduğu cemaat, önce Türkiye'de üniversiteye hazırlanma kursları ve kolejlerle, daha sonra da Türkiye dışındaki yüzlerce Türk koleji ile eğitim alanında başarılı bir gelişim kaydetti, medyada ağırlığını hissettirdi ve Türk Milleti'ni kalkındırmayı amaçlayan bir söylem oluşturdu.
Ali Bulaç bu çalışmasında, Gülen cemaatini sosyolojik bir okumaya tabi tutarken, "Sivil İslam" nitelemesiyle idealize ettiği alttan yukarıya değişim modeline monte etmeye çalışıyor. Daha doğrusu, İslam'ın "Şuhedâlar" veya "İyiliği Emredip Kötülükten Sakındıran" bir "Ümmet" olarak vasfettiği tevhidi cemaatin tanımı ve açılımı üzerinde düşünmeden, Fethullah Gülen "Hocaefendi"nin kurduğu topluluğa İslam'ın cemaat kavramını kullanarak bir açıklama ve meşruiyet getirmeye çalışıyor.
Bulaç, cemaat kavramını sosyoloji literatürüne Alman Tönnies'in kazandırdığını belirttikten sonra, cemaatten cemiyete gidildiğini söyleyen ilerlemeci mantığa rağmen, toplumda güvenlik kaygısı ve bireylerin tutunma istekleri nedeniyle çoğulcu bir zenginliğe geçildiğini, bunun da kentlerde yeniden bir cemaatleşme olgusunu doğurduğunu belirtmektedir. Bulaç, modern toplumun doğurduğu güven ve dayanışma ihtiyacını STK'lar gidermeye çalışsa da, bunlar manevi motivasyon sağlayamadığı için kent yaşamında, dinin model olarak korunma sağlayan cemaatlere yol açtığını belirtmektedir. Cemaatleri; kabile, aşiret yapıları gibi kişinin özgürlüğünü yok eden gettolar gibi algılamamak gerektiğini, cemaatlerin gönüllü ve serbest iradeyle oluştuğunu, sivil inisiyatif kullandıkları tespitini yapar. (s. 14,15)
Türkiye modern kente ait olan cemaatlerin; 1) Politik cemaat, 2) İktisadi cemaat, 3) Lider eksenli cemaat, 4) Sınırlı alan cemaati, 5) Fikir ve lider eksenli cemaat'ler şeklinde oluştuğunu belirten Bulaç, "fikir ve lider eksenli cemaat" üzerinde durur. Bu cemaat fikir ve kitaba dayalıdır, fikir ve lider eksenlidir, yapısının karekteristiği olarak sosyal, milli ve küresel açılıma yatkındır. Hem dine hizmet etmeyi amaçlar, hem de merkez de yer almayı. Arkaik bir liderlik anlayışı olmasa da liderin rolü belirleyicidir. (s.20) Bu modele en uygun yapı, Fethullah Gülen cemaatidir. Bulaç'a göre Türkiye, küreselleşmeye karşı verdiği tek cevap, Fethullah Gülen cemaati ile gerçekleşmiştir. Bu cevap "Hocaefendi"nin yol göstericiliği ile yayılan Türk okulları ve Hıristiyan, Yahudi ve ateist gibi yelpazeyle diyalog kurmasıdır.(s.15,16)
Bulaç, Türk okullarının küreselleşmeye bir cevap olduğunu belirtmekte; ama nasıl bir cevap olduğunu bir türlü izah edememektedir. Zaten ona göre modern okul masum ve nötr bir fenomen değil; ulusal kimliğin inşasında ve devlete itaatkar yurttaş yetiştirilmesinde bir araç. (s.281) Bu okullarda laik ve modern bir eğitim veriliyor. Din ve İslam'la ilgili hiçbir dersin olmadığı gibi, dini hiçbir sembol de yok. Semboller tamamen ulusal. Atatürk köşeleri var ve okul etkinlikleri TC'nin 1930'lu yıllardaki müsamerelerini hatırlatıyor. (s.290) Okulların en önemli vitrini, dünya bilim olimpiyatlarında elde edilen başarılar. Özellikle üst zümreye ait ailelerin çocukları bu okullara kaydediliyor. Aileye en önemli katkısı ise çocukları uyuşturucudan koruması. (s. 287) Okullar hem meslek kazandırıyor, hem statü. Türkiye'de hiyerarşi merdivenlerinden basamak tırmanmanın da tek mümkün olan aracı. (s. 293) Modern bilim ve batılı paradigma müfredatıyla kapitalist hayata ve piyasa işletmelerine elit kadrolar yetiştiren bu okulların, küreselleşmeye nasıl bir cevap olduğu konusu ise Bulaç tarafından cevaplandırılabilmiş değil. Bulaç'ın okullarla ilgili tek eleştirisi, bu okullarda Türkçe'nin zorunlu olduğu ve Türkçe ile tefekkürün mümkün olmadığı ile ilgili ki, (s. 305) bu çok yüzeysel ve insan fıtratıyla da çelişen bir yaklaşım.
Bulaç, cemaati var eden unsurları üç şıkta ele alır: a) Kök-bilgi ve kurucu fikir. b) Lider. c) Çekirdek ekip veya hizmet için adanmış isimsiz kahramanlar. Cemaat kendi ekseninde oturunca toplumsal açılımı hedefler ki, bu süreçte diğer cemaatlerle "hayırhah" iletişimler olmaz. İkinci risk ise cemaatte statülerin/mevkilerin liyakat ve ehliyete göre değil, lidere ve cemaate bağlılık ölçülerine göre dağıtılmasıdır. Bağlılık ve sadakatın, liyakat ve ehliyetin yerini aldığında yönetici ekip politbürolaşır ki, liderin bu kavşakta dirayeteni kullanması gerekir. (s.17) Bulaç, bu formun tarikat veya kabile topluluğu olmadığını söylüyor; ve Fethullah Gülen cemaat örneğinden çıkarak sivil toplum formu içinde tanımladığı cemaati İslamileştiriyor.
Cemaat üzerinden konuşmak için öncelikle cemaatin hangi toplumu oluşturacağına veya hangi topluma dayandığına bakmak gerekir. Bulaç bu konuyu geçiştiriyor. Sivil toplum olarak görülen ve Gülen'in de oldukça önemsediği Türk ulus toplumu sanki tabii bir sosyal yapıymış gibi değerelendirilmekte. Oysa Gülen'in cemaati, dinin katalizör veya kaynaştırıcı olarak kullanıldığı Türk ulus toplum yapısına dayanmaktadır ki, bu yapı cahili bir yapıdır. Türk ulusunu oluşturan öğeler arasında bir çok seküler kutsal veya şirk unsuru var. (Bu arada Türk Milleti ifadesini kullanırken Bulaç'ın "millet" kavramını tırnak, bazı yerlerde de parantez içine alması doğru bir hassasiyeti gösteriyor.) Ayrıca cemaat içinde fikri liderlik, cemaat liderliğine indirgeniyor ki, fikri tayin eden ve inisiyatif kullanan lider bir nevi mutlak otorite statüsüne veya tarikat şeyhi pozisyonuna çıkartılıyor. Cemaatin oluşumunda istişareye ehil İslami şahsiyetlerin hangi ölçüye göre yetiştirilecekleri sorusu ve istişarenin nasıl işlediği hususu üzerinde hiç durulmuyor.
Yine Bulaç cemaati oluşturan kökler olarak Osmanlı Devleti'nde sivil toplumu arıyor. Padişah'a bağlı kul-kadılar eliyle işletilen şer'i hukukun, sivil hukuku temsil ettiği ve kitleyi devlete karşı koruduğu gibi izah edilmesi mümkün olamayacak tarihi hatalar yapıyor. (s. 92,93) Hanefi fıkhının devleti Cuma kıldırmak, fey'i toplayıp harcamak, cihad ilan etmek ve hadleri uygulamak ile sınırlandıran dört görevi (s. 91) dışında kalan alanın sivil olduğunu belirtiyor; ama sivil alanda Eş'ari veya Matüridi olan Ehl-i Sünnet Akaid Kitaplarında yer alan "Zalim sultana itaat ve fasık imamın arkasından nazma kılmak" ümdelerinin, Müslüman halkın akaidi haline nasıl getirildiği ile ilgili hiçbir hatırlatmada bulunmuyor.
Bulaç, faiz ve kredi sisteminin olduğu yerde Sivil Toplumu kurmanın zor olduğunu belirtiyor (s. 87); ama "Sivil İslam" anlayışından doğan Gülen cemaatinin işlettiği Anadolu Finans'ın nasıl Türkiye Finans Katılım Bankası'na dönüştüğünü ve tüm cemaat üyelerini faizli işlemlere alıştırıp faizli kredi almaya davet ettiklerini; daha doğrusu faizle ilgili modernist teslimiyetçilikleri üzerinde durmuyor.
Ali Bulaç uzun uzun Fethullah Gülen'in kronolojinden bahsediyor. 1963'te Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin kurucuları arasındadır. 1970'li yıllarda MHP ile içli dışlıdır. Said Nursi'yi yeniden okuyarak ve Arapça metinlerin tahkikine ve eğitimine yoğunlaşarak 1970'li yıllarda kendi başına "sivil bir hareket" başlatır. Bulaç onu Havastan yani Rasihun'dan görür. İzmir'de, Edremit'te vaizlikler yapar. Başka bir Nurcu olan Mehmet Kutlular'ın oldukça spekülatif ithamlarda bulunduğu bir görevle Diyanet Teşkilatı tarafından 1977'de Almanya'ya gönderilir. Turgut Özal'la görüşmeyi önemser. 12 Eylül'de görevinden istifa eder. 1986'da bir-kaç hafta Burdur'da tutuklanır ve 1986 Nisan'ında yine İzmir'de 1989'da da Üsküdar Valide Camii'nde görevlendirilir. Yine Bulaç, Gülen'in 1987'de İstanbul Üniversitesi önünde başörtüsü direnişi başlatan bayan öğrencileri (ki sayıları 8-9 kişidir), çarşafa bürünmüş erkek ajanlar olarak takdim ettiği tarihi konuşmasını teferruat olarak görmeli ki, daha önemsiz ifadelerine yer vermesine rağmen, bu olayı kronolojisi arasına katmaz. 11 Haziran 1997'de ABD'ye gider ve döner. 1998'de Bülent Ecevit'le ve Papa II. J. Paul ile görüşür, İstanbul'da ABD Yahudi örgütleri başkanlarıyla buluşur. 21 Mart 1999'da tekrar ABD'ye gider.
Bulaç, Gülen'i hem ulema geleneği ve formasyonu ile hem modern dünyanın sorunlarıyla ilgilendiği için önderliğini, Aydın-Ulema kategorisi ile vasıflandırır. Cemaatinin ve kendisinin moderniteye hasmane davranmadıklarını belirtir. Ama kafasındaki soru şüphe uyandırıcıdır. Acaba Gülen cemaati moderniteden etkilenecek midir; ya da moderniteyi ne oranda etkileyecektir? (s. 201)
Ali Bulaç'ın Fethullah Gülen cemaatini, "Siyasal/Resmi İslam" dediği düzen karşıtı anlayıştan kopartıp "Sivil İslam" formunda verili toplum ve devlette etkin olma hedefiyle idealize ederken (s. 188), bu cemaatin ulus temelli yapılanması karşısında susmaktadır. Ve batılı paradigmadan ayrı durduğunu bazı kelime tahlilleriyle de göstermek istemektedir. (s. 26,311,312) O, "kent"i ve "kültür"ü öteki olarak görürken, "şehri", "hikmet ve irfan"ı ise bize ait kavramlar olarak göstermektedir. Ama İslami değerler bağlamında gösterdiği bu hassasiyeti, Fethullah Gülen'in akidevi kabulleri, metodolojisi ve "millet" kurgusuna verdiği değer açısından pek sergilememektedir.
Ali Bulaç, kitabını bitirirken gene de Gülen'in ve cemaatinin taşıdığı yanlışların içinden sıyrılıp iki önemli hatırlatma da bulunmaktadır.
"Hocaefendi" her ne kadar Necip Fazıl gibi "seviyeli Türklüğe" Müslümanlık sayesinde ulaşıldığını beyan etse de, Türkiye'ye özgü olan Nur hareketinin ve "Hocaefendi" cemaatinin, başka kavimlerin Müslümanlıkları üzerinde üstünlüğü olan bir unsur gibi takdim edilemeyeceği hatırlatılır. Etnisite ve kavim Müslümanlıkları, ırkçılığın başka bir versiyonu olduğu vurgulanır. (s. 321,322)
Bulaç, yine gerek Said Nursi'nin gerek Fethullah Gülen'in Hz. İsa'nın ve Mehdi'nin "nüzul"u ve "zuhur"uyla ilgili kanaatlerini aktarır. Onlara göre, bu motiflerin müşahhas gelişleri inkar edilmez; ama onlar bir "şah-ı manevi" olarak cemaatin şahs-ı manevisinde mündemiçtir. Bulaç bu inancın kınanmaması gerektiğini belirttikten sonra(!), haklı olarak bu inançların akaid kitaplarına sonradan girdiğini ve subut ve delâlet açısından kâtilik taşımadığını belirtir.(s. 323-337)
Bulaç'ın, Gülen cemaatinin entelektüel yetiştirmesi konusunda bir kanaati oluşmamıştır. (s.18,19) Zaten cemaat entelektüellerini dışarıdan transfer etmektedir. Bunlar da genellikle liberal ve milliyetçi olmakta, cemaatin 2. ve 3. kuşaklarını etkilemektedirler. Bu da cemaatin ekonomik anlayışını verili koşullarda rasyonalize etmesi kadar (s. 18) risk taşıyan ve cemaati değerlerinden uzaklaştıran bir tehlike olarak belirmektedir. Acaba Ali Bulaç, Gülen cemaat modelini bu riskten kurtarmak için "cemaatin önde gelenlerinin veya 1. kuşağın ufkunu açmak için mi bu kitabı yazmıştır ve entelektüel boşluğun hangi adresle doldurulacağına mı imâda bulunmaktadır" diye insan düşünmeden edemiyor?
HABERE YORUM KAT