Ey Özgürlük
18 Mart saat 4:30. “Televizyonunu aç hemen” yazan bir mesaj almıştım arkadaşımdan. Çok net bir şekilde yanık ezan sesleri yükseliyordu Bağdat’tan. Şiddetli bomba seslerinin arasından. 8 Nisana kadar kahramanca sürdürülen direniş ve dayanışma.
9 Nisanı da hatırlıyoruz ama. Saddam’ın heykeli boynuna bir ip geçirilerek kaidesinden yere yıkılıyor. Saddam gelmiş geçmiş en zalim adamlardan biri. Halk sevinç içindeydi haliyle, gelecek cehennemden habersiz, zamanın iyi tarafında ve şendiler. Can kayıpları vardı ama aldırmayın diyordu ABD’li yetkililer, bu kadar olacak artık. İstemeden öldürülmüştü ilk etapta yüz bin kişi, elde olmadan.
9 Nisan 2008. İşgalin beşinci yılı idrak edildi. Kurtuluş gününe benzemiyordu pek. Sokağa çıkma araba kullanma yasağı konulmuştu. Demek kutlamalar evde yapılacak. Görev tamamlanmış. Beş milyon yetim, üç milyon mülteci, binlerce genç dul kadın, ülke içinde evlerini terk etmek zorunda kalmış, yerinden oynamış milyonlar, özgür ölü ıraklılar, yakılmış kitaplar, yıkılmış müzeler, yağmalanmış kaynaklar, ayaklar altında çiğnenen insan onuru.
Sivil halkın artık hiçbir umudu yok. Bir iç savaş öngörülüyordu ama yeterli nefret yok diyordu Amerikalı komutan. Herkese başka olduğu, ötekinden farklı olduğu, bunun çatışmaya yol açması gerektiği akıl almaz entrikalarla öğretildi. İnsanların ve toplumların bütün zaaflarından yararlanmasını bilen, bunların ülke çıkarları doğrultusunda projelendirilmesi için üniversiteler dolusu kravatlı işgal teorisyenleri finanse eden Amerika maalesef bütün birikimini ve enerjisini öteki insanların kültürlerin ve hayatların kıyımına harcıyor. Dünyanın süper gücü ahlaki zaafiyette dibe vurdu.
Bu mesele seçim arefesinde şiddetle tartışılıyor ama hiçbir şekilde ABD çıkarları konseptinin dışına çıkılarak değil. Dünyanın bütün petrol kuyularının ne kadar üretim yaptığı biliniyor, dünyada sayaçları bilinmeyen sadece Irak’ın kuyuları. Kuds al Arabi yayın yönetmeni Abdulbari Atwan’ın bildirdiğine göre artık yağma ve yolsuzluk had safhada. Gelirler ABD ve ortaklarıyla beraber milis güçlerinin ve siyasilerin hesaplarına akıyormuş.
Denizlerde boğulmayı, karlı dağlarda donmayı göze alan Iraklılar nereden kaçıyorlar böyle can havliyle. “Demokrasi ve özgürlük cehenneminden”. Çünkü Irak’ta kurşunun nereden geleceği hiç belli değil ve şok ve dehşet operasyonları kesintisiz devam ediyor. Bu yolla Filistin gibi Irak da boşaltılıyor. Çocuklar büyüyünce şunu duyabilirler: Kimse çıkarmadı onları, topraklarını sattılar sadece. Geri dönüşleri de yasaklarlarsa hiç şaşmamak lazım.
İnsan hakları söylemi çok yaralar almıştı ama Irak’tan sonra tamamen çöktü. Guantanamo insan haklarına indirilen öldürücü darbe. Batılı devletler de bir iki sızlanma dışında bir tepki vermediklerine göre artık BM, İnsan Hakları, Uluslararası Hukuk ve benzeri kurumların sonuna geldik.
BBC’de bir programa katılan dünyanın yaşayan beş Nobel Barış Ödüllü adamı tek cümlede buluşmuşlardı geçtiğimiz ay: Dünyada terörün ilacı eşitlik ve adalet.
İnsan Hakları Evrensel beyannamesinin 60. Yılı Aralıkta kutlanacak. Batılı devletlerden bu beş akil insanın tavsiyesi yönünde bir ses yok. Sözlerine itibar etmedikleri insanları ödüllendiriyorlar demek ki, bir gösteri olarak.
Çıkarlar ve değerler çakıştığında çıkarlar önde. Zimbabwe için demokrasi uygun şimdilerde çünkü Batı çıkarlarına geçit vermek istemeyen Mugabe indiriliyor, Suudi Arabistan’da ise krallıkla yönetilen kapalı rejim son derece sevimli ve sempatik.
Dünya Af Örgütü Guantanamo’yu zamanımızın Gulak’ı olarak tanımlıyor ama kimsenin umurunda değil. Olası bir güvenlik endişesi adına sivil haklar hemen feda ediliyor. Beğenmedikleri, güya değiştirmek istedikleri rejimler de bunu yapıyor zaten.
Birçok belgesel çekildi bu güne kadar. Amerikan ordusunun bir katil güruhu gibi dünyayı kana buladığı kanıtlandı. Kubrick’in Full Metal Jacket filmi de belgesel tadındaydı ve ordunun mantalitesini, sürekli savaş stratejinin absürdlüğünü ortaya koymuştu.
Geçen yıl İstanbul Film Festivalinde gösterilen iki belgesel var ki neyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça sergiliyor. Neden Savaşıyoruz belgeselinin yönetmenleri Ian Olds ve Garrett Scott’un açıkça gösterdikleri gibi sistem savaşmadan ayakta duramaz. ABD işgallerin üzerinde yükseliyor. Kendini bu dünyanın dışında ve üzerinde görüyor. Avrupa’yla bile bağı nostaljik. Gezegenin dışından bakıyor ve ötekileri dinlemeye gerek duymuyor.
Bu tamamen savaş endüstrisinin sağladığı güçle ve teknolojideki tartışılmaz üstünlükle alakalı bir kibir makamı. Bu baş dönmesiyle kendi oğullarını da kaybettiklerini göremiyorlar.
2004 yapımı bir belgesel “insan” yönünden ABD’nin ne kadar yoksullaştığını, bombalar dışında insanlığa verecek bir şeyi olmayan bir masal kötüsüne dönüştüğünü, kendi cehenneminin taşlarını döşediğini açıkça sergilemiş.
Görev: Hayal Ülke. Felluce’de kısım 82’de konuşlanan ABD askerleri arasında geçen günler anlatılmış. Mıntıkanın askerleri sürekli küfürlü konuşuyorlar. Hepsi agresif. Çoğu ne yaptığını, burada neler olduğunu, mıntıka dışında ne cereyan ettiğini, bu ülkede yaşayan insanların ilkel olmak dışında ne gibi özellikleri olduğunu bilmiyorlar. Bir takım eğitimlerden geçirilerek son kalan insanlık değerleri de ellerinden alınmış sanki. Hepsi savaş makinesi. Hareket eden her şeye ateş açabilecekleri söylenmiş.
Bezginlik ve nefret had safhada. Alt gelir guruplarından gelmişler kısa zamanda bıkmışlar buradaki atmosferden. Çoğu şu modda: Şeytan diyor ki git şu tel örgülerin arkasındaki herkesi öldür, bu iş bitsin. Şeytana uydukları kesin çünkü 8 Kasım 2004’de başlatılan saldırıda birkaç gün içinde Felluce şehrini insanlarla beraber haritadan sildiler. Böylece kendilerini de sildiler. Belgeseldeki bu inanılmaz genç adamlar sanırım artık yaşayan birer ölü. İncilde geçen bir kıssadaki gibi kayıp oğullar.
Susan Sonntag vefatından bir süre önce yazdığı bir yazıda dünyaya seslenmiş ve Amerikalılardan nefret etmeyin, bilmiyorlar, gerçek kaçırılıyor onlardan demişti. Peki bilmek istiyorlar mı gerçekten. Bilmenin yol açacağı kimi fedakarlıklara hazırlar mı. Dünya da bunu bilmek istiyor.
YAZIYA YORUM KAT