Ey Nebi!
(Umre Notları)
Kaç zamandır düşlüyordum!
Yaşadığın, ayak bastığın toprakların,
Havasını soluduğun, rüzgârına derdini savurduğun dağların taşların,
İçinde insanlığı, insanları aradığın köylerin şehirlerin, hayalini kuruyordum,
Ey Nebi!
Çıktım geldim bir temmuz ortası… Şehirlerin vefalısı dediğin Medine’ne. Hicret ocağın, Mü’minlerin ana kucağı kutsal beldeye…
Seni aradı gözlerim her adımda. Sanki çıkıverecekmişsin gibi bir köşe başında.
Hani terk etmiştin Mekke’yi, yanında yol arkadaşın Ebu Bekir, Medine’nin ufkunda belirmiştin bir altın huzmesi gibi. Senin rengine boyanmıştı bir anda şehir; esenliğin kuşatmıştı dağını taşını. Tale al bedru nidalarıyla kutlamıştı mü’minler gelişini. İşte o şehirdeydim. O kadar yakınındaydım hicretin. Ruhumda asırların yorgunluğu, gözümde yaş, omuzlarımda günahlarımın ağırlığı, mahzun, suçlu ve bedbin…
Okuduklarımı ve yazdıklarımı giyinmiştim elbise niyetine. Yaşanmışlıkların peşinde, bir hafiye gibi izini sürecektim. Toy ve duygusal bir gözlemci ya da içinde dünyaya dair tüketmiş ne varsa. İster iste beni istersen yüz çevir. Kapıdan kovsan bacadan girecektim.
Akşam karanlığındaydı şehir. Elektrik direkleri, asfalt, tek tük görünen ağaç kümeleri ve beyaza boyanmış binalar akıp gidiyordu penceremde… Zihnimde geçmiş zaman anekdotları...
Medine’ye bir akşam vakti seferden dönüyordun şimdi. Seni karşılamak için koşup gelen çocukların arasındaydım. Boynumu bükmüş bana uzanacak şefkat elini bekliyordum. Sana uzanan hangi eli boş çevirdin ki! İşte bineğinin terkisindeyim. Şehrin tozlu, sıcak ama bir o kadar da dokunaklı siluetini içime çekiyorum, şehir de bizi… Sonra ufukta kayboluyoruz ikimiz, hepimiz, ümmetimiz. Medine, vefanın, hayırlarda yarışan Ensar’ın diyarıydı ya; dostluğun ve kardeşliğin, fedakârlığın ve dünyadan vazgeçişin diğer adı… İlkin benciliğimi törpülemeliydim.
Yol boyunca evlere baktım. Ya Rasulallah... Evlerin pencerelerine mıhladım bakışlarımı. Metruk duruşlarıyla her biri bir hüzün yumağı. Pencerelerde rengi boyası gitmiş kepenkler. Ne bir kıpırtı ne dünyevi bir ışıltı! Bizim evlerimize benzemiyordu hiçbiri. Sanki öylesine, barınak görevlerini ifa etmek için saçılmışlardı arzın gövdesine. Ve sanki garip bir kimsesizlik çökmüştü çehrelerine. Gidişinizden mi diye sormadan edemedim efendim. Sır dolu hallerine…
Harcını su ve toprakla yoğurduğun, çatısını hurma dallarıyla ördüğün Peygamber Mescidine az kaldı diyordu zihnimin kıvrımlarını zorlayan bir ses.
Mescidine yaklaşırken elinde kerpiç, duvar örerken görüyordum seni. Ne çok yoruluyordun dinin için. Kerpicini taşımak isteyen Hz Hamza gibi atılıyorum ileri. Bırak diyorum lütfen, biz taşıyalım. Hiç değilse Mescidinde küçücük bir tuğla olalım.
Gülümsüyordun.
Zaaflarımızı bildiğine mi yorayım Ya Rasulallah!
Bunca zaman nasıl kopup gelemediğimize, nasıl koşup varamadığımıza mı anlamlı tebessümün? Hayatın dağdağasından, tutku ve heyulasından sıyrılıp çıkmak kolay olmadı itiraf ediyorum. Bilemezsin bizi bize hapseden ne çok rutinleri var ümmetinin. Gözaydınlığı çocuklarımız, eşlerimiz, işimiz gücümüz, ticaretimiz. Plan ve projelerimiz var dahası dünya ve evrenüstü.
Küresel bir fenomenin parçalarıyız Ya Nebi! Direngeniz, asiyiz, umutvarız ama inadına pes etmeye de alışkındır şu resmi kimliklerimiz…
Şimdi Mescid-i Nebevi ışıklı bir gemi.
Hurma dallarının esintisi çağlar ötesinde mi kalmış? Ördüğün çamurdan duvarların yerini bembeyaz mermerler, sütunlar mı almış. Nakış nakış işlenmiş mi Mescidi’nin eyvanları… Koşup gelmiş mi dünyanın dört bir yanından ümmetinin bağrı yanık evlatları. Mütebessim çehreler, gözlerde umut ve arayış ışıltıları mı Mescidini süsleyen.
Ya Rasulallah adım adım izini sürüyorum. Mermerler ve sütunlar arasında kayboldu ruhum. Tut ellerimi Suffe’ye gidelim. Ümmetin yoksulu, kimsesiz ama gönülden teslim olmuşları içinde yitip gitsin özbenliğim. Işıltıdan uzak ama huzurlu, soruların bittiği ve kalplerin imanla teskin olduğu kardeşlerimin arasına. Uzaklığımı mazur gör, yabancılığımı vurmadan yüzüme! Bu haşmetli mermer ve sütunlar helezonunda kaybettirelim izimizi. Al götür ümmetini Ya Nebi!
Bir hurma bahçesinde dizinin dibindeyim. Şu hurma ağaçları üç hurmayla oruç tutan bir Elçinin şahitleri midir? Hurma gölgeliklerinde seni andık Ya Rasulallah… Hani kapına gelen acuze, hiçbir şeyin yoksa bile elinde bir hurma ile dönerdi. Üç hurmayla oruç tutar, açlıktan sırtına yapışan midene taş bağlardın da hurma bahçelerine izinsiz giren çocukları bile güzellikle uyarırdın ya… Biz de senin şükrünü eda edebilseydik her hurma lokmasında.
Şimdi yoksun! Hurma bahçeleri de senden yoksun! Yalnızca senden tatlı bir esinti…
Uhud bizi sever biz de Uhud’u diyen Nebi!
İşte Uhud! Çağlar sonrasında bile içimizi kanatan belde… Sessiz sedasız, öylece yerli yerinde, hazin bir kavganın çığlıklarını hapsetmiş sinesine.
Okçu tepesine çıkıyorum. Buradan sakın ayrılmayın deyişini duyuyorum erlerine. Bir anlık gafletin yola açtıklarını… Rasul öldü nidalarıyla Uhud’a çöken dramı. Kargaşa ve hezimeti sonra… Ebu Süfyan’ın büyük komutanını Halid Bin Velid’i görüyorum elinde kılıcı. Yenilginin acısıyla dönüp gelişini ve verdiğimiz yetmiş şehidi.
Uhud içimizde onulmaz yara… Ömer’in haykırışını duyuyorum. Süfyan’ın adamlarına… Bizim şehitlerimiz cennete gitti! Sizinkiler cehenneme! (İçimde binlerce amin!)
Halid Müslüman oldu ellerinde Ya Nebi!
Ya biz? Kabul olur mu Halid’çe telafilerimiz?
Kolay değil vefanın adresinden ayrılmak! Şehirlerin anası dediğin Mekke’ye sefer vaktidir. Mekke’yi o kadar severdin ya Ey Allah’ın Elçisi… Bizimlesin! İşte orada! İhramını giymiş, ashabına seslenirken, “Allah’ın evini ziyaret etmeye gidiyoruz. Hazırlanın” derken görüyorum seni. Ashabın sevinç nidalarını duyumsuyorum. Mekke şarkıları söyleniyor. Bir istek, coşku ve sevinç heyulası semaya yükseliyor.
Aranızdayım Ya Nebi! Klimalı otobüslerle değil, yalın yapıldak, yollara düşmek istiyorum müsaade buyur. Altı saatte değil, on altı günde sarp kayalıklar, susuz çöller aşarak, susuzluktan kurumuş dudaklarımla, nasır tutmuş ayaklarımla ve günahlarımı eriterek…
Şimdi karşıdaki dağlar dilsiz birer şahit.
Hudeybiye hâlâ içimizde münazara. Acılı sorular sualler silsilesi… Şu toprak dili olsa da konuşsa. Hani elini uzatsan tutacağın, adımını atsan varacağın uzaklıktaydı Kâbe-i Muazzama. Ve içimizi acıtan ahit! Onca itiraza rağmen bir adım bile ileri gitmeyişin, ihramdan çıkıp kurbanını kesişin canlanıyor gözümde.
Ah şimdi çöl kadar ıssız bir gece Hudeybiye! Havsalamdaki gizemiyle yerini korur durur. Rıdvan’daki birleşen ellere uzatıyorum ellerimi Ya kutlu Elçi… Lütfen kabul buyur…
Uzayıp gidiyor yol…
Kendinden emin çağıldıyor zaman.
Gözlerimi kapamışım. Yürümekte zorlanan bir çocuk acemiliğindeyim. “Sakın yanına gelene kadar başınızı kaldırmayın.” diyen o sese teslimiyetle, sabırsız ama mütedeyyin…
Mescid-i Haram!
Çağlar üstü mekân! İnsanlığın özünde, merkezinde, benliğinde! Günde beş kez yüzümü döndüğüm Kâbe-i Muazzama. Kayboluyorum; Hz. İbrahim, İsmail, Hacer ve diğerlerine gönderilen binlerce, milyonlarca selamlama içinde. Hızla uzaklaşıyorum yer çekiminden, her şeyimden. Neredesin?
İşte orda! Bineğinin üstünde başını önüne eğmiş, bütün münzeviliğinle Kâbe’ye giriyorsun. Kimsenin kılına bile zarar gelmeyecek diyen senin vakur sesin. Ve kılıcınla putları deviriyorsun bir bir… Bir zamanlar gölgesinde dinlendiğin Allah’ın evi, bütün şefkatiyle bağrına basıyor seni, ashabını ve bütün mü’minleri… Lebbeyk nidaları… Ve asude sir sevgilidir şimdi tavaf. Binlerce kalbin aktığı trafiksiz bir köprü… Kıyamete kadar Rabb’dan istenen af!
Oradasın! Ataların İbrahim ve İsmail’in ocağında. Etle tırnağın ayrılamaz boylamında. Hacer-ul Esved’in üzerinde mübarek elin. “Bismillahi Allahu ekber!” nidalarıyla ümmetine yön veren yine senin muttaki sesin… Ve secdedeyiz... Zamanı durduran an! Kâbe’de ilk namaz. Kabul eyle Ya Rahman!
Safa ve Merve’de Hacer’le yürüyoruz şimdi, dağı taşı selamlayarak… İsmail’i düşünerek. Küçücük bir bebeğin acizliğini kuşanmışız. Ve su diye inlerken, İbrahim’in emanetlerine sunulan şefkatin yücesi, ödüllerin en güzeli Zemzem’le serinliyoruz… Say, insanlığın sabırla imtihanı. Kıyamet provası…
Sonra izler… Her adım başı içimizi burkan!
Evini görüyorum Ya Rasulallah… Mekke’nin ortasında beyaz, arı-duru ve suskun. O şimdi naif bir kütüphane! Gökdelenler arasında sıkışıp kalan Mescid-i Haram kadar itaatkâr ve mahzun! İçimde dualar çağıldıyor engel olamadığım. Dünyeviliğin gözü kör olsun diyen münadiler çoğalıyor yanımda yöremde.
Biliyor musun Acyad kalesini yıkıp yerine devasa bir yapı dikmişler. Acyad Otel!
Dahası, Ebu Kubeys Camii’ni de yıkıp saray yapmışlar; Kâbe’ye tepeden bakan ve adeta haykıran “Yaşasın Kral!”
Ebu Bekir’in Beytül Mal’e bağışladığı arsanın üzerinde kuleler, gökdelenler… Mabedimiz de bile gözü dönmüş dünyaperestlerin kanlı elleri…
Geçmişimizden her gün üç beş sayfa koparmış, emperyal sulta!
Biz mi? Biz buradayız Ya Rasulallah! Dilimizde özgürlük, içimizde savaş, zulüm ise kol geziyor her yerde ve her boyutta.
“Allah’ın ipine tutunun!” diyen seslenişini duyuyorum! İşte Hira’dan iniyorsun! Ayet ayet yeryüzüne dağılalım istiyorsun. Sure sure akalım kıtalara, metropollere!
Umutsuzluk, kefenidir mü’minin. Rabbe kul olabildiğince özgürüz; bilmez miyim! Şu mavi gök, şu gri bulut, bu Kutsal Belde bizim! Ali İmran 103 de!
İşte Mabedinde tek kalp olmuş duada ümmetin.
Akıyoruz çağın debdebesine katre katre, dua dua, sencileyin…
Rabbimiz bize güç ver. Ve şu insan denizini davamıza bereketli kıl! (Amin)
YAZIYA YORUM KAT