‘‘Ev Nedir Biliyor musun?”
“Ev” dedi, “iki çeşittir. Biri vatanındır. Yurdundur. Şehrindir. Köyündür.”
Yeni Şafak / İsmail Kılıçarslan
Briket
''Ev nedir biliyor musun?” diye başladı söze.
Hırpani kelimesinin sözlük anlamı gibi duruyordu bu yetmişini çoktan geçmiş kırçıl sakallı amca. Gözlerinin feri iyice kaçmıştı. Her gün giyilmekten iyice eprimiş paltosunun onu soğuktan da bu dünyanın zulmünden de korumadığı çok belliydi.
Arada bir duraksıyor, dalıyor, Suriyeli yaşıtlarının hemen hepsinin söylediği o kalıbı nefesini usulca salarak tekrarlıyordu: “Ah, dünya…”
O çamur deryasında nereden bulduysa bulmuş, çadırın ortasındaki tenekenin üzerine bir kara demlik yerleştirmiş, nane çayını hazır etmişti. Titreyen elleriyle, hiçbirimizin yardımını kabul etmeden, ufacık bardaklara bol şekerli nane çayı doldurdu. Bir de cıgara yaktı tenekeden taşan alevlerle tutuşturarak.
“Ev nedir biliyor musun?” diye tekrarladı sonra sorusunu.
Hani bilirsiniz ya. Bazıları o soruyu siz cevap veresiniz diye sormaz. Cevabı kendisindedir o sorunun ve vakti zamanı geldiğinde kendisi verecektir zaten size onu. Bir sırrı verir gibi.
“Nane çayı gerçekten çok ilginç bir içecek” diyerek havayı dağıtma girişiminde bulundum. “Fas’tan başla, ta Yemen’e kadar her yerde içiliyor. Ama nedense her yerde şekerli demliyorlar. Halbuki ben bunu da şekersiz seviyorum. Derviş çayı gibi geliyor bana nane çayı.”
I-ıh. Havayı dağıtmayı başaramadım. Hatta, bulunduğumuz bu altı metrekare çadırın içinde havadan sudan konuşulmaması gerektiğini de idrak ettim havadan sudan konuşurken. Susmak en kestirme kabulleniş yöntemiydi. Sustum ben de.
“Ev nedir biliyor musun?” diye sordu üçüncü kez.
İçimden düşündüm bunun cevabını. Değişmez cevabım şuydu aslında benim: “Sana kesin bir mahremiyet sağlayan, dünyanın geri kalanıyla aranda bir mesafe oluşturan yerin adıdır ev.”
Dayanamadım yine de. “Nedir amca ev?” diye bir karşı soru sordum.
Nane çayından bir yudum aldı. Cıgarayı kökledi. Hafifçe yükseltti omuzlarını.
“Ev” dedi, “iki çeşittir. Biri vatanındır. Yurdundur. Şehrindir. Köyündür.”
Yine sustu. Hırıltılı sesinin kesilmesiyle kendimi kesik bir operanın ortasında bulduğumu düşündüm. Sonra yine dayanamadım. “Ya ikincisi?”
Bir sunturlu küfür geçti gözlerinden ihtiyarın. Hem vallahi anladım hem billahi anladım bunu. Ciğerinde kalan son havayı çekiyormuş gibi derin aldı nefesi. “İkincisi… İkincisi bu gavatların elimizden aldığıdır” dedi.
Ve tabii ki yine sustu. Bu kez ben de susmam gerektiğini anladım. Fakat ilginç bir şey oldu. Bu sefer suskunluğu uzatmadan yeniden girdi söze: “Ev, akşam geldiğinde sırtını dayayabileceğin bir duvardır. Isınmak için ateş yaktığında gözlerinin dumandan yanmadığı yerdir ev. İki buçuk yıl oldu. Şu çadırda sırtımı dayayacak bir yer olmadığından kendimi bir dakika bile evimde hissetmedim. Siz şimdi benle torunlarıma bir briket ev verecekmişsiniz ya. Ben ilk iş yere bir çul serip sırtımı duvara vereceğim. Evimin yerini elbet tutmaz ama evimin gölgesiyle avunacağım.”
Nane çayından bir yudum aldım. Çok şekerliydi evet. Ama ağzımdaki o acı tadın şekerle ilgili olmadığını da anlamıştım çoktan.
HABERE YORUM KAT