Esed Varken Vampir Filmine Ne Hacet!
Vampir kültürü, kadim Orta Çağ tarihine kadar geçmişi gidebilen bir fenomen. Özellikle 1897’de yayımlanan Bram Stoker’in “Dracula” romanı ve başkarakteri ‘Kont Dracula’, efsaneleşmiş, günümüz korku dünyasının en belirgin sembollerinden biri hâline dönüşmüş durumdadır. Stoker’den 25 yıl sonra yayımlanan Friedrich Wilhelm Murnau’nun “Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi” de Dracula’nın paralelinde Kont Orlok’un hikâyesini anlatarak mitleşen vampirliği daha da popülerleştirir. Tarih boyunca üretilen vampir algısının özellikleri şu şekilde belirir; acıyı neredeyse hissetmezler, göz renkleri sürekli değişim içindedir ve iki göz asla aynı renkte bulunmaz. Hızlı ve güçlü tepki vermede ustadırlar. Friederich Wilhelm Murnau, Vampirlerin gün ışığından rahatsız olduğunu söylese de genel kültürde bu durum yaygınlık kazanmamıştır. Düşünce okuyabilirler bu nedenle onlara karsı koymak imkânsız gibidir. Yazar Sheridan Lefanu‘nun yazdığı “Carmilla” adlı öyküde vampirlerin arasına bir kadın dâhil olunca “vamp” sözcüğü türemiş böylece dişi kan emicilerin de kendi isimleri olmuştur.
MAL MÜLK DEĞİL KAN DAVASI!
Böylesine görsel temalar ve efsanelerle dolu vampir konusunu Tim Burton gibi bir yönetmenin atlaması düşünülmezdi. Tuhaf, uçuk kaçık, sıra dışı filmlerin yönetmeni olan Burton, Amerikan televizyonculuğunda 1960’ların popüler dizisi olan Karanlık Gölgeler’i (Dark Shadows) sinemaya uyarlayarak tekrar dikkatleri üzerinde topladı. Beter Böcek, Makas Eller, Çılgın Marslılar, Büyük Balık, Maymunlar Cehennemi, Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Alis Harikalar Diyarı, Şeytan Sokağı Berberi gibi filmlerin her birinde ayrı ve renkli dünyaları beyazperdeye taşıyan yönetmen, Karanlık Gölgeler’le ilk defa uyarlama çekerek bir risk alıyor.
Karanlık Gölgeler’in merkezinde yer alan Collins ailesi, İngiltere’den Kuzey Amerika’ya 1760 yılında taşınmıştır. Balıkçılıkla geçinen ve yaşadıkları yeri kendileri imar ederek adlarını veren Collins’ler uzun yıllar uğraştıktan sonra bir malikâne inşa ederler. Ailenin oğlu Barnabas Collins (Johnny Depp), bir ara gönül ilişkisi yaşadığı hizmetçisi Angelique Bouchard’ı (Eva Green) yüzüstü bırakarak Josette’ye (Bella Heathcote) âşık olur. Barnabas ve Josette’nin birlikteliklerinden hasetlik duyan, cadı olduğunu hep gizleyen Angelique, bir büyü ile ikiliyi birbirinden ayırır ve kızı intihara sürükler. Barnabas’ı da vampire dönüştürerek intikamını alan Angelique, bununla da yetinmeyip halkı kışkırtarak onu zincirletip bir tabuta koyduktan sonra gömerek adeta aşk ateşinin üzerini küller.
Bu olayın üzerinden 200 yıl geçtikten sonra kaza eseri Barnabas’ın bulunduğu yer işçiler tarafından açılır ve hikâye kaldığı yerden devam eder. Barnabas malikâneye döner ve ailesine durumu izah ettikten sonra onlarla yaşamaya başlar. 1970’li yıllarda Collins ailesi geçmişindeki ihtişamını kaybetmişken Angelique hâlâ hayattadır ve kasabanın en güçlü ismi olmuştur. Collinslerde ailenin çocuklarına bakıcı olmak için Maggie Evans (Bella Heathcote) isimli bir kız çalışacak ve Barnabas ile aşk yaşayacaktır. Psikolog Julia Hoffman (Helena Bonham Carter) Collins’lerin yanında yaşamaktadır. Ailenin başında Elizabeth Collins Stoddard (Michelle Pfeiffer) bulunmaktadır. Elizabeth’in üçkâğıtçı kardeşi Roger (Jonny Lee Miller) eşini bir kazada kaybetmiştir ve oğlu David’i (Gulliver McGrath) umursamamaktadır. Elizabeth’in sonradan ‘kurtkız’ olarak göreceğimiz kızı Carolyn (Chloë Grace Moretz) ise sorunlu bir genç olarak belirmektedir. Barnabas’ın yeniden dönmesi Angelique’in küllenen aşkını yeniden ortaya çıkarırken Maggie’nin sonu Josette gibi mi olacak sorusu film boyunca zihinleri meşgul eder.
Tim Burton’ın bol bol oluşturduğu setlerde mümkün mertebe doğal sahneler çektiği filmin görsellikleri tartışmasız çok güzeldir. Burton ve Depp ikilisinin sekizinci buluşmasından da oldukça orijinal bir iş çıktığı ortada olsa da sırıtan birkaç sahne rahatsız edicidir ve filmin sonu beklenilen performansı göstermemektedir.
NE OLACAK VAMPİRLERİN HALİ!
Profesör Wayne Tikkanen’in yaptığı araştırmaya göre vampirliğin asıl sebebi Porfiria hastalığıdır. Bu teze göre vampirlikle ilgili tartışmaların yoğun yaşandığı 18. Yüzyılda hastalık hakkında bilgisi olmayan Avrupalılar, hastaları vampir olarak nitelemekteydiler. Bir çeşit kan zehirlenmesi olan Porfirya hastalığının ilerlemesiyle derinin kızılötesi ışınlara karşı zayıfladığı ve bu nedenle karardığını açıklayan Tikkanen, “Hastada anormal kıllanma görülür. Dudaklar kuruyup çekildiği için dişler ortaya çıkar. Hasta çok acı çeker. Sonunda çıldırır.” diyerek hastalığı açıklar. Bu hastaların derilerinin hassaslığı nedeniyle sadece geceleri çıkabildiklerini ve tedavi amacıyla da hayvan kanı içtiklerini belirten Tikkanen “Hikâyelerde vampirlerin neden gece dışarı çıkıp kan içtiklerinin yanıtı işte bu.” der.
Vampirlikle ilgili tıbbi açıklamalar bir yana hemen her toplumda tarih içinde bu tür korku mitleri oluşturulduğu görülecektir. Bizdeki cadı, gulyabani anlayışından çok da farksız değildir vampir algısı. Modern zamanlarda özellikle Batı toplumunda bu tür korku algılarının yaratılmasının temelinde konformizme bağlı olarak amaçsız, ufuksuz ve kaygısız bir hayat yaşamaları gösterilebilir. En acımasız korku filmlerinin Japonya’da üretilmesi de bu bağlamda düşünülürse tesadüfî değildir. Doğu toplumlarında, Ortadoğu’da, Afrika’da hayatın zorluğu, ölümün gündelik hayatın bir parçası olması ve korkunun evleri terk etmeyen en yakın his oluşu bu tip mitlerin oralarda oluşmasını hep engellemiştir. Suriye’de kendi halkının adeta kanını emen Esed gibi bir vampirin zulmü altında inleyen insanların korku filmlerine ve ritüellerine itibar etmeyeceği de açıktır. Bu duruma paralel olarak vampir algısının tavan yaptığı 18. Yüzyılın ve Aydınlanmanın ünlü filozofu Voltaire konuya şöyle bir yorum getirir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızda. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını hergün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyorlar.”
YAZIYA YORUM KAT