1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. Erzurum’da “Vahdetin Önündeki Engeller” Konuşuldu
Erzurum’da “Vahdetin Önündeki Engeller” Konuşuldu

Erzurum’da “Vahdetin Önündeki Engeller” Konuşuldu

Erzurum’da çeşitli sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa düzenlemiş olduğu ve gençlerin konuşmacı olarak iştirak ettiği “Vahdetin Önündeki Engeller” konulu panel gerçekleştirildi.

20 Aralık 2015 Pazar 16:45A+A-

Erzurum İHH İnsani Yardım Derneği, Kur’an Halkaları, Özgür Der, Nida Der, Medeniyet Vakfı, İnsan ve Medeniyet Hareketi ve Edep Der gibi sivil toplum kuruluşlarının ortak organizasyonuyla “Vahdetin Önündeki Engeller” konulu panel gerçekleştirildi. Düzenlenen panelde gençler konuştu. Programın sunuculuğunu Emrullah SES yaptı. Cihad KARAKOÇ’un Kur’an tilaveti ile başlayan program panel ile devam etti. Panelistler Suat YILDIZ (Moderatör), Ümit YILDIZ, Mustafa ERKEKLİ, Adem Yasir KESİCİ ve Durmuş KANCI idi.  

Panelin moderatörlüğünü Erzurum İHH İnsani Yardım Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Suat YILDIZ yaptı. YILDIZ,  yaptığı konuşmada vahdet meselesinin yeryüzüne dair kaygısı olan, yeryüzündeki emperyalist işgallere, katliamlara itirazları olan, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmaya çalışan, İslami bir iktidar ve İslami bir toplum hedefi olan,  yeryüzünde iyiliğin adaletin, güzelliğin, doğruluğun temsilcisi olmaya çalışan Müslümanları yakından ilgilendiren bir mesele olduğunu vurguladı. Ümmetin büyük bir işgal ve sömürgecilik ile karşı karşıya kaldığını ve bununla birlikte ümmeti oluşturan Müslüman yapıların da kendi içinde yaşadığı sıkıntıların, hastalıklı fikirler ve tekfire varan düzeyde itham edici yaklaşımların, ayrıştırıcı dilin Müslümanların birlik ve beraberliğini, vahdeti engelleyen durum olduğunu ifade etti.

Bu sebeple bu meseleye eğilmenin ve pratik çözüm önerileri sunmanın oldukça önemli olduğunu vurgulayan Suat YILDIZ, akabinde sunumunu yapmak üzere sözü ilk genç panelist olan Ümit YILDIZ’a verdi.

Ümit YILDIZ yaptığı sunumda şunları ifade etti:

Vahdet Nedir, Neden Gereklidir?

“Değerli Müslümanlar vahdetin ne olduğu, neden gerekli olduğu ve Kur’an ve Sünnetten dayanaklarını izah etmeye çalışacağım. Vahdet genel anlamda değişik görüş ve inanışlara sahip akımların, ideolojilerin kendi hedef ve fikirleri doğrultusunda bir takım ortak ve müşterek noktalarda beraber hareket edip aynı stratejiyi takip edebilmek için görüş alış verişinde bulunup dayanışma içerisinde olması olarak tanımlanabilir. Kavram itibariyle ise yeryüzünde yaşayan Müslümanların birlik ve beraberliğini ifade eden bir kavramdır. Bir güç birliği olarak tanımladığımız vakit batının farklı isimlerle bunu kendi arasında gerçekleştirdiğini görebiliriz.

Evet, ne yazıktır ki dünya Müslümanlar arasında henüz gerçekleşmemiş olan bu birlik, küfrün elebaşları olan dünya müstekbirleri arasında birçok konuda teşekkül etmiş durumdadır. Bazı düzlemlerde dost gözüken Müslümanlar, kısmi ihtilaflara dayanan ayrılığı ve düşmanlığı yaşarken; çoğu kez birbirine düşman ve muhalif gözüken dünya müstekbirleri, emperyalist, Siyonist menfaatlere dayanan, ortak bir ideal etrafında birleşip kenetlenip bir birlik beraberliği yaşıyorlar. Bu ifade ettiğim bu duruma iki oluşumu örnek gösterebiliriz.

 Bunlardan birincisi ABD bir diğeri AB’dir. Evet, maalesef bu böyledir. Bakıyorsunuz yüzyıl önce iki yüzyıl önce birbirini hunharca öldüren, boğazlayan ve her türlü pislik içinde yaşayan Avrupa bunlardan uyanıp ve birbirlerine; gelin artık birbirimizi öldürdüğümüz, birbirimizi boğazladığımız yeter. Bir ve beraber olalım, ortak bir ideal, ortak menfaatler, ortak çıkarlarımız doğrultusunda bir birlik beraberlik oluşturalım demişlerdir. Ve bugün dünyaya yön veren bir birlik beraberlik oluşturduklarını görüyoruz.

 Peki ya Müslümanların vahdeti? İslami bir vahdet dediğimiz bir vahdet nedir, nasıl olmalıdır? Bu İslami vahdetten ne anlıyoruz, ne amaçlıyoruz?

Değerli Müslümanlar. Öncelikle şunu bilmenizi isterim ki İslami bir vahdet sade bir ideoloji etrafında belli çıkar ve menfaatler doğrultusunda bir strateji belirleyip o stratejiye göre, o ideolojiye göre hareket etmek,  ona göre bir dayanışma içerisinde olmak değildir.  Bu şekildeki bir birlik ve beraberlik ancak müttefik gurupların birleşmesi olarak nitelendirebiliriz. Oysaki İslam bize müttefik olun demiyor vahdet içerisinde olun diyor. Ve İslam bir ideoloji değildir.

İslam, insanoğullarına ve cinlere dünya ve ahiret saadetini nasıl kazanacağını bildiren bir ve tek din'dir.  Evet, İslami bir vahdetin merkezinde tevhid vardır, kardeşlik vardır. Ve tevhid olmadan bir vahdetten söz etmek doğru olmaz. Bizim vahdetimiz evvela kelime-i tevhidi inancı etrafında birleşen bir birlik bir vahdet olmalıdır.

Bizim vahdetimiz kuru kalabalıklardan sadece bedenlerin bir araya gelmesiyle değil, kalplerin gönüllerin bir araya gelmesiyle oluşan bir kardeşlik bir birlik ve beraberlik olmalıdır.

Yüce dinimiz İslam kardeşliğe, birliğe, beraberliğe o kadar önem vermiştir ki; bakın İslama göre kardeşler nasıl aynı rahimden doğdukları için birbirlerinin ortağı iseler, insanlarda aynı dine hizmet etikleri için birbirlerinin ortağıdırlar. Ve dinimize göre din kardeşliği, kan kardeşliğinden daha önemlidir.

Yüce ALLAH ‘’ müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…’’ (hucurat -10)

Yani bizim vahdetimiz inancımız akidemizin gereğidir, bizim vahdetimiz ALLAH’a, Peygamberine, kitabına, sünnetine dayanan her gün beş vakit aynı istikamete dönen bir vahdettir.

Yine ALLAH Kur’an’ı Kerim de “Hep birlikte ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın, ALLAH’ın üzerinizdeki nimetini düşünün, hani siz birbirinize birbirlerinize düşmanlar idiniz de O, sizin kalplerinizde bir uzlaştırma meydana getirdi ve onun sayesinde uyanıp kardeşler oldunuz.” (Ali imran 103)

İşte İslami vahdet tam da budur. Hep birlikte ALLAH’ın ipi olan Kuran’a peygamberine ve sünnetine sımsıkı bağlanmamızdır. Mezheplerimizin meşreplerimizin gurup ya da tarikatlarımızın iplerine görüşlerine bağlanıp da birbirimizi ötekileştirmek birbirimizi dışlamak değildir.

 Birbirimizin ırkını, dilini, rengini, düşüncesini hor görüp, birbirimizi tekfir edip, tefrika içine düşürmeye sebep olmamalıdır bunlar. Çünkü vallahi nasıl ki vahdeti oluşmakla mükellefsek, aynı şekilde birbirimizi tefrika içine sokmamakla da mükellefiz. Ayrıştırıcı, bölücü, dışlayıcı her türlü söylem ve tavır büyük bir vebali de beraberinde getirmektedir.

Bizler müşterek noktalarımız etrafında toplanıp, kısmi ihtilaflarımızı bırakıp yekvücut olmalıyız.

Burada pergel örneğinin güzel olacağı kanaatindeyim. Pergelin bir ucu sabit ve merkezidir. İşte bizimde tıpkı pergelde olduğu gibi merkeze alıp, sabitlediğimiz şeyin ne olduğunu görmek zorundayız. Merkeze alacağımız şey Temel sabitelerimiz olan Kur’an ve sünnettir. Bunların dışında merkeze alacağımız her şey ayrıştırıcıdır.

Vahdet Neden Gereklidir?

Bugün hiç şüphesiz İslam âleminin İslam coğrafyasının, adeta çölde hayatını kurtaracak bir damla suya muhtaç olan bir insan kadar vahdete muhtaçtır.

Bakın bugün dünyanın dört bir tarafında en fazla zulme maruz kalan, katliamlara uğrayan, yurtlarından sürülenler kimlerdir? En temel haklarından mahrum bırakılan, kendi öz vatanlarında saldırı ve hakaretlere uğrayanlar kimlerdir?

Bugün ülkemiz dâhil, ırakta, Suriye’de, Filistin’de, arakanda, Çeçenistan’da ve daha birçok İslam ülkesinde ümmet hem Siyonist, emperyalist güçler tarafından katledilip öldürülüp zulme uğruyor. Bununla birlikte işin en acı yanı ise kendi içimizdeki çürümüşlük ve dağılmışlıktır. Kendi aramızda kardeşliği esas alan bir dilden öte itham edici, dışlayıcı bir dilin kullanmasıdır.

Yeryüzünde bugün iktidar batının elince ve emperyalist, sömürgeci batı bunu yeryüzünü bozguna uğratma yönünde kullanmakta. Nihayetinde işgal olan, batının zulmüne uğrayanlar da vahdetten yoksun olan bizleriz.

 İşte kardeşlerim işte bu durumu değiştirmek, batının zulmüne son vermek, ümmeti yeniden diriltmek, özüne döndürmek için vahdete muhtacız.”

Hemen ardından İkinci genç panelist Mustafa ERKEKLİ “Vahdetin Önündeki İç Etkenler” konulu sunumunu yaptı.

VAHDETİN ÖNÜNDEKİ İÇ ETKENLER

“Değerli konuklar, Panelimizin bu bölümünde, vahdete zarar veren iç unsurlardan bahsedeceğim. Bu unsurları çeşitlendirmek, sayısını artırmak mümkün ancak, Müslümanların ayrı düşmeleri tehlikesini barındıran iki önemli kavram ve olgu üzerinde duracağım Bunlardan birisi Mezhep, diğeri asabiyettir.

İlk olarak mezhep kavramını ele alırsak;

Allah insanı birbirinden farklı yaratmıştır. Fiziki olarak da ruhi olarak da hiçbir insan birbirine benzemez. Yani insan değişken bir varlıktır. En basit konuda bile farklı düşünebilen ve bu farklılığıyla kendini ortaya koymak isteyen bir varlık. İşte mezhep insanın bu ayırıcı vasfından ortaya çıkmıştır. Yani İslam uleması dini metinlerden anladıkları farklı düşünceleri, farklı yorumları ortaya koymuş ve mezhepler de bu şekilde oluşmuştur.

Peki mezhep nedir? Kelime olarak mezhep gidilen, tutulan ve takip edilen yol anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise bir müçtehidin içtihat ile elde ettiği hükümlerin toplamıdır.

Genellikle mezhepler itikadi ve fıkhi olmak üzere iki kategoride ele alınır. İtikadi mezhepler akaid ve inanç ile ilgili bazı konular etrafında gelişen yorum farklılıklarını içerir. Fıkhi mezhepler ise amellerle ilgili yorum farklılıklarıdır.

Bu farklı yorumlamalar tabii olarak değerlendirilmelidir. Zira bunun mantıki bir açıklaması mevcuttur ki bunu şöyle izah edebiliriz: Başta söylediğimiz gibi madem insan değişken bir varlıktır, farklı düşünebilen ve yorumlar geliştirebilen bir yapıya sahiptir o halde İslam uleması da geniş ilmi birikimleri olan birer insan olarak karşılaştıkları ayet ve hadisleri ele alırken farklı yorumlar geliştirmişlerdir. Bunu yaparken de ele aldıkları ayet ve hadislerin, yoruma açık olmalarından hareketle farklı hükümler verebilmişlerdir.

Mezheplerin tabii oluşunun mantıki açıklamasına şu örneği verebiliriz: Maide suresinin 6.ayeti abdest ayetidir. Ayetin bir bölümünde “بِرُؤُ۫سِكُمْ وَامْسَحُوا “ başlarınızı mesh edin” buyrulmuştur. Ancak başın ne kadarının mesh edileceği açık olarak beyan edilmemiştir. Başın ne kadarının mesh edilmesi durumunda mesh denilen şeyin gerçekleşeceği açık bir şekilde ortaya konulmamıştır. İşte bu ve buna benzer nasslar yani ayet ve hadisler ulema arasında ihtilafın çıkmasına sebebiyet vermiştir. Kimisi başın çok cüz’i bir kısmının, kimisi 4te birinin, kimisi de tamamının mesh edilmesiyle meshin gerçekleşeceğini söylemiştir.

Görüldüğü gibi ulemadan hiç birisi bizzat başı mesh edip etmeme hakkında görüş beyan etmemişlerdir. Buna yetkileri de yoktur zira başı mesh etmek Kuranın açık bir hükmüdür. Ancak başı mesh etmenin miktarı hakkında yorumda bulunmuşlardır. Bir anlamda öze dokunmamış bazı detaylar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bunun gibi yüzlerce örnek vermek mümkündür.

Bu ihtilaflar İslam ümmetinin vahdetini engelleyecek nitelikte değildir. Amellerin içtihatlar sonucunda meydana gelen ufak tefek farlılıklarla yerine getirilmesi Müslümanların birlikteliğini vahdetini NİÇİN zedelesin ki?

Mezhepler tabii olarak ortaya çıkmış ve Müslüman toplumların ihtiyaçlarına cevap veren oluşumlardır. Muhammed Gazali’nin dediği gibi ‘’onlar İslam’ın eşsiz kültürü ve vazgeçilmez dinamikleridir’’.  Bu konuda tehlikeli olan şey, “MEZHEPLERİN İDEOLOJİYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ”dir yani ‘’benim mezhebim en iyisidir onun dışındaki mezheplerin yorumları yanlıştır’’ şeklindeki bakış açısıdır.  Kısaca mezhepli olmak, bir mezhebe mensup olmak, makbul bir şeydir. Kör bir mezhepçilik yapmak ise vahdeti engelleyici bir unsurdur. 

Mezhep imamları şunun farkındadırlar, kendilerinin yaptıkları ictihaddır, yorumdur, insan üretimidir. Dinin bizzat kendisi değildir. Yani mutlak doğru değil, bu sadece benim yorumum demektir. Doğal olarak beşeri zaafiyetleri beraberinde getirir.

Mezhep imamları birbirine gösterdikleri ikram ve hürmeti, Mezhep mensupları bir birbirine göstermemektedir.

İmam Şafiî İmam Malik hakkında ''O benim üstadımdır. Malik, ulemanın yıldızıdır. Ondan daha güvenilir birini düşünmüyorum'' demiştir.

  İmam Malike Ebu Hanife sorulunca, ''o şu demirin tahta olduğunu ispata kalkışırsa ispat edebilir'' demiş.

  İmam Ahmed'e İmam Şafiî sorulunca, ''Dünya için güneş, insanlık için sağlık gibidir'' demiştir.

Görüldüğü gibi müçtehitlerin birbirine bakış ve saygısı buydu. Onlar kardeşliğin inşası, ruhların telifi ve safların bozulmaması için, müstehab olan bazı amellerin bile terk edilebileceğini tavsiye etmişlerdir. Örneğin İbn Abbas, Hz. Osman’ın kasr ile namaz kılınmasını benimsediği ve kendisinin de bunu benimsemediği halde, vahdetin dağılmaması için onun peşinde namazları kasr ederdi. Yine Ahmet b.Hanbel, kunut okumayan cemaatin yanında kunutu terk etmenin daha uygun olacağını savunur. İmam Şafiî, Ebu Hanife'nin mezarına yakın yerde kunut okumamıştır.

Buna benzer bir hadise de Merhum İmam Hasan el-Bennâ zamanında yaşanmıştır. Şöyle ki: Mısır'da bir köyün sakinleri teravih namazının 8 rekat mı yoksa 20 rekat mı kılınması konusunda ihtilafa düştüler. İhtilaf, iki tarafı, birbirini ciddi olarak incitecek boyutlara ulaşınca, problemi çözmek için Hasan el-Bennâ’ya başvuruldu. Üstad şöyle cevap verdi: ''İHTİLAFINIZ KONUSUNDA FETVAM ŞUDUR: CAMİİNİN KAPATILMASI VE KİMSENİN ORDA NAMAZ KILMAMASIDIR. ÇÜNKÜ SİZİN İHTİLAF ETTİĞİNİZ TERAVİH NAMAZI SÜNNETTİR. MÜSLÜMANLARIN VAHDETİ İSE FARZDIR. DOLAYISIYLA BİR SÜNNET İÇİN FARZ TERK EDİLMEZ''.

Değerli kardeşlerim,  klasik bir deyimle vahdete her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz bu zamanda merhum şehit üstat Hasan el-Benna’nın bu sözünü altın harflerle gönüllerimize nakşetmeliyiz.

Ameli mezhepler için söylediklerimizi, itikadi veya siyasi içerikli mezhepler için de söyleyebiliriz. Bütün mezhepler için şunu vurgulayabiliriz: “İttifak edilen muazzam bir alan dururken, daracık ihtilaflar içinde bocalamak ya da debelenmek ancak ümmetin gücünü boşa harcar. Buna sebep olanlar ümmetin vebalini yükleneceklerdir.”

Bu konuda Rabbimiz Enfal Suresinin 46. Ayetinde şöyle buyurur:

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِين

 Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin ve didişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”

Al-i İmran Suresinin 103. Ayetinde ise şöyle buyurur:

وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“ Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”

Müslümanlar tek ümmet olma yerine, yüze yakın ümmetçiğe bölündüler. İhtilaflarımızı fırsat bilen kafir, fasık ve muarız muhalifler, tek vücut olması gereken İslam coğrafyasını böldüler. Kimi Müslümanları kendilerine esir ettiler, kimilerinin bedeni yerine akıl ve düşüncelerine hükmettiler. Hasan el-Bennâ bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Ben ne İngilizlerden ne de ABD'den korkuyorum, Allah'a isyan edip neticede ihtilafa düşmemizden korkuyorum. Cahil sustuğu takdirde ihtilaf biter”  vecizesi ihtilafın asıl nedeninin cehalet olduğu belirtilmektedir.

Büyük şairimiz M. Akif Ersoy ne güzel söylemiştir:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

 

Müslümanların vahdetini parçalayan en önemli unsur “asbiyettir”

Asabiyet aile,  soy,  kabile, kavim, cinsiyet, milliyet,  cemaat, cemiyet, ırk vs. gibi şeylerle övünmek, savunmak, bu şeyleri ayırıcı ve üstün kılıcı bir meziyet olarak görmek, anlamlarına gelir.

Asabiyet, Allah’ın da şiddetle yasakladığı bir durumdur. Birinin kendi milletini, dil ve kültürünü, boy ve kabilesini başka bir milletin, dil, kültür, kabile, mezhep ve meşrebi ile karşılaştırmasıdır.  

Bu aslında birinin kendini, mensubu olduğu kabilesini ya da milletini başkalarından farklı ve üstün görmektir. Oysa şu bilinen bir gerçektir ki hiç kimsenin şu ya da bu kabilede, aşiret veya soy-sop içinde doğma özgürlüğü ve seçeneği yoktur. Dolayısıyla kişi bu gibi şeylerle ne övülebilir ne de yerilebilir. Kan, soy-sop gibi, insanın kendi iradesi dışında sahip olduğu şeyler bir üstünlük vesilesi olamaz.

Peki, Rabbimiz niçin insanları ırk, dil ve kabile gibi farklı özelliklerde yaratmıştır?

Şurası açıktır ki İslam kavim ve kabile gerçeğini asla inkâr etmez. Üstünlüğün kan, ırk, kabile ve mezhep-meşrep gayretine bağlı olmadığı aksine üstünlüğün takvaya yani Allah’ın sınırlarını korumaya, haddi aşmamaya dayalı olduğu şiddetle vurgulanmıştır.

Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

Allah’ın insanları kavim ve kabileler halinde yaratması kuşkusuz, tanışma, yaklaşma, iletişim kurma, anlaşma ve barışık yaşama hikmetine bağlıdır. Yoksa Allah, insanlığı farklı kabile ve kavimler halinde yaratarak onların ayrışıp birbirlerine yabancılaşmasını, farklılıkların üstünlük haline getirilerek kavimler arasında kin ve nefrete dönüşmesini asla dilememiştir.

Nitekim şanı yüce Allah şöyle buyurdu: 

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyden hakkıyla haberdar olandır.” Hucurat:13

Ayette geçen tanışma, bildik anlamıyla insanların birbirleriyle tanışmalarını içerdiği gibi ayrışmamayı, yakınlaşmayı ve bir araya gelip kaynaşmayı da içerir.  Peki, insanlar birbirleriyle neden tanışırlar ki? Her halde ayrışmak, birbirlerine üstünlük taslamak, kavim ve kabileleriyle övünmek için değil, aksine birbirlerini daha iyi tanımak, dertleşmek ve yardımlaşmak için tanışır insanlar! İşte asabiyeti ayaklar altına alan bu ayet vahdetin müjdecisidir.

Yine yüce Allah Nisa Suresi, 1. Ayette insanlığın atasının aynı olduğunu vurgulamış ve farklılıkları ayrışma, övünme ve üstünlük vesilesi haline dönüştürmenin ciddi bir sapma olduğunu şöyle beyan etmiştir.“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar var eden Rabbinize karşı gelmekten çekinin.” 

Kur’an, “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Suresi: Ayet 10) diyerek farklı lisan, kültür ve ırklardan oluşan mü’minleri tek bir kavram altında toplamakta ve asabiyet konusunda bize kısa ve öz bir ders vermektedir:.

Hiç kuşkusuz İslam ümmeti doğruluk ve adalet, takva ve merhamet üzerine gönül birlikteliği yapan insanların oluşturduğu rabbani bir ümmettir. Kuran’da bunu “Ümmetiniz tek bir ümmettir.” ifadesiyle belirtilmiştir.

Allah’ın mübarek elçisi de, sevginin yerine kin ve nefreti, ayrışıp uzaklaşmayı salık veren cahiliye asabiyetini yasaklamış ve bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir; atanız da birdir. İyi biliniz ki hiç bir Arab’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın Arap olana, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza ‘(Takva)Allah’ın ölçülerine uyma’ dışında bir üstünlüğü yoktur. Kuşkusuz Allah katında en şerefliniz Allah’tan en çok korkanınızdır.

Yine Allah’ın o temiz elçisi Mekke’nin fethi gününde aynı konuyu şöyle dile getirmiştir: “Hamd olsun O Allah’a ki sizlerden cahiliye âdeti olan soy-sop ile övünme hastalığını giderdi. İnsanlar iki kısımdır: Ya Allah’tan gereği gibi sakınan ve şerefli olan; ya da Allah’a karşı asi olan! Sonuçta insanların tümü Âdem’in oğullarıdır. Âdem’i de Allah topraktan yaratmıştır. Müslümanlar kardeştir. Hiç birinin diğeri üzerinde takva dışında üstünlüğü yoktur.”

Bu titizliği sahabede de görmek mümkündür. İran’lı bir sahabe olan Selman-ı Farisi’ye kızgınlığı nedeniyle ‘Nesebini söyle!’ diyen Sa’d b Ebi Vakkas’a Sleman-ı Farisi (ra) şöyle demiştir:“İslam’da nesep sahibi olduğumu bilmem. Ben İslam’ın oğlu Selman’ım.

Sonuç

Asabiyet kan, ırk, kavim, kabile, mezhep ve meşrep gayreti, kayırıcılığı ve savunuculuğundan başka bir şey değildir. Asabiyet hastalığına yakalananların değer yargıları genelde hep bu gayret çerçevesinde şekillenir. Onlara göre, her ne şekilde olursa olsun kendi kanından, soyundan, boyundan, kavminden, kabilesinden, mezhep ve meşrebinden

Koyu bir cahiliye, kavim ve kabile taassubu da diyebileceğimiz bu asabiyet, öyle bir noktaya gelir ki bu duygu içinde olan biri, kendi, ırkından, kabilesinden, mezhep ve meşrebinden olan bir kimse haksız, zalim ve katil bile olsa yine de bu kişiyi himaye etme, koruma ve arka çıkma gayreti ve paranoyası içine girer. Bu nedenle, Allah bu tür çarpık, tutarsız, insanlık ailesini ayrıştırıcı, fesadı körükleyen, barışı tehdit eden, kin ve nefreti daha da artıran bu tür cahiliye anlayışını kaldırmak için gerekli ölçüleri koymuş ve üstünlüğü her hangi bir boy, soy, kavim ve kabileye bağlı olmakta değil, aksine ahlaklı ve erdemli olmaya, takva bilincine ve imana dayandırmıştır. Kısacası, küfür milleti kan, kabile, ırk, soy-sop, mezhep ve meşrep gibi yapay ve ayrıştırıcı bağlarla bir araya gelirken, İslam milleti ise temeli iman ve takva olan ortak bir paydada birleşir ve bir araya gelir. Bu yüzden İslam asabiyetin her türünü cahiliye tortusu ve kırıntısı olarak görmüş ve şiddetle yasaklamıştır. Nitekim Allahın mübarek elçisi şöyle buyurmuştur: “Kim asabiyete davet ederse bizden değildir. Kim asabiyet için ölürse bizden değildir. Kimde asabiyet uğruna öldürülürse bizden değildir.”

Şurası da unutulmamalıdır ki milliyetçilik ve ulusalcılık gibi bu gün daha çok kullanılan kavramlar da koyu bir cahiliye taassubu olan asabiyetin içine girer. Kısacası İslam’da hangi anlamda olursa olsun hiçbir haklı temele dayanmayan bu tür kavim ve kabile, mezhep ve meşrep savunuculuğu şiddetle yasaklanmıştır. Şurası açıktır ki İslam milleti ancak takva, hayır ve güzel işlerde yarışma, adalet üzere yaşama, kısacası iman temeli üzerinde ve ortak paydasında oluşur. Küfür milleti ise kin ve adaveti artıran, ayrışmayı zorunlu kılan kan, soy-sop, kavim ve kabile, mezhep ve meşrep himayeciliğine, koruyuculuğuna ve gayretine dayanır. Aynı anne-babadan bile olsalar, iki kardeşten biri Allah’a ve ahiret gününe iman ediyor ve diğeri bunları ret ediyor ise, aslında  bu iki kardeş iki ayrı milleti temsil ediyor demektir. İslam Milleti ve Küfür Milleti!

Unutulmamalıdır ki İslam, tüm insanlığı bir anne-babadan, aynı asıldan geldiğini şiddetle vurgular ve dolayısıyla bu tür yapay bağların bir değerlendirme öğesi olamayacağına hükmeder. İslam’a göre bir kimsenin ne rengi, ne soyu-sopu, ne kavim-kabile ve aşireti ve ne de mezhep ve meşrebi Allah katında kişiyi ne ileri, ne de geri bırakır. Allah katında ileride ve üstün olan ancak takva sahibi olanlar, Rabbini tanıyıp, O’nun ölçülerine uyanlar, hesabı hesaba katarak yaşayanlardır.

Kısaca asabiyet: İmanın ve teslimiyetin ve vahdetin önünde en büyük engeldir

Efendimiz (S.A.S.) buyuruyorlar ki “İnsanlardan iki sınıf insan var ki bunlar düzeldi mi bütün insanlar düzelir, bozuldu mu bütün insanlar bozulur. Bu iki sınıf insan âlimler ve amirlerdir.” Dikkat edilirse Peygamberimiz önce âlimleri sayıyor akabinde de amirleri yani emir sahiplerini… 3.Dünya Savaşının ayak seslerinin hissedilmeye başlandığı bu günlerde, Allah muhafaza buyursun bir kıvılcımla başlayacak ateş topunun tam ortasında bulunan vatanımız ve komşularımız (İran, Suriye, Irak, Ürdün, Filistin vs) bir büyük felaketle karşı karşıya kalabilir. Büyük Ortadoğu Projesi yani BOP adım adım uygulanıyor. Irak, Tunus, Sudan, Libya, Suriye, Yemen… Sıra, İran ve Türkiye’ye geldi… Âlimlerimiz neyle meşgul, bir takım ihtilaflarla… “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” düsturunu bile bile ümmetin bir kısmı diğer bir kısmını küfürle itham etmekten geri durmuyorlar.

Bakınız, Akdeniz savaş gemileriyle doldu(rul)du. Bu, bir planın adım adım uygulanışıdır. Bunların gayesi Daeş falan değil, bunların gayesi, 3.Dünya Savaşını başlatmaktır. 1.Dünya Savaşı, bir kıvılcımla (Saraybosna Suikastı) başlamıştı. Gaye Osmanlı’yı ortadan kaldırmaktı. Başarılı da oldular. Mondros’la Sevr’le topraklarımızı işgal ettiler. Ama bu millet (Osmanlı) öyle bir istiklal mücadelesi verdi ki, tarih böylesi bir destana çok az şahit olmuştur.

Bu destan yazılırken, âlimlerimiz kendilerine düşen görevi hakkıyla ve layıkıyla yerine getirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’lar, Mehmet Akif’ler, Hasan Basri Çantay’ lar daha ismini satırlarımıza sığdıramayacağımız nice âlimler, bu milletin uyanması ve ayağı kalkması için ellerinden geleni yapmışlardır.

“Âlimlerimiz, amirlerimize yol göstermeli, amirlerimiz de âlimlerimizin uyarılarına kulak vermelidir.” Olup bitenlere karşı, âlimlerimizde bir sessizlik fark ediliyor. Dünyayı tanı(ya)mamak, en büyük hastalık gibi kendini hissettiriyor.

Ümmetin vahdeti yolunda gayret sarf etme yerine dünyevileşme, âlimlerimizi de sarmamalı. Ferasetten, basiretten, dirayetten uzak durmamamlı. Akşemseddin'lerin, İbn-i Kemal’lerin, Zembilli Ali Cemali Efendi’lerin, Ebussuud’ların padişahlarımızı uyardığı bir ecdadın torunlarıyız.

Âlimlerimiz olup bitenlere kayıtsız kalamaz veya kalmamalı. Küresel bir oyunun farkında olmaları gerektiğini, amirlerimize, korkmadan çekinmeden söylemeleri, bir kardeşlik gereğidir. Çünkü hepimiz bir gemideyiz. Gemi su alır ise,  hep birlikte batarız. Gemi battığında kaptan ne kadar suçluysa, tayfalar da, bir o kadar suçludur.

Ümmetin en kısa zamanda vahdete kavuşması niyazıyla konuşmama son veriyor, hepinize teşekkür ediyorum.”

Akabinde üçüncü genç panelist Adem Yasir KESİCİ “Vahdetin Önündeki Dış Etkenler” üzerine sunumunu yaptı.

VAHDETİN ÖNÜNDEKİ SIŞ ETKENLER

  Değerli Müslümanlar ben de sizlere vahdetin önündeki dış etkenleri izah etmeye çalışacağım. Dış ekenler derken kastımız İslam dışı ideolojiler ve Müslüman olmayan kişi veya kişilerdir.

  Bu konuyu üç ana başlık altında inceleyeceğiz.

1. Vahdeti engellerken gücünü zorbalıktan alan bazı ideolojiler

2. Vahdeti engellerken gücünü ümmetin düşünce şeklini değiştirmesinden alan bazı ideolojiler.

3. Fetihler ve çeviri eserler ile İslam’a giren düşüncelerin vahdeti engellemesini.

  Bir ideolojinin yayılması ve bekası için gereken şartlar nelerdir? Bir ideolojinin yayılması ve bekası için bu ideolojiyi benimsemiş bir insan kitlesine ihtiyacı vardır. Peki, bir ideolojinin dünya şümul olması isteniyorsa müntesipleri ne yapmalıdır? Eğer bu ideolojinin dünya şümul olması isteniyorsa müntesiplerinin birlikte hareket etmesi yani vahdeti en az sahip olduğu kitle kadar önemlidir.

  Rabbimizden gayrimüslimlere karşı dikkatli olmamız için bir uyarı! ‘‘Kâfir olanlar birbirlerinin yardımcılarıdır…’’ (008/Enfal - 73) ‘‘Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değildirler…’’ (002/Bakar - 120)

 Ümmetin vahdetinin nasıl bozulduğuna örnek olarak Firavun ve İsrail oğulları kıssası: ’’ Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.’’(028/Kasas - 4) Sizi devirebilecek bir topluluğu yönetmenin en iyi yolu onları farklı gruplara ayırmaktır ve farklı sesler çıkarmalarını sağlamaktır. Bu sayede size karşı gür seslerin çıkma ihtimalini düşürmüş olursunuz. Daha sonra bu gruplardan size yakın olanları destekleyip imtiyazlar verip kendinize daha da yaklaştırabilir ve karşınızda olan gruplara da kötü muamele ederek caydırabilirsiniz. İmtiyazlı kesim imtiyazlarından ötürü zulümlere ses çıkarmayacak ve karşınızdaki terörist olarak nitelendirdiğiniz grup içindeki zaaf sahipleri de zulümlerden yılarak ya da imtiyazlılara imrenerek davalarından vazgeçecektir. Bu şekilde taraftar kazanabilir veya muhalif sayısını eksiltebilirsiniz. İşte firavunun yaptığı da budur.

Vahdeti engellerken gücünü zorbalıktan alan bazı ideolojiler ve kullandıkları bazı araçlar şunlardan inceleyeceğiz. Sömürgecilik, emperyalizm ve kullandığı araç olarak oryantalizm,  faşizm, siyonizm.

Sömürgecilik ve emperyalizm güçlü devletlerin kendisinden daha zayıf halkları ve devletleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanması temeline dayanır. Yani bir devlet ne kadar güçsüz ise o kadar kolay sömürülür. Kendi aralarındaki bağları zayıf olan halkların devletleri sömürüye daha açıktır; çünkü birlikte hareket eden halklar güçsüz bile olsalar her zaman emperyalizmin korkulu rüyası olmuşlardır. Mahatma Gandhi ve hareketinin dayanışması İngiltere’ye bir taş bile atmamalarına rağmen başarılı olmuştur. Emperyalist güçler bir yeri sömürmek istediklerinde oraya demokrasi, insan hakları, özgürlük götüreceklerini söylerler ve bunu o kadar inandırıcı yaparlar ki sömürecekleri yerin tepkisi şöyle dursun oradan kendilerine destekçiler bile bulabilirler. Ayrıca Mazlum halkların kaynaklarını yok pahasına almak ile yetinmeyip oradaki vahdeti bozarak bir savaş çıkarıp kendi silahlarını satarak da kazanmaya devam ederler. Birisi çıkıp ‘‘ Sen orada bozgunculuk yapıyorsun.’’ dediğinde ise ‘‘ Haşa ben oraya demokrasi götürüyorum. ’’der. Allah(s.v.t) bu durumla ilgili şöyle buyuruyor: ‘‘Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.’’(2/Bakara - 11)

Emperyalizm daha iyi sömürebilmek için bilgiye ihtiyaç duyar. Sömüreceği insanlar ne yapar nelere tepki verirler bunları bilmesi sömürü tekniklerini geliştirmesine yardımcı olur.  Oryantalizm bunun için kurulmuştur. Oryantalizm batın işine yarayacak şekilde bilgi toplar ve sömürüye omuz verir.

Bunu en iyi Edward Said’in şu sözü açıklar: “Oryantalizm gerçek Doğuyu değil Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir Şark’ı aksettirir.’’ (Edward SAİD)

  Vahdetin bozulması için oryantalizm İslam’ın temel kaynaklarını araştırı ve tarafsız gibi görünerek bilgi sunumları yapar. İhtilaflı meseleleri gündeme getirir, sonra da ihtilafları körükler ve ümmeti tefrikaya götürecek adımları atar. Ümmetin en ufak ihtilafı bile ayrışma sebebi gördüğü bu günlerde bunu yapması çok da zor değil.

  Faşizm kendi ilan ettiği ideoloji dışındaki her ideoloji reddeder ve yaşama hakkı tanımaz. Muhaliflerin otorite karşısında güç sahibi olmaması için elinden geleni yapar. Böyle bir düşüncenin altında yaşamak zorunda kalan Müslümanların birliğine ve dolayısıyla sisteme karşı bir güç oluşturmasına müsaade etmesi mümkün değildir.

  Büyük İsrail projesinin gerçekleşe bilmesi için vaat edilmiş toprakların Yahudilerin eline geçmesi gerekmektedir. Vaat edilmiş toprakların üzerinde yaşayan halkın çoğu kendini İslam’a nispet etmektedir. Buraların el geçirilmesi ancak orada yaşayan halkın, bir birini umursamayan ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı ile hareket eden kimselerden oluşması ile mümkündür.

  Oynadıkları oyunların anlaşılmaması için tüm dünya gözünde bir ezilen halk imajı çizmişlerdir ve bu şekilde suçlarını örtbas ederler. ‘‘…Bu da onların, «Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur» demelerindendir...’’ (002/Bakara - 75) Bu ayet Yahudilerin kendilerinden olmayanlara yaptıklarının nedenini açıklamaktadır.

  Peki, bu ideolojiler neden Müslümanların vahdetine karşılar? Çünkü birlikte zor sömürülürüz ve elimizdekilere sahip olmaları zordur ve birlik olursak onların kirli düzenlerini bozup adil olan ve herkesin hak ettiğini aldığı bir düzeni oluşturabiliriz. İşte bu yüzden vahdeti engellemeye çalışırlar.

   Vahdeti, düşünce şeklini değiştirerek engellemek isteyen ideolojilerden bazıları şunlardır: materyalizm, kapitalizm, sekülerizm ve laiklik, komünizm ve sosyalizm, ırkçılık. Bu ideoloji çok daha sinsi bir şekilde vahdeti engellerler. Müslümanların Allah’ın emrettiği gibi düşünmemelerini sağlamak Ümmetin altını gizliden gizliye oymak gibidir.

  Materyalizm ümmetin vahdetini engelleyen çoğu ideolojinin çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu gün bir Müslümana sorduğunuzda ‘‘yağmur neden yağıyor, rüzgâr bu bulutları nasıl getiriyor.’’ Diye. Zamanında Ebu Cehil ’in bile vermediği cevabı veriyorsa bunun sebebi Materyalizm ve doğurduğu diğer ideolojilerdir. Daha Müslüman gibi bile düşünemeyen insanların vahdeti oluşturması nasıl mümkün olur?

  Kapitalizm adaletsiz gelir dağılımı ve zenginin daha da zengin olmasını sağlayan kapitalizm Allah Rezzak’tır dememize rağmen ahiretimizden çok dünyamız için endişelenmemizi sağlamıştır. Bize bir iş bulup çarkları arasına soktuğu andan itibaren bu endişeler baş gösterir.

  Rasulullah (s.a.v)’in ‘‘ İhtiyaç üçtür: yeme, içme; giyinme; barınma ’’ diyerek temel ihtiyaçları belirlemesine rağmen, kapitalizm daha fazla temel ihtiyacımızın olduğunu bize söyler, der ki:’’ filan da var sen de niye olmasın.’’ Sonra kendinizden bazı cümlelerin çıktığını duyarsınız : ‘’ bunlar olmadan nasıl yaşıyorduk veya bunlar olmasa yaşayamam.’’ Böylece zihindeki önem sıralaması değişir. İslam’ı ikinci plana ittiğimiz vakit onun diğer emirleri gibi artık vahdet için de çaba gösterilmez.  Ayrıca insanların konumunu ekonomik güçlerine göre belirler ve böylece aynı sofrada bir köle ile yemek yiyen peygamberin ümmeti filan mekândan aşağı bir yerde ve statüsü falan olan kişilerden başkasıyla yemek bile yiyemez olur. Sizce bu şekilde vahdet nasıl sağlanır?

  Laiklik ve sekülerizm temellerinde hayatı ikiye bölme ve hayatı nedensellik üzere anlama olan iki ideolojidir. Bu görüşlerin altında vahdetin oluşması imkânsız olur; çünkü vahdet Müslümanların hayatını İslam’a uygun yaşamalarının tek yoludur; ama bu sitemlerin halklarının İslam’a uygun yaşaması gibi bir sorunları olmadığından altında yaşayan Müslümanların da vahdete olan ihtiyacı körelir.

  Sosyalizm ve komünizm ile toplum inşa edilirken gözetilen en önemli etken gelir dağılımındaki eşitliktir; ama her eşitlik adalet değildir. Adalet eşitlikten çok daha önemlidir. Yine akılla oynanıp hayatın gayesi değiştirilir ve vahdet artık unutturulmuş olur.

  Bu sistemler İşçi sınıfın devleti yönetmesi gerektiğini savunur. Buna karşın proletarya kendini yönetebilecek donanıma ulaşana kadar onların yerine bir yönetici sınıfın görevi üstlenmesinden bahseder; ama hiçbir zaman işçiler bu donanıma erişemez çünkü işçiler çalışmaktan bu seviyeye gelecek birikimi oluşturacak zamana sahip olamayacaklardır.

 Irkçılık gibi temelinde bir ayrımcılık olan sistemin Müslümanların birleşmesi önünde engel oluşu aşikârdır. İslam son dindir ve bütün insanlığa gönderilmiştir ve İnsanlık birçok ırktan oluşmuştur.

  Peki, bu ideolojiler neden vahdeti bozar? Bir fiilin oluşabilmesi için arkasında bir düşünce olması gerekir farklı düşüncelerle aynı sonuca ulaşmak farklı ölçü aletleriyle aynı sonucu bulmaya çalışmak gibidir. İslam tevhit dinidir ve vahdeti emreder fakat diğer düşünceler ya vahdete olan ihtiyacı yok eder ya da bunun oluşmaması için duygularla ve zihinle oynar. Bozulmuş zihinler vahdeti oluşturamaz.

  Fetihler ve çeviri eserler ile İslam’a giren düşüncelerin vahdeti engellemesi aslı itibariyle dışarıdan gelen düşüncelerin ümmette farklı fırkalar doğurmasına neden olmuştur. Yani dış etken olmasına rağmen iç etkenler gibi ümmeti bölmüştür.

“Arap Yarımadası'nda doğan İslamiyet büyük bir hızla gelişti. Kısa bir süre içinde birçok ülkeler zapt edildi. H. 14-21 /M. 635-641 yılları arasında Suriye, Mısır, Irak ve İran büyük İslam devletinin birer eyaleti haline geldi(121).Daha sonraları ve bilhassa Emeviler ve Abbasiler devrinde bu yeni devletin hudutları, doğuda Maveraünnehir, batıda Simali, Afrika ve hatta İspanya'ya kadar uzadı. Tabii olarak İslam düşüncesine bu fetihlerin önemli etkileri oldu. Yabancı din ve kültürlere sahip birçok unsurlar İslam toplumuna girdi. Suriye ve Mısır'da Hıristiyan ve Yahudi dinleri hâkim bir durumda iken, Irak ve İran'da da Mecusilik, Sâbie, Zerdüşt, Mezdekiyye ve Seneviyye gibi(122) birtakım batıl inançlar yaygın bir halde idi. Müslümanlar fethettikleri bu ülkelerde, karşılaştıkları bu kadar çeşitli din ve inanç sahipleri ile bir arada yaşamak ve onlarla devamlı teşrik-i mesai yapmak zorunluluğunda idiler. Bunun bir sonucu olarak, bazı Müslümanlar kendilerini onların tesirine kaptırmağa ve böylece onların bazı inançları da İslamiyet'e sızmağa başladı. Bu tesirler çeşitli yol ve şekillerde oldu. Mesela bu din mensuplarından bazıları, kendi dinlerini bırakarak İslamiyet'i kabul etmelerine rağmen, eski inançlarından tamamıyla sıyrılmağa ve bunların etkisinden kendilerini kurtarmağa muvaffak olamadı.(123)”

“Mansûr'un halifeliği zamanında (H. 137-159 /M. 754-775) başlayan tercüme faaliyetleri hızla gelişti. Özellikle H. 198 /M.813 de Me'mun'un halife olmasıyla Yunancadan, Pehleviceden ve bilhassa Süryaniceden Arapçaya bir çok eserler tercüme edildi. Daha sonra H. 217 /M. 832 de Me'mun tarafından kurulan Beytul-Hikme'nin de bu alanda büyük rolleri oldu. H. 232 /M. 846 da halife olan Mütevekkil tarafından da daha önce başlayan bu tercüme faaliyeti büyük bir destek gördü ve böylece onun zamanında da birçok yabancı eserler Arapçaya aktarılmış oldu’’.(188)‘‘Makrizi'nin kaydettiğine göre, Me'mun'un hilâfetini takip eden birkaç sene içinde, Yunancadan ve başka dillerden Arapçaya birçok eserler tercüme edilmiş ve Mutezile mensupları bunları büyük bir iştiyakla okumuştur.’’(189) “Mutezile, felsefe ile dini uzlaştırmağa çalışan teolojik sistemlerin ilki olarak İslam tarihindeki gerçek yerini almıştır” (190)

Bu etkenlerden tamamen dıştan gelen tehditler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Rabbimizin müjdesi ile bu etkenlerin muhlis kullar için ne kadar etkisiz olduğunu görürüz. ‘‘Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez…’’(005/Maide - 105) ‘‘ İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, ant olsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.” dedi.’’(015/Hicr – 39,40)

Rabbim bizi Muhlis kullar olarak yaşatsın ve o hal üzerine öldürsün.”

“Vahdetin oluşmasına dönük çözüm önerileri” başlıklı son sunumu ise son panelist Durmuş KANCI yaptı. 

VAHDET'İN OLUŞMUNA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Yaptığı sunumda Durmuş KANCI şunları ifade etti:

“Kıymetli dinleyiciler, kıymetli arkadaşlar. Evvela şunu belirtmek isterim ki, burada, vahdete yönelik çözüm olarak ifade edeceğim hususlar benim şahsi tespitlerim olup her türlü tartışılabilir, kabul veya reddedilebilir hususlardır.

Bununla beraber daha genel veya daha özel çözüm önerileri de ortaya konulabilir. Başlıklar genişletilip kısaltılabilir.

Bir başka husus, geniş halk kitlelerinden önce İslami şuur ve aidiyet bilinci gelişmiş fert ve yapıları önceleyerek önerilerimi sunuyorum. Çünkü sağlıklı ve güçlü bir beraberliğin tesisi için evvela ümmetin şuurlu, taşıyıcı unsurlarının vahdet örnekliği arz etmesi gerekir. Bu örneklik oluşmadan genel gövdede bir bütünlüğün, beraberliğin tesis edilmesi zordur.

Ben, vahdete dönük engelleri aşmak hususunda üç önemli noktayı genel başlık olarak alabileceğimizi düşünüyorum.

Bunlardan biri Vahdete Yönelik iç ıslahı önceleyen, bizi bir arada tutup anlaşmamızı kolaylaştıracak olan “nasihat dilinin tesisi” hususudur. Buna Müslüman fert veya grupların diyalog-iletişim fıkhı da diyebiliriz.

İkinci önemli başlık, dağılan birlikteliğimizin, yıpranan psikolojimizin kaynağı olan, her türlü cahili kir, ifsat ve arızayı bertaraf edebilecek; birleştirici genel bir fikri hedefin belirlenmesidir. Bu manada düşüncede vahdetin öncelikli hedefi, Ümmet Şuurunun tesis ve takviye edilmesi olmalıdır.

Üçüncü başlık olarak, sağlıklı düşünceyle bütünlük arz eden somut pratiklerin oluşması için, müşterek olunan hususların öne çıkarılması, ortak hareket etme zemininin genişletilmesi, yani ameli birliktelikleri çoğaltmak sayılabilir.

Diyalog-iletişim

İlk olarak, niçin nasihat dilini geliştirip diyalog-iletişim fıkhımızı yenilememiz gerektiğine bakacak olursak;

1-Müslümanlar en genelde bir aile gibidir.

İçerde ve dışarıya karşı bizi bir arada tutacak ne kadar çok ortak nokta belirlersek bu bizi o oranda sağlam, güçlü bir aile kılar.

Ama her şeye rağmen aile içinde de anlaşmazlıklar, sorunlar olabilir.

Önemli olan, bu sorunları ailenin bütünlüğünü, sağlıklı işleyişini bozdurmayacak şekilde hassasiyetle ele alıp çözme iradesi göstermektir.

2-Aile içinde oluşan sorunları çözme noktasında, evvela birbirimizle konuşabilen, diyalog kurabilen bir zemini oluşturmuş olmamız şarttır.

Sorunların kaynağında ve büyümesinde onları yüz yüze konuşmayı ötelemek vardır.

Yine, Diyalog eksikliği ve bu yüzden oluşan zan, önyargı birikimi vardır. Demek ki evvela Müslümanca düşünme ve Müslümanca konuşabilmenin usulünü-yetisini oluşturmamız lazım. Buna en güzel örnek peygamberimizdir

3-Peygamber (a.s) evvela bir tebliğciydi. Dinlemeyi bilirdi. Muhatabını iyice anlamadan ona hitap etmezdi. Mümkün olduğu kadar açık, net ifadelerle kendisini ortaya koyardı ki kastettiğinin dışında bir anlam anlaşılmasın.

Muhatabın hassasiyetlerini gözeten empatik bir dinleme şarttır. Peygamber (a.s) muhatabını dinlerken onun sorununu anlamaya gayret ederdi.

Çünkü dinlediğimiz kişi bizim mümin kardeşimizdir.

Demek ki kardeşlik şuurunu canlı tutup, hüsnü zan ile yaklaşmak esas (rotamız-konumumuz) olmalı.

Emredici, yargılayıcı, öteleyici, küçümseyen, hırçınlaştıran bir dili değil; nasihat edici ve kardeşlik hukukunu öne alan bir dil kullanmamız lazım.

Çünkü müminler birbirlerine karşı şefkatli, merhametli olmak zorundadır.

Allah’ın bize Kuran’da verdiği bir örnekle bakacak olursak; Rabbimiz, TAHA Suresi 43-44’de, Hz. Musa ve kardeşi Harun’u zalim Firavuna gönderirken buyuruyor ki: .“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır.”  “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.”

Ayetten de anlayacağımız gibi, Firavun gibi bir zalime karşı bile sözü yumuşaklıkla söylemek nasihat edilirken; Müslümanın Müslümana hitap ederken çok daha yumuşak ve anlayışlı olması gerekir.

Buna benzer bir örnek olarak, Hz İbrahim'in, müşrik babasına şefkatle dua etmesini de sayabiliriz. 

Merhametli bir dil kullanmamız her şeyden evvel kalplerimizin kaynaşmasına, birbirimize tahammüllü olmaya vesile olacağını görmeliyiz.

4-Kendi anlayışını dinin aslı, özü kabul edip anlayışını başkalarına mutlak doğru olarak dayatmaktan kaçınılması gerekir. Zira hiç bir kimse veya grup doğrunun yegâne kaynağı da ölçütü de olmadığını bilmelidir. Bu manada taassubun ve sonu tekfirciliğe varan mutlak yargılayıcı dilin ümmete sadece ayrıştırma getirdiği unutulmamalıdır.

Bir diğer husus ise, müminler birbirlerinin beyanını esas kabul ederler. Çünkü birbirlerine güvenmek, itimat etmek zorundadırlar. Bu yüzden kafamızda önceden oluşmuş ön yargıları, zanni birikimleri esas almak yerine, sorunlarımızı yüz yüze konuşup muhatabımızın kendisine dair beyanatlarını esas kabul etmemiz gerekir.

Yüz yüze konuşmak ve sözü güzellikle söylemekten kaçınıp, başka araçlarla veya perde arkasından veya aracılar üstünden konuşmak anlaşmazlıkları körükleyecek, önce kalplerimizi sonra ellerimizi koparacaktır.

5- bugün adına sosyal medya denilen ortamdan örneğini gördüğümüz bir husus belki açıklayıcı olur.

Özellikle Müslüman camiada bilinen, öncü kimliğine sahip, sözüyle birçok kişiye örnek olan nice ilim ehlinin, her türlü yoruma ve dinleyiciye açık platformlarda birbirlerini rencide edici şekilde tartışması bir faciadır.

Âlimlerin birbirleriyle hakaret düzeyinde tartışması maalesef tabanda daha seviyesiz ve hırçın düzeylere, kutuplaşmalara sebep olmaktadır.

Ümmet Şuurunun İnşası

Vahdete yönelik engelleri aşmada çözüm olacak ikinci önemli husus, Düşünsel vahdetin oluşması için, Ümmet Şuurunun yeniden tesisi hususudur.

1- Vahdet bilincinin ve görüntüsünün oluşmasında Ümmet Şuuruna kavuşmanın, ümmet düşüncesini önceleyip berraklaştırmanın olmazsa olmaz önemi vardır.

Ümmet şuuru erişilmesi gereken bir üst çıta olmak zorundadır. Aksi takdirde yapılan tüm çalışmalar ya dar milliyetçi kalıpların, mezhepçi anlayışların, medyatik-popülarist çıkışların hanesinde eriyip gidecektir.

Bu yüzden ilkin zihinlerimizdeki sınırların, bizi ayrıştıran her türlü cahili unsurun ötelenip Müslüman kardeşliğini baz alan ümmet anlayışının güçlendirilmesi şarttır.

2-Bu manada egemenlerin bizlere dayattığı her türlü ulusçu sınırı, kavmi aidiyeti kutsayıcı söylemi, üretilmiş milli dindarlığı aşacak bir Ümmet ufkunu hep canlı, gündemde tutmalıyız.

3-Müslüman kimliği bizim en üst kimliğimizdir şuuruyla hareket etmek ve bu şuurla nesil yetiştirmek zorundayız.

Yaşadığımız çevrede ve tüm yeryüzündeki mazlumlarla, mustazaflarla beraber olduğumuzu imkanımız olan her ortamda belirtmeli ve sanal aidiyetlerin bizi bu ümmetçi perspektiften uzaklaştırmasına izin vermemeliyiz.

Bu manada:

Al-i İmran Suresi, 103’te buyrulduğu gibi;

Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz."

Somut-Müşterek Adımlar

Diyalog-iletişim dışında Vahdete yönelik, Üçüncü önemli husus, Ortak çalışma alanlarını çoğaltma hususudur.

1-Vahdet, elbette istenen, hedeflenendir; ama vahdet tasavvurumuz gerçekçi olmalıdır. Yüzde yüz idealize edilmiş bir vahdet tasavvuru gerçekçi olamaz.

Bu yüzden her konuda aynı düşünmeyi, aynı hareket etmeyi hedeflemekten ziyade dinin, herkes tarafından muhkem kabul edilen, müşterek esasları etrafında ilkesel bir bütünleşmeye gitmeyi denemek lazımdır.

Çatışma, tartışma zeminlerini esas olmaktan çıkarıp ortak noktaları çoğaltmak, gündemleştirmek zorundayız.

 Merhum Şehit Hasan Elbenna'nın da dediği gibi “ ittifak ettiğimiz meselelerde yardımlaşalım. İhtilaf ettiğimiz meselelerde birbirimizi mazur görelim.” Böyle yaparsak o zaman bizi birleştiren unsurların ne kadar çok olduğunu görmüş olacağız.

Mesela farklı yapılara sahip İslami grupların hemfikir oldukları birçok hususta diğer kardeşleriyle de istişare etmeyi ve onları da faaliyetlerin ortağı yapmayı başarması gerekir.

Herkesin kendine özgü bir yapısı, bir tür öncelikli hareket alanı ve çalışma metodu olsa da başka Müslümanlarla beraber iş üretilebilecek alanlar her zaman mevcuttur.

Mesela İslami kimliğe yönelik hakaretlere, sataşmalara dönük ortak tavır belirlemek, Yaşadığımız belde de veya herhangi bir İslam beldesinde yaşanan acılar karşısında topluca ses vermek gibi.

Örneğin bugün burada düzenlenen program, hepimizi ilgilendiren ve hepimizin ortak ızdırabını yansıtan bir meselenin beraberce ele alınması hasebiyle ortak irademizin ürünüdür. Böylesi ortak alanları çoğaltmak, pratik birliktelikler açısından önemlidir.

2- Ümmeti ilgilendiren büyük hadiseler karşısında her türlü grup, hizip hesabının ikinci plana terk edilmesi şarttır. Böylesi anlarda-durumlarda acıları azaltmaya dönük toplu ve güçlü adımlar atılmalıdır.

Mesela yaşadığımız coğrafyada İşgallerin, savaşların ve sömürgeciliğin sebep olduğu devasa boyutta acılar vardır. Bu acıları azaltmak ve Müslüman dayanışmasını ibadi bir bilinçle çoğaltmak adına her türlü ortak adım, güçlü ittifaklar zaruridir.

Buna dönük organize edilen insani yardımlar, bilinç düzeyini arttırıcı salon toplantıları (konferans, panel, forum...), yerinde gözlem heyetleri, basın açıklamaları, yürüyüş, protesto vb eylemliliklerin etkili olabilmesi açısından ortak iradeye dayanması gerekliliktir.

Aksi taktirde küçük, etkisiz, sönük, grup mantığını aşamayan dar hareketlerin onlarca, hatta yüzlerce olması moral açısından toparlayıcı görüntü arz etmeyecektir.

Sonuç olarak

1- Hepimiz Müslümansız, aynı imtihana tabiyiz. Birbirimizden mesulüz ve birbirimizin velisi konumundayız. Bu yüzden birbirimizi sevmek ve birbirimizle dayanışmak zorundayız. Hatta mümin kardeşini kendisine tercih edebilen bir toplumun temelini atmak zorundayız

Başta da dediğimiz gibi bizi ayrıştıran, uzaklaştırıp ellerimizi birbirimizden koparan hususlar, bizi bir arada tutabilecek ortak hususların yanında çok zayıf durumdadır. Yeter ki Allahın razı olacağı adımlar atabileceğimiz hayırlı alanları, ihtilafı değil iş yapmayı sağlayacak olan müşterekleri gündemleştirip öne alalım.

Bu sayede küçük birliktelikler çok daha büyük adımların ve daha sağlam, sağlıklı birlikteliklerin öncüsü olacaktır inşaallah.”

Panelin moderatörü Suat YILDIZ yaptığı kısa bir değerlendirmeden sonra dua ile panele son verdi.

erzurum-20151220-01.jpg

erzurum-20151220-02.jpg

erzurum-20151220-03.jpg

erzurum-20151220-04.jpg

erzurum-20151220-05.jpg 

HABERE YORUM KAT

3 Yorum