Ermeniler neden 1915’e ‘takılıp kaldı...’
Suçun fail tarafından inkârı, bazı durumlarda suçun kendisinden bile daha yaralayıcı olabilir; failin yanı sıra suça tanıklık edenlerin de inkâra yönelmeleri durumunda ise sonucun bu tarzda tecelli etmesi neredeyse mukadderdir.
Böyle bir inkârla karşılaşan her mağdur, bütün enerjisini “inkâr”ın “ikrar”a dönüşmesi yolunda harcar; meğerki bütün yaşam enerjisini tüketerek bir kenara çekilmiş ya da hayatına son vermiş olsun...
Böyle bir insanın başat duygusu kaçınılmaz biçimde “öfke” olacaktır.
Öte yandan suçu inkâr edenlerin, bu “öfke”nin asıl müsebbiplerinin kendileri olduğunu unutarak, öfkeden neredeyse hastalanmış bir insanı bu halinden dolayı suçlamaya kalkmalarında büyük bir ahlaki problem vardır.
Affetmek, affedilenden çok affedene iyi gelir (hatta affedilmek bazen ağır bir ceza biçimine bile bürünebilir). Kendisine kötülük eden birini nihayet bağışlayabildiği için Allah’ına şükreden biri hiç kimseye tuhaf gelmesin: O, içindeki zehri akıtabildiği, böylece “tedavi” olabildiği için, bunu sağlayan yaradanına teşekkür ediyordur.
İnkârı ısrarla sürdürenler, kurbana “öfke”den başka bir duygu edinme fırsatı vermedikleri, böylece kendisine kötülük edeni affederek iyileşme imkânını dahi kurbanın ellerinden aldıkları için çok ağır bir sorumluluğun altına girmişler demektir.
Yıllar önce, bu tema etrafında dönen bir hikâye (belki bir roman) kurgulamıştım kafamda... Kahramanım, çok güvendiği, “ağabey” dediği bir adamın tecavüzüne uğrayan bir kadındı. Kadın, güvenin paramparça oluşunun yol açtığı travmayla baş etmeye çalışırken, daha beter bir travmayla yüz yüze kalıyordu: Adam asla böyle bir şey yapmadığını söylüyor, yetmezmiş gibi kadının dost ve arkadaşları da adamın dilinden konuşuyorlardı.
Kahramanım, gerek tecavüzün gerekse de suçun inkârının yol açtığı acıları unutmak ve kendi kendisini tedavi edebilmek umuduyla doğup büyüdüğü İstanbul’dan ayrılmaya karar verip, ablasının ve eniştesinin yaşadığı uzak bir Anadolu şehrine yerleşiyordu. Orada, bir yandan öfkesini biliyor, bir yandan açtığı davanın izini sürüyordu.
Ne var ki, bu tercihinin, amaçladığı şeye hizmet etmeyeceğini anlaması için birkaç yıllık bir süre yetecektir. Kadın o süre içinde onu asıl “hasta” eden şeyin tecavüz eyleminden çok “ağabey” dediği adamın ve gerçeği bilen herkesin, uğradığı haksızlığı inkâr etmeleri olduğunu anlayacaktır.
Kafamdaki kurguda kadın, bu algının sürüklemesiyle tekrar doğup büyüdüğü topraklara dönüyor, dost ve arkadaşlarıyla yüzleşmeye başlıyordu. Başlangıç ümit kırıcı olsa da birkaç ay sonra vicdanı kanayan bir arkadaşı nihayet gerçeği kabul edip özür diliyor, böylece onun tedavi süreci de başlamış oluyordu...
Hosrof Dink ne demişti?
Suçun inkârının sonuçlarına ve kurbanın tedavisine ilişkin olarak bu hikâyede kurgulanan şeylerin gerçeğe tekabül ettiğini ve aynısının büyük toplumsal suçlar için de geçerli olduğunu öne sürebilir miyiz?
Hrant Dink’in kardeşi Hosrof Dink’in “Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılması”nı öngören yasa tasarısının Fransız parlamentosunda kabulünden hemen önce yaptığı değerlendirme, bu sorunun cevabının “evet” olduğuna dair güçlü bir argüman sunuyor. Ağabeyininkine benzeyen bir yüce gönüllülüğe sahip olduğu anlaşılan Hosrof Dink şöyle demişti:
“Atalarımın acılarını el âlem değil TBMM konuşmalı. (...) O tarih bu ülkede konuşulduğu gün, o acımı azaltır ki, ben bunun Türkiye’de başladığını biliyorum. Yüzleşmek böyle bir şeydir. (...) İnatla da yaşamaya çalışıyoruz burada. Biz sizin kardeşleriniz. Sizle yaşamak için inat eden biziz, siz değilsiniz. Ben bu toprakları öylesine seviyorum ki onun için hem oraya (Fransa’ya) hem de buraya isyan ediyorum. Yoksa çok çabuk çeker giderdik buradan. (...) Biz burada yaşadığımız için tedavi edildik. Bizim için problem yok. Ama dışarıda yaşayanlar 1915’e takıldılar ve orada kaldılar.”
Hosrof Dink’in sözleri, benim burada tartışmaya çalıştığım şey açısından çok önemli. O nedenle bu sözleri biraz açmaya çalışacağım.
Hosrof Dink, “acısının azalmaya başladığı an”ı tarif ederken, mutlak ve topyekûn inkâr cephesinde açılan bir gediğe işaret ediyor. Fakat bu “an”ın çok da gerilere gitmediğini ve hâlâ hayli cılız olduğunu hesaba kattığımızda, “biz burada yaşadığımız için tedavi edildik” cümlesi, bu mutlaklığıyla bana, cümlenin sahibinin inkâr politikalarına yönelttiği sert eleştirilerle çelişiyormuş gibi geliyor.
Hosrof Dink’in cümlelerinin analizine devam etmeden önce bir parantez açıp “tedavi edildik” meselesinin daha dengeli bir versiyonunu hatırlatacağım...
AGOS’un cuma günü piyasaya çıkan son sayısının manşetinde (“Sorumluluktan Kaçmayın”) Fransa’daki oylamadan yola çıkılarak sırasıyla Fransa, Türkiye, Fransa Ermenileri ve Türkiye Ermenilerine çağrıda bulunuluyordu. O çağrının “Türkiye Ermenilerine” bölümündeki ifadeler bana daha isabetli göründü:
“Bizler, çektiğimiz tüm acılara rağmen, binlerce yıldır yaşadığı topraklarda eşit yurttaş olma hayalini hep canlı tutmuş bir topluluğuz. Fransa’daki gibi yasa tasarılarının bizlere her defasında zor günler yaşattığı, üzerimizdeki baskıyı biraz daha arttırdığı bir gerçektir. Ancak bu baskılardan, geçmişte olduğu gibi, kendi tarihsel gerçekliklerimizi eğip bükerek, kendi kendimizi inkâr ederek kurtulamayız.
Gün ‘sadık vatandaş’ olduğumuzu ispatlamaya çalışmanın günü değildir. Bu çabanın bizleri sürekli güç durumlara soktuğuna bütün Cumhuriyet tarihi tanıktır. Gün, susmanın ya da bizden istenenleri söylemenin değil, gerçekleri dile getirmenin, hak arama mücadelesine katılmanın, bildiklerimizi bilmeyen komşularımıza anlatmanın ve bilmediklerimizi onlardan öğrenmenin günüdür.”
Diasporanın öfkesi ve öfkenin kaynağı...
Zikrettiğim bu rezerv, Hosrof Dink’in sözlerindeki asıl önemli noktayı gölgede bırakmasın: Onun kendi hayatından ve tanıdığı, tanımadığı Ermenilerin hayatlarından çıkarıp önümüze koyduğu asıl bilgi şudur: Ermenilerin “tedavi” süreci “inkârın inkârı”yla başlayabilir ancak. Bunun küçük bir parçası bile (ki Türkiye’de artık böyle bir parça vardır) süreci başlatmaya yeter, fakat esaslı bir iyileşme ancak inkâr siyasetinden tümden vazgeçilip samimiyetle özür dilenmesiyle mümkün olacaktır.
Hosrof Dink, “tedavi” için Türkiye Ermenilerinin daha şanslı olduğunu söylerken haklıdır, fakat “Dışarıda yaşayan Ermenilerin 1915’e takılıp, orada kaldıkları” ifadesiyle onları eleştiriyor ve meseleyi o noktada bırakıyorsa, bu cümleyle de problemim olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü “dışarıda yaşayan” Ermeniler sırf coğrafi olarak Türkiye dışında yaşadıkları için bu kadar öfkeli değiller; “içerisi” inkâra devam ettiği için öyleler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1915 katliamını tasarlayıp uygulayan çeteyle arasına mesafe koysaydı ve olan biteni bütün açıklığıyla kabul etseydi, dışarıda yaşayan Ermeniler de şimdiye dek çoktan “tedavi” sürecine girmiş olacaklardı.
Fakat hepimiz biliyoruz ki öyle olmadı: İnkâr sürdürüldü ve böylece “dışarıda yaşayan Ermeniler”e “öfke”den başka bir duygu edinme fırsatı verilmedi; affederek iyileşme imkânı dahi onların ellerinden alındı.
Bence diaspora Ermenilerinin öfkesine ve onların “hastalanmış” hallerine gönderme yaparken, onları neyin böyle yaptığı konusunda da bir şeyler söylemek gerekir. Diasporanın öfkesi, o öfkenin kaynağı ve sorumlusu olan Türkiye’nin inkârıyla birlikte ele alınmazsa siyaseten de ahlaken de çok sorunlu pozisyonlara sürükleniriz.
Başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere bu ağır sorumluluğu omuzlarında taşıyanların Ermeni diasporasına dönüp, “bu çağda bu ne öfke, bu ne bağnazlık” diye onlara “sükûnet” tavsiye etmeleri hak mıdır?
TARAF
YAZIYA YORUM KAT