Ermeniler Müslümanlardan ne ister
Geçen senelerde Süleyman Demirel okumak ve çalışmak isteyen başörtülü kadınlar için “Arabistan’a gitsinler” demişti. Bu sözü duyduğumda aklıma ilk Ermeni tehciri düşmüştü. Çünkü biliyorum ki hareketleri uluslararası denetime tâbi olmasa kadın nüfusun yüzde altmışbeşini oluşturan başörtülü kadınları sürmeyi düşünebilen bu zihniyet, yıllar önce iktidarını denetleyip hesap soracak yerleşik bir mekanizma yokken nüfusun yaklaşık yüzde onbeşini oluşturan Ermenileri vatanından sürmekte beis görmemiştir. Birbirinden tarihsel olarak uzak görünse de bu iki zihniyet aynı vicdan yoksunu düzlemin koordinatlarında birleşiyorlar ve hâlâ zulüm ediyor, can yakıyor, yaralıyorlar.
Kur’an’da yurdundan kovulmak savaş sebeplerinden biri olarak geçer, zira bir halkın başına gelebilecek en büyük zulümlerden biridir. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayıp kök salmış koca bir halk zulmün en ağır biçimlerinden birine tâbi tutuldu ve toprağından sökülüp atıldı. Bu 24 Nisan, aradan nerdeyse koca bir asır geçtikten sonra o kayıplarımızı ilk kez yâd ettik. Evet, geç oldu, biraz güç de oldu ama yaptık bunu. Yıllardır sadece katledilen Müslümanların anıldığı bu ülkede ilk kez katledilen Ermeniler için de “keşke olmasaydı” dedik.
Siyasal değişim zamanlarında saflar keskinleştiği için sıklıkla üçüncü bir yolun olmadığı söyleniyor. Örneğin başörtüsü meselesinde ya resmî söylemin ya yasak karşıtı söylemin yanındasınız. Anayasa değişikliği tartışmalarında ya statükonun ya değişimin yanındasınız. Aynı bunun gibi Ermeni meselesinde de ya inkârcıların kafilesinde Talat Paşacıların yanındasınız ya da mazlumun kimliğine bakmadan sahip çıkan Abdullahzade Mehmet Efendilerin yanında çünkü üçüncü bir yol hâlâ yok. Ya ağzınızı açarken Talat Paşa yürüyüşü yapan Doğu Perinçeklerle aynı saflarda olmayı içinize sindireceksiniz ya da hakikatin milliyeti olmadığını bilerek zulme karşı ses vereceksiniz.
Hakikati yıllardır gizleyen resmî ağızlar önce “Ermeni katliamı yok” diyordu, şimdiyse “Onlar bizi, biz onları öldürdük” diyor. Bu “biz ve onlar” dikotomisinin saçmalığını bir kenara bırakıp soralım: Madem bizi öldüren Ermeniler vardı ve o yüzden tehcir oldu; neden bizi hiçbir zaman öldürmeye yeltenmeyen, hiçbir Ermeni isyanının olmadığı bölgelerde yaşayan Ermenileri de sürdük biz? Neden zaten ayaklanma ihtimali olmayan kadın, bebek ve ihtiyarları sürdük biz? İttihatçılar tarafından planlı ve sistematik bir biçimde gerçekleştirilen bu zulmün iler tutar yanı yok. Çetelerin kısıtlı bir coğrafyada yaptığı katliamla devletin nerdeyse tüm ülke çapında örgütlü bir biçimde katliam yapmasını eşitlemenin hakkaniyete sığar bir yanı da yok.
Ancak daha da hakkaniyetsiz olan ne biliyor musunuz? Ermeni tehcirinin mimarı Talat Paşa kadar bile vicdanı olmayanların bugün kabul görüyor olması. Talat Paşa 9 Eylül 1915’te çektiği telgrafını şöyle bitirir: “Kadınları, çocukları, hastaları da kapsayan imha emrini, tatbiki ne denli acımasız, trajik görünüyor olsa da, hissiyata, vicdanın sesini dinlemeye yer yoktur ve amaca ulaşıncaya dek vazgeçilmeyecektir.”
Yani Talat Paşa bile vicdanları zorlayan bir zulme imza attığının farkındayken bugünkü bazı makbul aydınlarımız nasıl bu kadarcık bir vicdan kırıntısından dahi yoksun olabiliyor? Vicdanlarını ‘vatan sevgileri’nde mi boğdular acaba? Yoksa Arat Dink’in sorduğu gibi hiç mi vicdan evinden geçmedi yolları?
İnsanların gönül gözünün bu kadar kararabilmesini hazmedemiyorum, umutsuzluğa düşüyorum. O yüzden sevgili dostum Hayko Bağdat’ın umut dolu sözleriyle bitireceğim bu yazıyı, “Allah cümlemizin gönül gözünü açsın” diye dua ederek...
“Ermeniler Müslümanlardan ne ister?
Ölüme ve ölülerimize bakışımız derin teamüllere tabidir biz Anadoluluların.
Kaidelerimize kıymet veririz.
En son Markar’ın Müslüman olan, rahmetli annesinin cenazesinde tekrar hissettim bu duyguları.
Usullerimiz, usulleriniz vardır birbirini pek andıran.
Müslümanlar saf tuttukları musalla taşının önünde helallik verirler son yolculuğunda kolaylık olsun diye kayıplarına.
Ona şahitlik ederler.
Yaşamına ve ölümüne tanıklık ederler.
Açılmış mezara onu indirmek için en yakını iner.
Toprağa elleriyle yerleştirir.
Tabutu taşımak için ite kaka birbirimizle didiştiğimiz gibi, içinde huzura kavuşacağına inandığımız toprağı üzerine örtmek için kürekleri de paylaşamaz oluruz.
Ölenin tüm yakınlarını da anar, garip bir huzurla ayrılırız oradan.
Yedisini, kırkını, senesini yapar, yasını tutar, normalleşir, her aklımıza düştüğünde rahmet okuruz onlara.
Bu toprakların usulsüzce gömülmüş yüzbinlerce evladı için yapılabilecek son şey onları usulüne göre bir daha gömmek olacaktır.
Ruhlarını huzura kavuşturmak ve özgür bırakmak, üzerinde hayat kurmuş olan bizlere nasip olacaktır.
Vatanında yaşayamayan milyonlarca Anadolu sevdalısı ‘en yakını’ olarak mezara inmek üzere bizlere vekâlet vermiştir.
Ölülerimizi usulüne göre gömelim biz.
Obama, parlamentolar, diplomatlar veya vicdansızlar ne der bilmem gayrı.
Fakat vatanlarında yaşayamayan milyonlarca Anadolu sevdalısı Ermeni ‘Âmin’ diyecektir, inan.
Allah kuvvet versin.
Allah kabul etsin.”
Âmin.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT