Ermeni tehciri ve ahlaki sorumluluk
"Yaşanmış acıları anlayan, nedeni ne olursa olsun, dini, etnik kökeni farklı diye insanlara karşı işlenmiş cinayetleri kınayan bir dil geliştirilmedikçe sorunun çözümü doğrultusunda sağlıklı adımların atılması mümkün olmayacaktır"
23 Nisan 1915'i 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'da geniş tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar, 25 Nisan günü Ayaş ve Çankırı'ya sürgüne yollandı. 180 kişi civarında olduğu tahmin edilen tutukluların ortak özelliği İstanbul'da yaşayan Ermeni olmalarıydı. Van'daki ayaklanma haberlerinin İstanbul'a ulaşmasının ardından, Ermeni Taşnak Partisi'ne yakın oldukları şüphesiyle gözaltına alınan Ermeni aydınların sürgüne gönderilmeleri, çok daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü öncesinde Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları Büyük Felaket'in anma yıldönümü olarak Ermeni diyasporası tarafından kabul edildi. Soykırım kavramının II. Dünya Savaşı sonrasında yerleşmesiyle birlikte, 24 Nisan, önce Ermeniler arasında, "Ermeni Soykırımını Anma Günü" olarak tanındı. Türkiye'de ise, toplumun çok büyük bir bölümü, böyle bir anma gününün varlığını ve buna bağlı olarak, Türkiye dışındaki Ermeni kuruluşlarının soykırımın tanınması ve Türkiye devletinin yapılanlarla ilgili özür dilemesi talebi olduğunu, 27 Ocak 1973'te Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir'in 78 yaşındaki Karakin Yanikyan adlı ABD yurttaşı bir Ermeni tarafından öldürülmesi vesilesiyle duydu.
Ermenilerin on yıllar boyunca Büyük Felaket olarak adlandırdıkları tehcir, aslında 24 Nisan tutuklamalarıyla başlamadı. Ne de ilk kez Ermenilere uygulandı. Şubat 1915'te Dörtyol ve civarındaki Ermeniler, kıyıdaki İngiliz savaş gemileri ile ilişki kurmasınlar diye iç bölgelere sürüldü. Asker kaçaklarının aranması sırasında çıkan çatışmalar da, Zeytun'da olduğu gibi, yer yer Ermeni ayaklanması olarak değerlendirilip bölgedeki Ermeni halk İç Anadolu'ya sürgün olarak yollandı. Bu nedenle 24 Nisan sürgünü, ne kronolojik olarak ne de büyüklük olarak tehcirin miladıdır. I. Dünya Savaşı sonrasında en yaygın bilinen tarih olduğu için ve içinde İtihat ve Terakki ile yakın işbirliği içinde bulunmuş Ermeni siyasetçileri, sanatçıları, aydınları yer aldığı için seçilmiş bir tarihtir.
Çelişki yok
Türkiye'de Ermeni tehcirinin boyutları ve arkasında yatan saikler konusunda yayımlanmış değerli çalışmalardan biri, 2008 başında yayımlanan Taner Akçam'ın kitabıdır. Kitabın başlığını oluşturan, Ermeni Meselesi Hallolmuştur cümlesi bir Osmanlı telgrafından alınmış. Kitabın altbaşlığı ise, Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar (İletişim Yayınları, 2008). Bu altbaşlığın işaret ettiği gibi, Akçam'ın çalışması, genel olarak iddia edilenin aksine, Osmanlı arşiv malzemesi ile Batı devletlerinde bulunan arşiv malzemesi arasında bir çelişki olmadığı tezini savunuyor. Alman, Avusturya, Amerikan ve diğer yabancı arşiv belgeleri, Akçam'a göre, esas olarak birbirini destekleyen ve tamamlayan bilgilere sahiptir ve aynı tarihsel olguları değişik perspektiflerden anlatırlar. Akçam, esas olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti kayıtlarında bulunan ve çoğunluğunu mülki idare amirleriyle İçişleri Bakanı arasındaki telgraf yoluyla gerçekleştirilen yazışmalara dayanarak, bir tehcir politikası tablosu çiziyor.
Kitabın canalıcı kısmını oluşturan son üç bölümde, Ermenilere karşı gündeme getirilen politikaların oluşumu ve hayata geçirilmesi ele alındıktan sonra, Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi belgelerinden tehcirin ve bunun sonucunda yaşanan katliamların neredeyse gün be gün nasıl izlendiği, nasıl yönlendirildiği, zaman zaman nasıl geri adımlar atıldığı, özel izinler çıkarıldığı gösteriliyor. Kitabın sonuna gelindiğinde, son derece saplantılı biçimde Ermeni Sorunu'nu bitirmek isteyen bir iradeyi, esas olarak İçişleri Bakanı Talat Paşa merkezli zihin dünyasını, bunun girişimlerini, endişelerini, takıntılarını çizen bir tablo ortaya çıkıyor. Anadolu'nun homojenleştirilmesi planının, tehcirden çok daha önce uygulanmaya başlandığını görüyoruz. Örneğin Ege ve Trakya Rumlardan, Mardin bölgesi Süryanilerden temizlenmeye çalışılıyor. Akçam, 1913-1918 arasındaki sürgün ve yerleştirme politikalarını, varlıkları tehdit olarak algılanan Hıristiyanların Anadolu'dan tasfiyesinin yanında, askeri nedenlerle, siyasal kaygılarla, Müslüman göçmenlerin yerleştirilmesi amacıyla ve bazen de yerel otoritelerin merkeze haber vermeden yaptıkları sürgünler olarak ayırıyor.
Kitapta detaylı biçimde incelenen telgraflar, tüm boşaltma, göç ettirme ve yerleştirme işlemleri arasındaki zamanın kısalığı dikkate alındığında, bunun ciddi bir ön hazırlığa dayandığı izlenimi veriyor. Önceden detaylı biçimde tasarlanmış, gelişen olaylar izin verdikçe uygulanmış, son derece kapsamlı bir etnik homojenleştirme politikasının hayata geçirildiğini, nasıl en ince detaylarına kadar bunun İçişleri Bakanı tarafından şahsen izlendiğini görüyoruz. Etnik homojenleştirmenin diğer adı, etnik temizlik politikasıdır.
Tarihçiye göre değişir mi?
Akçam'ın kitabını okurken, Selim Deringil'in Eylül 2005'te toplanan İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri başlıklı konferansta sunduğu tebliği hatırlamamak mümkün değil. "Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeni Sorununu Çalışmak ya da 'Belgenin Gırtlağını Sıkmak'" başlığını taşıyan bu tebliğde, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün 1994'te yayımladığı Osmanlı Belgelerinde Ermeniler başlıklı derlemesinde yer alan arşiv örneklerinden hareketle, belgelerin nasıl farklı biçimde konuşturulabileceğini gösteriyordu. Deringil'in bu tebliği, Simgeden Millete başlıklı kitabında yer alıyor (İletişim Yayınları, 2007). Bu tebliğdeki değerlendirmeden yola çıkarak ve Akçam'ın son kitabını okuduktan sonra, bir diğer Ermeni sorunu merkezli konferansın tebliğlerinden oluşan denemeyi dönüp okuyunca, iyi niyetle veya kasıtlı olarak, tarihin nasıl farklı okumalara maruz kalan bir bilgi alanı olduğu daha açık görülüyor.
Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği'nin İTÜ Rektörlüğü'nün işbirliği ile 2005 yılında düzenlediği Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler başlıklı bir panel ve bir sempozyumun tebliğlerini içeren derleme, USTKB Yürütme Kurulu üyesi Prof. Dr. Aysel Ekşi'nin editörlüğünde, 2006 yılında Alfa Yayınları tarafından basıldı.
Kitapta, bu konudaki tarihi gerçekleri ortaya dökmek için uğraşan Onur Öymen, Gündüz Aktan, Şükrü Elekdağ, Yusuf Halaçoğlu, Türkkaya Ataöv, Yusuf Halaçoğlu, Ümit Özdağ, İlber Ortaylı, Norman Stone, Tuncay Özkan ve Holdwater takma adlı kişi gibi değerli emekli büyükelçiler, gazeteciler ve bilim insanlarının tebliğleri var. USTKB yürütme kurulu üyelerinin ve Onursal Başkan Prof. Dr. Bülent Bekarda'nın imzaladıkları sempozyumun sonuç bildirgesinden bir bölüm, bir zihin dünyasını yansıtıyor: "BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre sözde Ermeni soykırımı suçu hukuken oluşmamıştır. Ermeniler bir 'politik' gruptur. Anadolu'nun doğusunda çoğunlukta olmadıkları yerleri alıp bağımsız bir devlet kurmayı amaçlamışlardır. Bu bağlamda düşmanla işbirliği yapmışlar, Türklere saldırmışlar, Türk ordularıyla nizami ve gayri nizami savaşamışlardır. Tehcir, bir teamüli hukuk hükmü olan ve Cenevre sözleşmelerine ek 2 No.lu protokolün 18. maddesinde yer alan 'askeri gereklilik' çerçevesinde uygulanmıştır. Sözleşmede aranan milli, etnik, ırksal ve dinsel bir grubu yok etme kastı yoktur, hiç olmamıştır."
Taner Akçam, tehcir kararının uygulanmasını çok yakından ve neredeyse tek tek izleyen Talat Paşa'nın yazışmalarında çatışma, iç savaş, vs. gibi eylemlerin varlığının izlerinin yok denecek kadar az olduğunu belirtiyor. Belli ki farklı tarihçiler, gırtlağını farklı biçimde sıkarak, belgeleri konuşturuyor.
Akçam tehcirin, Anadolu'nun etnik-kültürel yapısını homojenleştirmeyi amaçlayan bir nüfus politikasının parçası olduğunu ve bu politikanın sadece Ermenilere karşı uygulanmadığını ama Ermenilere, diğer Hıristiyanlardan daha farklı ve çok daha ağır biçimde uygulandığını belirtiyor. Bu olayların bugün değerlendirilmesi konusunda ise, sözü ona bırakalım: "Türkiye'de Resmi Tez olarak bilinen görüş, esas olarak yaşananların bir suç kategorisi ile açıklanmayacak, 'normal' bir eylem olduğu fikrinden hareket etmektedir. Bu anlayışa göre, belirli koşullarda bir Hükümet, bir devlet, kendi vatandaşlarının ölümüyle sonuçlansa da, 'zorunlu göç' gibi bir eyleme başvurabilir ve bunda eleştirilecek bir taraf olamaz. Ana sorun bu zihniyette düğümlenmektedir. Zannediyorum, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, öncelikle gerekli olan şey, ortada ahlaki olarak mahkum edilmesi gereken yanlış bir eylem olduğu gerçeğinin kabul edilmesidir. 1915'in ahlaken savunulamaz bir davranış olduğu başlangıç noktası yapılmadığı müddetçe ciddi ve sıhhatli bir tartışmanın mümkün olamayacağı rahatlıkla iddia edilebilir.(...) Yaşanmış acıları anlayan, nedeni ne olursa olsun, dini, etnik kökeni farklı diye insanlara karşı işlenmiş cinayetleri kınayan bir dil geliştirilmedikçe sorunun çözümü doğrultusunda sağlıklı adımların atılması mümkün olmayacaktır."
Dahiliye Nezareti'nin 26 Mayıs 1915'te Sadaret'e yazdığı resmi yazıda, "Osmanlı Devleti'nin hayati sorunlarının içinde önemli bir bölüm olarak yer tutan bu derdin [Ermeni sorunu ile ilgili ıslahat talepleri] esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesine yönelik araçların hazırlanması ve ortaya konulması düşünülmekteyken", Ermenilerin bir kısmının düşman ile birlikte hareket etmeleri ve masum halka saldırması karşısında, öngörülen hareketin "uygun bir usul ve kaideye bağlı olarak düzgün şekilde nizam verilmesinin gerekli olduğunun" anlaşıldığı belirtiliyor. Ermeni sorununun "halledilmesi" için düğmeye artık basılmıştı.
USTKB sempozyumu sonuç bildirisinde yer alan görüşler, bu belgenin neredeyse tekrarıdır. Bu görüş, Ermeni sorununun hallolduğunu ve artık üzerinin örtülmesi gerektiğini iddia eder. Halbuki Ermeni sorununun gerçekten hallolması, bu topraklarda yaşamaya devam bizlerin, Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları insanlığa karşı işlenmiş suçları ahlaken mahkum etmesiyle mümkün olacaktır. Ve işte o zaman, Osmanlı'nın çöküşü sırasında yaşanmış tüm acıları paylaşabilecek, işlenmiş tüm suçları mahkum edebileceğiz.
Radikal gazetesi
YAZIYA YORUM KAT