Ergenekon'un sevinç çığlıkları
Referandum süreci şimdi daha önemli. Artık bundan sonrasına halk karar verecek. Bu süreci siyasete feda etmek isteyen derin ilişkiler, karanlık bazı eylemlere başvurabilir. Meseleyi özünden uzaklaştırmak isteyenler, zafer çığlığı atabilmek için çeşitli tertiplere başvurabilir.
Başlıktaki tabiri BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras kullanmış. Üzerinde düşünmek lazım. Önce bu sözü söylettiren hadiseyi hatırlayalım. Anayasa değişikliği paketinin 8. maddesi oylanıyor. Malum, bu madde, parti kapatmayı zorlaştıran ve Meclis'in iradesine bağlayan bir değişiklik içeriyordu. AK Parti dışındaki bütün partiler yan yana duruyor ve değişiklikle ilgili adeta duvar örüyordu. CHP, MHP ve BDP... Üçü de anayasa değişikliğinin tamamına karşı durarak akla ziyan bir ittifak kurmuştu. Ancak 8. madde parti kapatmayı zorlaştırmaya yönelik olduğu için ittifakta bir değişiklik gözlenebilirdi. Çünkü vaktiyle hem CHP kapatılmıştı hem de MHP. Kapatılmayı adeta rutin bir işlemmiş gibi yaşayan ve daha birkaç ay önce partileri kapandığı için isim değiştirerek Meclis'te yeniden gruplaşan BDP milletvekillerinden de pozitif bir yaklaşım bekleyenler vardı. Öyle olmadı. İttifak, AK Partili bazı milletvekillerini de tesir altına alarak değişikliği paketten düşürdü.
İşte tam bu esnada muhalefet cephesinde büyük bir sevinç patlaması yaşandı. Sanki büyük bir zafer kazanılmıştı. Bağıranlar, çağıranlar, birbirini tebrik edenler... Niye? Parti kapatılmasının önüne engel konulmasın diye! Bunun için çılgınca sevinenler milletvekiliydi. Siyasetin, rasyonel çizgiden nasıl çıktığının fotoğrafıydı bu manzara. AK Parti karşıtlığı ve anlamsız partizanlık öyle bir hâl almıştı ki; parti kapatılmasına en çok karşı çıkması gerekenler, bambaşka bir safta yer alıyordu. Üstelik bu dalga, iktidar partisinin sahillerini bile zorluyordu... Ufuk Uras, Meclis çatısı altında yaşanan bu coşkuya 'Ergenekon'un sevinç çığlığı!' dedi ve partisinin anlamsız duruşuna karşı çıktı.
12 EYLÜL MAĞDURİYETİ İLE SİYASET YAPMA DEVRİ BİTTİ...
Kuşkusuz, anayasa değişikliği paketine herkesin "evet" deme mecburiyeti yok; ancak değişiklik tekliflerinin muhtevasına bakmaksızın yapılan ittifak, akla derin şüpheler getiriyor. Normal şartlarda MHP ile BDP bir araya gelir mi? Ya da CHP'li kitlenin talepleri ile MHP kitlesinin arzuları tastamam bir ittifak sonucu doğurur mu? Tabii ki hayır. Ancak son ittifak öyle demiyor. Niçin?
Anayasa meselesi siyaset üstü bir konudur; onu siyasetin küçük ayak oyunlarına feda edenler sadece kendi partilerine değil, ülkenin demokrasisine zarar verirler. Aylardır anayasa değişikliği tartışılıyor. Değişikliğe karşı çıkanlar hâlâ hangi maddeye niçin karşı olduklarını söylemiş değil. Topyekûn 'istemezük!' demek, 12 Eylül darbecilerinin yaptığı anayasanın arkasında durmak demektir. Buna hiçbir ülkücünün razı olacağını, hiçbir sosyal demokratın evet diyeceğini düşünemiyorum. Hele BDP! Bu yaptığı ittifak ile gösterdi ki (tabanının temayüllerini dikkate alan) bir parti yok karşımızda. Kurşun asker gibi dizilen bir kitle, Stalin özentisi birinin akıl dışı emirleri ile mefluç olmuş adeta. Bu saatten sonra 12 Eylül mağduriyetinden siyaset yapan partilerin işi bir hayli zor. Çünkü 30 yıl sonra ellerine geçen fırsatı değerlendiremediler, kendi tabanlarının duygularını bile ciddiye almadılar.
Anayasa paketine 'evet' demek için AK Partili olmak gerekmiyor. Bu, AK Parti ile 'diğer partiler' arasında yapılan bir güç kavgası da olamaz. Vicdan taşıyan herkes biliyor ki; anayasamız artık bu ülkeyi taşıyamıyor. O yüzden de mutlaka değişmeli. Mümkünse yeni bir anayasa yapılmalı, değilse acilen bazı maddeler değişmeli. Bu manzara bu kadar netken niçin 'sevinç çığlıkları' atıldı? Ufuk Uras'ın tezi ürkütücü. Umarım Meclis'te kurulmaya çalışılan ittifak bu tür bir sebebe dayanmıyordur; çünkü bahsi geçen üç partinin tabanı, Ergenekon örgütü uğruna anayasa değişikliğine karşı çıkmayı hazmetmeyecektir.
Referandum süreci şimdi daha önemli. Çünkü artık bundan sonrasına halk karar verecek. Bu paket, ülkenin temel özgürlük alanlarını genişletiyor ve daha gelişmiş bir demokrasi için kapılar aralıyor. Bu kadar hayatî bir konuyu küçük siyaset hesaplaşmasına çevirenler, bu ülkeye büyük zarar verir. Seçime gitmiyoruz, referanduma gidiyoruz. Referandumun muhtevasını konuşmayıp siyasî algılardan cephe açanlar hata eder. Tıpkı Meclis'te hata edildiği gibi. Referandum sürecini siyasete feda etmek isteyen derin ilişkiler, karanlık bazı eylemlere başvurabilir. Meseleyi özünden uzaklaştırmak isteyenler, zafer çığlığı atabilmek için çeşitli tertiplere başvurabilir. Oysa halk, referandumun muhtevası ile parti çıkarcılığını birbirine karıştırmayacak kadar basiret sahibi...
Konsey çıkmaz sokakta
Bu ülkenin bir karakoluna saldırı düzenleniyor ve aslan gibi çocuklarımız şehit ediliyor. Neye rağmen? Önceden yapılan saldırı istihbaratına rağmen. Genelkurmay Başkanı, "Saldırı bekliyorduk." diyor. Hatta saldırı istihbaratı, bazı yazarların köşesine bile taşınmıştı. Buna rağmen saldırılar gerçekleştirildi ve dört evlâdımız şehit oldu. Basın dediğin bunun hesabını sormaz mı? Tabii ki soracak. Üstelik saldırı sonrasında da yapılan aşikâr hatalar bulunmakta. Mesela takviye kuvvetler olay yerine vaktinde ulaşamıyor. Ambulans bile takviye kuvvetlerden önce olay yerine varıyor ve yaralı çocuklarımıza yardım ediyor. Bunun hesabını medya sormayacak mı? Bu kaçıncı baskın, bu kaçıncı ihmal, bu kaçıncı şehit haberi?..
Medya, kuşkuları dile getirince Genelkurmay Başkanı çok sert bir açıklama yaptı ve bugünkü medyanın 'mütareke basınından daha hain' olduğunu söyledi. Feci bir hata! Genelkurmay Başkanı unvanı taşıyan bir kişinin daha sorumlu konuşması gerekirdi; maalesef İlker Bey böyle durumlarda öfkesine hâkim olamıyor ve amacını aşan sözler sarf ediyor, sonra da pişman oluyor...
Mütareke basını gibi laflar, hain gibi benzetmeler hemen her kesim tarafından tepkiyle karşılandı. Fatih Altaylı, Fehmi Koru, Atılgan Bayar ve Can Ataklı gibi isimler İlker Başbuğ'u eleştiren yazılar yazdılar. Bir tek istisnası var: Basın Konseyi'ni temsil eden beyefendi. Bir tek o, İlker Bey'i haklı buldu. Olacak şey değil. Bir mesleği ifa eden bütün fertler, bir meselede ittifak ederken bir fert çıkar temsilci sıfatıyla farklı bir şey söylerse bunda bir tuhaflık yok mudur? Anlaşılan o ki Konsey, büyük bir çıkmazda.
Baykal'a kurulan tuzak ve ilke arayışları
Hafta içinde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile ilgili bazı görüntüler internete düştü. Önce bir video paylaşım sitesinde boy gösteren bu görüntüler, pek çok internet sitesi tarafından alıntılandı. Ertesi gün o haber yazılı basında da genişçe yer aldı. Üzücü bir durum. Yıllar öncesine ait olduğu tahmin edilen bu utanç verici görüntüler, büyük bir ihtimalle siyasî bir operasyon. CHP kongresine iki hafta kala bunun piyasaya sürülmesi kime yarar sağlar; bu soruya cevap aramak gerekiyor. Olay bundan sonra nasıl bir seyir alır bilinmez ancak bunun CHP'de bir sonucunun olacağı âşikar. CHP'ye yakınlığı olan bazı gazetecilerin şimdiden Baykal'ı istifaya zorlaması düşündürücü. Bu hain tuzağı kuranlar bunca yıl beklettikleri görüntüleri kongre öncesi devreye sokarak Baykal'ı zor durumda bıraktı. Genel Başkan, görevine devam etse de sıkıntılı bir sürece girmiş oldu...
Medyanın tutumu da ilginç. Her şeyden önce şunu söylemek lazım ki; bu tür konulara şehvetle yaklaşmak doğru değil. İnsanların özel hayatlarını didik didik etmek ne kadar yüz kızartıcı bir durumsa, onu lanetliyor gibi yapıp olayın en ince ayrıntısına kadar anlatılması da o kadar utanç verici olabiliyor. Tabii herkesin tercihi kendini bağlar. Böyle bir hadiseyi geniş geniş işlemek gazetecilik açısından doğru mudur, yanlış mıdır? Her yayın kuruluşu bu kararı kendisi verecek. Kamu vicdanı da medya kuruluşlarının duruşuna not verecek...
Bu arada, "Niye bu habere gazetenizde yeterince yer vermiyorsunuz?" deyip gazetecilik adına kem küm edenler de çıkmıyor değil. Herkesin yaklaşım biçimi farklı olabilir ve herkes kendine göre haklı gerekçeler sıralayabilir. Bizim duruşumuz çok net: Bu tip yüz kızartıcı haberlere, ya yer vermiyoruz ya da çok kısa ve özetle değiniyoruz. Medya dünyasının pek şöhretli kişileri, bu tür utanç verici hadiselerle anıldığında da böyle bir duruş sergiledik, 'İslamcı yazar' diye tarif edilip hedef tahtasına konulan birisi hakkında da benzer şeyi yaptık. Bu, bizim tavrımız. Biz (düşünceleri, hayat tarzları ne olursa olsun) insanların günahlarının peşine düşmeyiz, tecessüs etmeyiz, dedikodusunu yapmayız. Aldığımız terbiye bunu gerektirir. Bu asil duruşu bir meslekî yetersizlikmiş gibi konuşmak cehaletten kaynaklanıyor olsa gerek...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT