Ergenekon ve kirli siyaset
Başbakan R.Tayyip Erdoğan, haklı olarak Danıştay cinayetini kastederek, "Kaşıya kaşıya manşetlerinin altından kendileri çıkıyor. Cinayetten sonra kutsallarımıza, değerlerimize saldırdılar. Hadi yazın bakalım, o gün saldırdığınız iktidar partisine ne diyeceksiniz?" diyor.
Tabii ki Danıştay cinayeti büyük bir planın esaslı parçalarından biriydi. Yüzyıllık İttihatçı geleneğin, iktidarı kontrol etmek üzere meşru siyasete müdahale etme yöntemlerinin en trajik olanıydı. Bu gelenek, yakın tarihimizin hiçbir döneminde eksik olmamış belli başlı cinayet, suikast, komplo ve tedhiş eylemlerinin, kitleleri dehşete düşüren provokasyonların arkasında yatar. 1 Mayıs 1977 bunun ürünüydü. 34 insan hayatını kaybetti, güpegündüz öldürülen bu insanların katilleri, tertipçileri bulunamadı. Bu sene on binler Taksim Meydanı'na çıktı, gönüllerince kutlamalar yaptı, kimsenin burnu kanamadı. Çünkü bu sefer "gayri meşru usullerle çalışan derin devlet"in provokasyon yapma tehlikesi yoktu. Biliyoruz ki, aydınlanmayan cinayet ve tedhiş eylemlerinin arkasında devlet içinde yuvalanmış çeteler, cuntacılar ve birimler var. Bunlar tesadüfi iş yapamazlar. Her eylemleri kısa, orta ve uzun vadeye yayılan hedeflere matuftur.
Bundan 20 sene önce sorunlarımızın önemli bir bölümünü medeni bir biçimde çözmek üzere önemli adımlar atmıştık. 1990'larda İslami entelektüel gruplarla sol ve milliyetçi aydınlar arasında önemli diyalog ve iletişim köprüleri kuruldu. Ortak bildiriler yayınlanıyor, sempozyumlarda bir araya geliniyor, böylelikle mutabakat noktaları bulunuyordu. 12 Eylül'ün işkencehaneleri bu grupların birbiriyle tanışması gibi 'hayırlı bir gelişme'ye yardım etti. Birbirimizi hücrelerde tanıdık, işkenceden gelene yer verip dinleninceye kadar ayakta bekledik. Dışarı çıkınca da dostluklarımızı devam ettirdik, 'nasıl daha iyi bir ülkede yaşayabiliriz' sorusuna cevaplar aradık.
Tam toplumsal sözleşme niteliğini kazanacak bir anayasa fikrine varmak üzereyken -ki Medine Vesikası o atmosferde gelişti- birdenbire ve beklenmedik bir hızla seri cinayet ve suikastlar başladı: Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı vd. Her cinayetten sonra faillerin adresini işaret eden belirtiler bırakılıyordu ki, bunların işaret ettiği adres "dindar insanlar, İslami gruplar ve İran"dı. Arkasından Sivas Madımak'taki dehşet verici katliam tertip edildi.
Bu cinayet ve suikastlar, diyalog köprülerini bir anda berhava etti. Herkes kendi adacığına çekildi, gidiş gelişleri sağlayan vapur seferleri (sempozyumlar, ortak bildiriler, mutabakat arayışları) sona erdi. Bugün demokratikleşmenin ve açılımın şampiyonluğunu yapan bir "ağabey gazeteci", o pis ve puslu havada beni ve Abdurrahman Dilipak'ı kendi köşesinde açıkça hedef gösterdi. Beş ay yurtdışında yaşamak zorunda kaldık. Muhafazakâr medyamız onu, bugün sürece verdiği destek dolayısıyla yüceltirken içim acıyor. Bazan pragmatizm (reel politiğe göre tutum almak) bizi ilkesizliğe ve oportünizme sürüklüyor.
Yargıtay, Danıştay cinayetiyle Ergenekon davası arasında "hukuki ve fiili bağ olduğu"na hükmetti. Kamera kayıtlarıyla ilgili çıkan son durum, işin içinde büyük tertiplerin olduğu şüphesini uyandırıyor.
Aksayan yanları olmakla beraber Ergenekon davasının düzgün bir biçimde ve kararlılıkla yürümesinde üç sebepten dolayı zaruret var:
Yakın tarihimizin kara lekesi olan siyasi cinayet ve suikastların aydınlatılması;
Dindar kesimler ve İslami gruplar son 20 yılda işlenen cinayetlerden sorumlu tutuldu, bunların teberri etmesi. Artık Çetin Emeç'in eşi Bilge Emeç'e yakışan "Ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden hep İran, dinciler demek işime geldi sanırım. İran'ın yaptığına inanmak istedim." (Taraf, 15 Şubat 2010) demek değil, "Eşimi kim öldürmüşse bulunsun." demek olmalıdır.
Bundan sonra benzer suikastlar ve cinayetler tekrar edilmesin, siyaset kirli oyun ve tedhişlerden arındırılsın.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT