Ergenekon savunmalarının özü...
Ergenekon ve darbe davalarındaki savunmalara yakından bakıldığında bir şey çok net görünüyor: Bu savunmaların sahipleri, gerçekte yargıya değil kamuoyuna (daha doğrusu ne söylerlerse kendilerine inanmaya eğilimli kamuoyuna) sesleniyorlar ve yargıyı değil o kamuoyunu ikna etmeye çalışıyorlar.
Bu savunmalar çok basit iki ilkeye dayanıyor. 1) Bütün suçlamaları inkâr etmek, 2) Hukuken hiçbir karşılığı olmayan argümanlar öne sürerek kendilerine inanmaya eğilimli kamuoyunun zihnindeki şüpheleri çoğaltmak.
Beni, daha önce de ele aldığım bu konuya girmeyi tahrik eden şey, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” davasının duruşmalarında Dursun Çiçek’in avukatının, bizzat Dursun Çiçek’in ve belgenin fotokopisi bürosunda bulunan avukat Serdar Öztürk’ün yaptıkları savunmalar oldu.
Davanın dördüncü duruşmasında, Çiçek’in avukatının öne sürdüğü karikatür gibi bir argümanla başlayayım... Haberlerde siz de okumuşsunuzdur: Çiçek’in avukatı Celal Ülgen mahkeme heyetine, Dursun Çiçek’in imzasını iki parmaklı eliyle taklit eden bir adamın videosunu izlettirdikten sonra, “İmza atan arkadaşın elinde iki parmak var. İmza atmak için yetenekli olmak yeterli” demiş.
Şimdi takdir edersiniz ki bu savunmanın hiçbir hukuki önemi yok; bunu bizzat Celal Ülgen de biliyor. Diyelim ilk bakışta hakikisine benzeyen o taklit imzayla birileri Dursun Çiçek’e komplo kurdu ve Çiçek mahkemelik oldu. Ne olacak? O imza ilgili kuruluşlarca incelenecek, “yüzde yüz sahte” damgası yiyecek ve dava da düşecek.
Bu “savunma”yı mahkeme heyetinin gülümsemeyle karşıladığı muhakkak. Fakat ne gam? Avukat Ülgen’in derdi hâkimler değil ki! Onun hedef kitlesi, bu hikâyeyi gazetelerden ve televizyonlardan izleyecek sıradan insanlar... Amaç da onlara “Gördün mü bak, adam iki parmakla bile taklit etmiş imzayı” dedirtmek...
Böyle, bir fiskede yıkılıverecek argümanlarla savunma yapmanın her şeyden önce içinde bulunulan çaresizliğe işaret ettiği muhakkak. İş görüyor mu peki? Bence görüyor. Önemli olan zihinlerde bir tortu bırakmak ve o tortu bence bırakılıyor.
Duruşmada Dursun Çiçek’in bizzat yaptığı “İrticayla Mücadele Eylem Planı sahte, çünkü bu tür belgelerin şekil şartlarına uymuyor, ben olsam belgeyi böyle hazırlardım” savunması da yine bir vuruşta yıkılıverecek türden... Fakat amaç orada da hâsıl oldu, bu itiraz üzerinden de zihinlerde bir tortu oluşturuldu.
Gelin şimdi bu savunma argümanına biraz daha yakından bakalım...
Sanki Genelkurmay emretmiş...
Gazeteler, haberi şöyle duyurdu:
“İrticayla Mücadele Eylem Planı adlı belgede ıslak imzası olduğu iddiasıyla tutuklu yargılanan Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek, bu planın askerî yazışma usullerine aykırı olduğunu kanıtlamak için kendisinin hazırladığı bir orijinal planı mahkemeye sundu. Dursun Çiçek, ‘Ben hazırlasaydım böyle hazırlardım’ diyerek iddianamedeki belgeyi kendisinin hazırlamadığını savundu.”
Yine Çiçek’e göre, plan gerçek olsaymış şu unsurları içermesi gerekiyormuş (Taraf “gözden geçirilmiş darbe planı” demiş, bence gayet güzel):
“Çiçek’in örnek olarak hazırlayıp mahkemeye sunduğu İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesinin girişinde, ‘T.C. Genelkurmay Başkanlığı/ANKARA’ olarak kurum adı belirtiliyor. Belgenin altında ‘3. Bilgi Destek Şube Müdürü’ olarak ‘Dursun Çiçek’ adının yanı sıra Genelkurmay 2. Başkanı’nın da adının bulunması gerektiği belirtiliyor. Belgenin sonunda ‘Genelkurmay Başkanı Emriyle’ ibaresi yer alıyor. Çiçek, yargılamaya konu olan ‘ıslak imzalı’ belgede bu unsurların yer almadığını vurguladı.”
Dursun Çiçek ilk bakışta gayet haklı görünüyor: Yazışmalarında şekil şartlarına “içerik” kadar önem veren bir kurumda hazırlanmış bir belgenin bu şartların hemen hemen hiçbirini karşılamıyor oluşu, o belgenin sahihliği hususunda haklı kuşkuları davet eder.
Çiçek’in “belge sahte” itirazı ancak sanığın saydığı şekil şartlarının gerçekte var olmadığının kanıtlanmasıyla çürütülebilir. Oysa biz, Çiçek saymasa da biliyoruz ki, bunlar TSK’nın yazışmalarında gerçekten de yer alır. Ben dönüp, 2007’de Nokta’da yayımladığımız ve Genelkurmay Askerî Savcılığı’nın orijinaline ulaşmak için dergide arama kararı çıkarttığı belgeye tekrar baktım (hayır, belge elimde değil, Nokta’da yayımlanmış halinden söz ediyorum). Ve gördüm ki, Dursun Çiçek doğru söylüyor: O şekil şartlarına orada da uyulmuş.
Eh, bu durumda Çiçek’in itirazını gazetelerde okuyanlar “Haklı adam” demeyecekler mi, “hayatı rapor yazmakla geçen bir albay nasıl olur da böyle dilekçe yazan ortaokul öğrencisi gibi davranır?”
Hâkimlerin sormadığı soru
Yukarıda, Dursun Çiçek’in itirazının “ilk bakışta” böyle algılanacağını söyledim. Oysa bu da “iki parmaklı eliyle Dursun Çiçek’in imzasını taklit eden adam” örneğinde olduğu gibi çok basit iki soruyla yıkılabilecek bir savunma argümanı...
Birinci soru: Diyelim belge, Çiçek’in dediği gibi “üretilmiş” ve sahte... Peki, bu kadar devasa bir komployu hazırlayanlar nasıl oluyor da basit şekil şartlarını yerine getirmeyi akıl edemiyorlar?
İkinci soru: Dursun Çiçek, bize, Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatıyla alt birimler tarafından kaleme alınan belgelerde bulunması gereken şekil şartlarını sıralıyor ve “bunlar yok” deniyor. Tamam da, kendisine yönelik suçlama bu değil ki! Öyle olsaydı, emri veren Genelkurmay sorumluları da aynı iddianamenin sanıkları arasında yer alırdı.
Oysa Dursun Çiçek iddianamede, tam tersine, Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi ve emri olmaksızın yazdığı öne sürülen bir belge nedeniyle suçlanıyor. O belgede tabii ki Genelkurmay yazışmalarının rutin şekil şartları olmayacak. Genelkurmay Başkanlığı’ndan gizli olarak yürütüldüğü iddia edilen bir faaliyetin belgesinin üzerinde “Genelkurmay Başkanlığı’na” ibaresi yokmuş! Güler misiniz, ağlar mısınız?
Benim aklımın almadığı bir nokta da şu: Nasıl oluyor da mahkeme heyeti bütün bunları hatırlatmıyor davanın sanığına... Benzer biçimde, aynı sorgulamayı medyanın yapmamış olmasını da anlayabilmiş değilim; aradan 10 gün geçti.
“Belgeyi polis koydu”da ısrar...
Davanın beşinci ve altıncı duruşmalarında, tutuklu sanıklardan emekli asker ve avukat Serdar Öztürk savunmasını yaptı. Bürosunda “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nın fotokopisi bulunan Öztürk, bir kez daha “O belgeyi oraya polis koydu” dedi.
“Bir kez daha” dedim, çünkü Öztürk aynı şeyi belgenin bürosunda bulunduğu gün de söylemişti. Oysa sonradan polisin sızdırdığı bir videodan da izledik ve öğrendik ki, baskın, polislerin büronun kapısını açmalarından itibaren saniye saniye görüntülenmişti. Büroda başka avukat arkadaşları da vardı ve her şey onların nezaretinde yapılmıştı. Kamuoyunun baskının videosundan habersiz olduğu günlerde yapılan “polis koydu” açıklaması, kamuoyunun inanmaya eğilimli kesimi tarafından hemen kabul gördü.
Sonra video ortaya çıktı. Fakat işte gördünüz, geçen haftaki duruşmada, bu görüntülere rağmen Serdar Öztürk “Polis koydu” savunmasında ısrar etti.
Ergenekon savunmalarına ilişkin daha önce Aktüel’de yazdığım bir yazıda, Zir Vadisi’ndeki silahlara, evinde bulunan bir krokiden faydalanılarak ulaşılan Yarbay Mustafa Dönmez’in çıkışlarını ele almıştım. Dönmez, ısrarla o krokinin de silahların da kendisine ait olmadığını savundu, Zir Vadisi’ndeki silahlardaki parmak izleriyle aramayı yapan polislerin parmak izlerinin karşılaştırılmasını istedi, vb. Fakat Jandarma Kriminal Dairesi Başkanlığı raporu istediği gibi çıkmadı ve askerî mahkeme kendisini mahkûm etti. Ergenekon davasından tutukluluğu devam eden Dönmez ordudan da atıldı. Ne var ki Dönmez, askerî mahkemenin kararından sonra dahi “silahları polis koydu” savunmasını dillendirmeye devam etti.
Bütün Ergenekon sanıklarınca sürdürülen “kuvvetli ve sürekli inkâr” savunmasının etkili olmadığı, geride ağır bir tortu bırakmadığı söylenebilir mi?
Haklarını yemeyelim: Ergenekon ve darbe sanıkları olabilecek en akıllıca savunma stratejisini bulmuşlar ve uyguluyorlar.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT