1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Erdoğan’ın ‘sürprizi’
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Erdoğan’ın ‘sürprizi’

31 Mayıs 2009 Pazar 17:57A+A-

Türkiye çok öğretici bir laboratuar haline geldi... Ulus-devlet formatını öne çıkartan modernlik algılamasının yıpranması ile birlikte, toplumsal sürekliliği kültürel çeşitlilik içinde arayan bir bakış doğdu ve bu değişimin siyasete yansıması da kaçınılmaz oldu. Eski dünyanın kategorilerinden sıyrılamamış olanlar bugün Türkiye’de ‘İslami’ bir iktidar görüyor olabilirler. Ancak AKP’nin temel niteliği dindarlığı değil... Toplumsal sürekliliği kültürel çeşitliliği dışlamadan kurmaya çalışan bu yeni kimliğin taşıyıcılığını yapması. Doğal olarak söz konusu kültürün ana damarı Müslümanlık ve bu tür bir siyasi hareketin de o kesimin içinden çıkması şaşırtıcı değil. Ama asıl soru bugünün Müslümanlarının ne istedikleri, hayata nasıl baktıkları olmalı ve bu sorulara geldiğimizde de karşımıza modernist bir perspektif içinde algılanması zor bir Türkiye çıkıyor.

Bu değişimi gözlemlemek ve anlamak açısından en ilginç insanlardan biri muhakkak ki Başbakan’ın kendisi... Erdoğan’ın kişisel hayat hikâyesini izlediğinizde karşınıza çıkan zihniyetsel sıçramaları kavramakta bile zorlanabilirsiniz. Dolayısıyla bugün hâlâ Erdoğan’ın kuşkucu bir bakışa sahip olanlar nezdinde inandırıcılık sorunu var. Oysa Türkiye toplumu üzerine çalışanlar için Başbakan hiç de sıra dışı biri değil. Örneğin son dört yıldır toplumsal zihniyet üzerine yürütülen TESEV araştırmaları, benzer değişim süreçlerinin son derece yaygın sosyolojik bir olguya tekabül ettiğini ortaya koyuyor. Bugünün ‘Müslümanı’ kendisine ‘dindar’ diyen, ama dindarlığı dünyevi olanla bütünleştiren, hatta dünyevi olanın içinden tanımlayan biri. Dolayısıyla aslında yaşanan, dindarlık şemsiyesi altında bir sekülerleşme.

Ancak bu durumda karşımıza başka bir soru çıkıyor: Acaba bu kesimin kendilerini özellikle ‘dindar’ olarak tanımlamalarının anlamı ne? Araştırmalar bu ihtiyacın bir yönüyle devlete karşı korunma, bir yönüyle de cemaat olmanın avantajlarını yaşama isteğiyle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle Türkiye’de dindarlık sadece uhrevi olanla nasıl ilişki kurulacağı değil, aynı zamanda kamusal alanda nasıl var olunacağı sorusuna da gönderme yapıyor. Esas mesele dindarlığı mümkün kılan, dolayısı ile dindar kimliği entegre eden bir kamusal alanın üretilmesi gibi gözüküyor.

Devlete egemen olan laiklik anlayışı bunu engelledi. Ama kamusal alanın sınırlandırılması bununla kalmadı... Aynı devlet Kürtleri, Alevileri ve gayrımüslimleri de farklı stratejiler dahilinde dışladı ve onları ‘eksik’ vatandaşlar haline getirdi. Buna karşı her kesim kendi cemaatsel çıkarlarını kollamak üzere içe kapanırken, toplum da kimliksel bir parçalanmaya uğradı. Kısaca söylemek gerekirse Türkiye hiçbir zaman bir ‘toplum’ olamadı ve toplumun sanki sadece laik Türklerden oluştuğu varsayıldı.

Ne var ki laik kesimin devlete bağımlılığı, onların gerçekten ‘modern’ olmalarını da engelledi. Devletin otoriter zihniyeti yansıtan kimlik, kültür ve tarih politikaları aynen benimsendi. Böylece laik kesim ile bu toprakların kültürel zemini arasında bir yabancılaşma doğdu. Günümüzün AKP’si bu kültürel zemini yeniden canlandıran geniş bir kesimin temsilcisi... Kendilerine ‘dindar’ diyen bu insanlar, belki de bunu diyebildikleri ve böylece devletin verili kimliğinden uzaklaştıkları için, zihnen daha özgürlükçüler. Bugün Anadolu’nun birçok kentinde eski eserlere ve özellikle kiliselere yönelmiş bir restorasyon hareketliliği var ve bunu gerçekleştirenler de hep söz konusu ‘dindar’ Müslümanlar. Bu kişilerin amacı jest yapmak değil, kentlerini merkeze alan bir kültürel derinleşmeyi kendi modernliklerinin temeli kılmaları. Dolayısıyla Anadolu’nun yeni dindarları giderek tarihle de daha fazla ilgililer ve devletin çizdiği milliyetçi şablonun arkasına geçmekte fazla tereddüt etmiyorlar. Bu dinamiği taşraya gittiğinizde kolaylıkla görüyorsunuz. Bu utanılan bir değişim değil... Aksine insanların 1915 dahil olmak üzere her olayla ilgili daha nesnel ve özeleştirel bir bakışı var.

Geçen hafta Erdoğan’ın geçmişte farklı etnik kimliklere yapılmış uygulamaları ‘faşistlik’ olarak değerlendirmesi bu nedenle pek de şaşırtıcı değil. Bunun söylenmesi belki bir sürprizdi... Ama bunun düşünülüyor olması konusunda hiçbir kuşku yoktu. Çünkü Erdoğan, muhtemelen Özal’ı andıran bir biçimde, değişimden korkmayan, onu taşımaktan çekinmeyen; ama Özal’dan farklı olarak, toplumla arasındaki temsil ilişkisi üzerinden siyaset yapan biri... Anadolu’nun yeni dindarlarında olan bir değişimin Erdoğan’a yansımaması imkânsız. Dahası Erdoğan geçmişteki o uygulamaları ‘faşistlikle’ suçlamakla kalmadı, kendisinin de aynı hatayı yaptığını açıklıkla söyleyebildi. Çünkü bu tespitler kendi seçmeni tarafından zaten yapılıyor.

Bunlar olurken, Türkiye’nin ‘laik’ ve ‘sosyal demokrat’ muhalefetinin sözcüsü ise Başbakan’ı ülkesinin geçmişini suçlamakla itham etti ve onu geçmişe sahip çıkmaya çağırdı... Türkiye gerçekten de çok öğretici bir ülke. Faşizan kimlik stratejilerinin devlet tarafından içselleştirildiği yerlerde, devlete yakın duranların ne laik olmaları mümkün ne de sosyal demokrat. Bu durumda faşizan kabuğun kırılması da haliyle ‘laik’ olmayan gerçek sekülerlere kalıyor...

TARAF

YAZIYA YORUM KAT