1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. Erdoğan’a İşkence Yapanlar Nasıl Mazoşist Oldu?
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Erdoğan’a İşkence Yapanlar Nasıl Mazoşist Oldu?

29 Aralık 2013 Pazar 14:57A+A-

Euzubillahimin Eşşeytane Vessiyase: Erdoğan’a İşkence Yapanlar Nasıl Mazoşist Oldu?

Taha Özhan, Sabah gazetesi’nde 14 Aralık’ta yazdığı “Taşları Yemek Yasak!” başlıklı makalesinde sormuş;

“Geçtiğimiz haftalar boyunca yaşanan tartışmaların hiç birisi yaşanmamış olsaydı, Gülen Cemaati'nin, 21. yüzyıl Türkiye'sinde ve dünyasında, bu kadar farklı alanda varlığını sürdürerek “ne olmak” istediğine dair verdiği bir cevap var mıydı? Eğer bugünlerde, özellikle Hocaefendi'nin son açıklamalarından sonra, bu suale ciddi, ikna edici ve samimi cevaplar verilebilirse, “sulh yoluna” en ciddi katkı yapılmış olur. Bu sual elbette cevaplanmak zorunda da değil. Tıpkı kapitalizmin sınırsız birikim sorunsalına cevap vermek yerine düzenli krizler yaşamayı tercih etmesi gibi. Lakin İsmet Özel'den ödünç alırsak, herkes için, yani bir birey, devlet, cemaat ve benzerleri için geçerli olan uyarı şu olabilir: “Taşları yeme, taşları yemek yasak! İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: insanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Sana yaramadığı halde sen de olan hem senin hem başkasının aleyhinedir.”

Özhan, bu süreçteki yazılarında “Cemaat’in siyaset etme ufku”nu sorguladı. Bu ufkun olup olmadığını Kapitalizm karşılaştırmasıyla cevapladı. Kapitalizmin sınırsız birikim sorunsalına cevap vermek yerine düzenli krizler yaşamayı tercih etmesini ve elinde ihtiyacı olandan fazlasını bulundurmasının geniş kitlelere olan zararını, Cemaat’in elinde hak ederek ya da etmeyerek bulundurduklarına ilişkin benzeştirmeyle betimledi.

Yerli Ergenekon’la mücadele edebilenlerin neden sıra küresel Ergenekon’a gelince bir Stockholm Sendromuna (Celladına Meftun Olma) tutulan yeni vesayet unsurlarına dönüşüp, nasıl olup da işi Türkiye’yi dizayn etme hayaline kadar vardırabildiklerini sorguladı.

Ona göre, Cemaat’in iri fiziki yapısına rağmen ufku şu minvaldeydi:

“Yıllarca diyalog çalışmaları yürütmüş, Türkiye'de neredeyse kimse kimseyle konuşamazken herkesle konuşabilmenin yolunu başarıyla bulmuş olan Gülen hareketinin, çok güçlü bir müzakere geleneği ve tecrübesi olduğu farz edilirdi. Maalesef “profesyonel bir münasebetten” ibaret olan diyaloğun steril dünyasından gerçek insanların gerçek sorunlarının konuşulduğu dünyaya gelince, sükûnetin yerini acemi bir telaşın doldurduğu görüldü…

…Siyasallaşma sürecini çok hızlı, günlük siyaset ve istihbarat üzerinden yaşayan zihinlerin en temel sorunu, “siyasalın” tabiatını anlama ve hayata dair başı sonu belli bir felsefi duruş sahibi olma noktasında ortaya çıkmaktadır. Hal bu olunca da tartışma, “bekçi perspektifinin” ürettiği “karanlık odalar” zekâ ve ahlak düzeyini aşamayan bir istifham dünyasına hapsolmaktadır.

Bu durum, maalesef, dershane sorununu kaset tartışmasına, devletin normalleşmesi sorununu liberal nihilist anti-siyaset düzeyine, STK'ların şeffaflaşma sorununu artık mesiyanik bir hal alan Sayıştay tartışmalarına, Türkiye'de devletin ne olması ve nasıl dönüşmesi gerektiğine dair ağır sorunu “Lüksemburg olmalı” düzeyine, neo-vesayet sorunsalını siyasi partiler kanununa, ciddi bir siyasal dil inşasını medyada bol belalı ve imalı kocakarı diline, farklı analizlerdeki samimi ve rasyonel teklifleri tehdit düzeyine kaba ve bir o kadar da naif bir şekilde indirgemektedir…”

Bu tahlillerin ardından 21 Aralık tarihli “Neo-Vesayet Yolsuzluğu” başlıklı yazısında da herkesin üzerinde adeta İcma ettiği şu can alıcı soruyu sordu:

“Nasıl olur da bir yolsuzluk operasyonu toplumun ezici çoğunluğunda rahatlama ve şeffaflaşma yerine tedirginlik ve gizem havası oluşturur?”

Ona göre yolsuzluk konusu, hükümete ve ülkeye döndürülmüş namlunun ucuna takılmış bir susturucu işlevi görmüştü. Ama dahası da vardı:

“…17 Aralık soruşturmalarını adliye koridorlarında kalarak analiz etmenin bizi götüreceği tek yer siyaseti, hayatı ve hakikati 'bekçi perspektifine' teslim etmekten ibaret olacaktır. Önümüzdeki 18 ayda üç seçim yaşayacak ve ülkenin kaderini belirleyen en önemli koltuklarda değişim yaşama ihtimali olan Türkiye'de, yolsuzluk soruşturmasının hem suç hem de cesamet anlamında en cüzi kısmının yolsuzluk olduğunu anlamak gerekiyor. Yolsuzluk gibi ağır bir suçun siyasete karşı kullanılan silahta susturucu vazifesinden başka bir anlamı da bulunmuyor. Ahlaksız bir suçun ortaya çıkardığı tedhiş atmosferi ancak ve ancak o suçu işleyenleri susturabilir.

Dolayısıyla siyasete açık bir mühendislik girişiminde kullanılan aracın meşru olması, herkesin gözü önünde yapılmaya gayret edilen müdahaleyi ortadan kaldırmamaktadır. Kaldı ki bu müdahaleyi yapanlar açısından işlevleri de sonlanmıştır.Yargıdan, mülki idareden ve hükümetten açık bir şekilde gizlenerek yapılan operasyondaki aktörlerin vazifesi, dizayn edilen iş akış planına göre 17 Aralık günü sonlandı.

Bunu en iyi bilenler de kendileriydi…”

İkinci can alıcı soru da bundan sonrasına ilişkindi:

“… Türkiye bu operasyon üzerinden siyasetin açık bir şekilde dizayn edildiğine şahitlik ederse yeni vesayet rejimi karşısında ülkenin kaderi ne olacaktır? Evet, varoluşsal soru yukarıdaki gibidir. Türkiye'nin bu aşamadan sonra önemli gerilimi bu soruya cevap verme ihtiyacı hissedenlerle hissetmeyenler arasında gerçekleşecek.

Geldiğimiz noktada, devlet içinde artık gizlenemez ve gizlenme ihtiyacı da hissetmeyen kayıt dışı neo-vesayet odağının 'yolsuzluğunun', 17 Aralık soruşturmasıyla ortaya çıkma ihtimali olan 'yolsuzlukla' mukayese bile edilemeyecek bir boyutta olduğu en üst düzeyde seslendirilmektedir. Tam da bu noktada 'neo-vesayet yolsuzluğun' kriminal ucuz yolsuzluğu soruşturması hem usul hem de yaratmaya çalıştığı tedhiş anlamında kendisini kamufle etme girişiminden başka bir şey değildir.

Ortaya çıkan manzara, tam aksine, neo-vesayet odaklarının suçun ya da suçlunun peşine düşmek yerine 'başka bir savaş' için, hem de vekâleten yürüttükleri bir kavga için, mühimmat biriktirdikleri algısını güçlü bir şekilde oluşturmaktadır. Siyasetin, milletin emanetine ve ülkenin kaderine sahip çıkmasının yol haritası çok karmaşık değildir. Kriminal yolsuzlukla en ağır şekilde mücadele edilirken; ülkenin kaderini şekillendirme potansiyeli olan neo-vesayet yolsuzluğa da açıkça dur denmelidir. Kriminal yolsuzluk adliye koridorlarında son bulacakken, neo-vesayet yolsuzluğun parti ayrımı gözetmeksizin milletin meclisinde son bulacağı görülmelidir. Çünkü neo-vesayet yolsuzluğun ortaya çıkaracağı tefessüh hali siyasetin uzun yıllar meşruiyet krizine girmesine yol açabilir.”

Yıldıray Oğur ise Türkiye gazetesindeki "Allahümme ecirna min şerrin istihbarat!" başlıklı bugünkü yazısında Özhan’ı destekleyen bir mantıkla sormuş:

Esas soru: Devlet Kürt bile diyemezken 1996’da Irak Kürdistan’ında Kürtçe eğitim veren kolej açmış, İslami kesimler Ermenilere, Rumlara, Yahudilere düşmanca bakarken onlarla diyalog başlatmış bir cemaatin içine nasıl olup da bu 90’lar Türkiye’sinin kaçtığıdır?”

Devamını söyle getirmiş;

“Kürt meselesinde Şefkat Tepe’lerden bakan, ırkçılık boyutuna varmış bir “Pers” düşmanlığıyla her şeyin arkasında İran gören, muta nikahı akdi arayan bu istihbaratla kirlenmiş aklın, bunca yıl askerî vesayete karşı çıkarken hararetle savunulan sivil siyaset vurgularının yerini bir anda halaskaran-i zabıtan savcı ve polislere bıraktıran akıl tutulmasının kaynaklarını anlamadan hiçbir şeyi anlayamayız, hiçbir meseleyi de çözemeyiz.”

Ardından, AKP Ordu Milletvekili İdris Naim Şahin’in istifa mektubunun başka ellerce yazılmış bir itirafname olduğuna vurgu yapmıyor:

“Hükümet etmede, niyetlerinden emin olunmayan bürokratik ve politik dar bir oligarşik kadronun tavsiye, yönlendirme ve etkinliğinin tercih edildiği anlaşılmaktadır. Bölücü terör örgütünün unsurlarıyla yürütülen ancak milli vicdan ve haysiyeti inciten ve mevzu hukuku zorlayan sürecin çözüm özelliği belki istenmeden çözülme hayalcilerine fırsat ve olanak sağlar duruma evrilmiştir...”

Ve sormuş:

“Diyelim ikametgâhımız olan bitenin hâlâ bir yolsuzluk soruşturması olduğunun zannedildiği paralel evren ve buna inandık. Peki, yolsuzluk soruşturmasının ortasında, eski bir İçişleri Bakanı’nın istifa mektubunda yolsuzluktan hiç bahsetmeyip, istifasına gerekçe olarak bir yıl kadar önce başlamış ve hâlâ devam eden çözüm sürecini, emniyetteki tasfiyeleri, imalı cümlelerle Hakan Fidan’ı göstermesini de tuhaf deyip geçmeli miyiz?..

…Ben bu istifa mektubundaki mesajlarla son bir haftada olan bitenin gerçek faillerinin bir parmak izi bıraktığını düşünüyorum. Bu mektubu yazan kalemdeki parmak izlerini takip ettiğimizde yolsuzluğun, Taha Özhan’ın harika ifadesiyle, susturucu olarak kullanıldığı siyasetin kafasına dayatılmış silahı tutan gizli ele de ulaşabiliriz.

Şahin’in önce ikinci cümlesinden başlayalım. Anlaşılan bir önceki İçişleri Bakanı’nın bile neredeyse kendi partisini ihanetle suçlayacak kadar diş bilediği bir büyük kırılma çözüm süreci. En kritik cümle ise “mevzu hukuku zorlayan sürecin” olmalı. Başbakan’ın PKK’nın geri çekilmesiyle ilgili Meclis’ten karar çıkarılması talepleri tartışılırken Âkil İnsanlara söylediği “ya ileride yargılanırsa buna imza atanlar” ihtimaline kapıyı açan, eğer bu hükümet planlandığı gibi devrilirse, önce çözüm sürecinin aktörlerinin yargılanacağıyla ilgili dedikoduları akla getiren bir tehdit cümlesi bu.”

Polis akademisi kökenli İdris Bal’ın Temmuz 2013’te hazırladığı ve Hükümete sunduğu “4 Parçalı Kürt Devleti Uyarısı” başlıklı rapor ve Cemaat’in yayın organlarının bu rapor etrafında estirdiği fırtınalara da değinerek soruyor:

“…Peki, nasıl olurdu da bir iktidar sonu büyük Kürdistan’a giden bir çözüm sürecine girer ve orada ısrar edebilirdi?

Bu kritik soruya İdris Naim Şahin’in birinci cümlesi cevap veriyor: “Hükümet etmede, niyetlerinden emin olunmayan bürokratik ve politik dar bir oligarşik kadronun tavsiye, yönlendirme ve etkinliğinin tercih edildiği anlaşılmaktadır.”

“Niyetlerinden emin olunmayan...” İşte bu kapıdan çok karanlık dehlizlere doğru giriliyor. İran’a hizmet eden aslen Caferi olan Hakan Fidan’dan, 30 kez İran’a giriş yapan bakanlara, Ankara’yı sarmalamış Persli ajan kadınlarla muta nikâhı yapan AKP’lilerden, yargıyı ele geçirmiş marul yemeyen Yezidilere, orduyu ele geçirmiş, aynı zamanda PKK’yı yöneten Alevi kılığındaki kripto Ermenilere…

Komplo teorisi diye geçmeyin. Biri açılıp biri kapanan sitelerle, müstear adlarla istihbarat yazıları paylaşan yazarlarla bu fikirler uzun bir süredir dolaşımda. Ve bu fikirler Emniyet ve yargı çevrelerinin bugün bu operasyonları yapan savcı ve komiserlerin de yakın çevrelerine, gazetecilere rahatlıkla anlattıkları neredeyse resmî görüşleri.”

Oğur’un bahsettikleri “cemaatin gizli imamları”nın Yusuf Gezgin, Y.Derinsoy vb. müstear adlarla bu sitelerde yazmaları ve “Derin Yapı ve Türkiye” gibi kitapların bu mahfillerce piyasaya sürülmesine ilişkin. Araştırmaları sonucu bütün bunların “tek kaynak”tan üretildiği sonucuna varan Oğur da, Hanefi Avcı’nın kitabının ardından sırra kadem basan Aktif Haber yazarı Yusuf Gezgin’in adeta bugünlerin önceden planlandığını açık ifadelerle tespitleyen ifadelerini aktardıktan sonra Cemaat’in samimi insanlarına şu tavsiyelerde bulunmakta:

“Herkesin saygısını kazanmış, uluslararası bir marka olan cemaati eski Türkiye’nin bütün hastalıklarının taşıyıcısı ihtiraslı polis şefleri, nobran savcılar, kifayetsiz gazeteciler, ıskartaya çıkmış öfkeli liberallerin arkasına takıp bile bile uçuruma sürükleten, 40 yıllık emekleri heba ettirmek üzere olan bu akıl tutulmasını en başta cemaat mensupları sorgulamalı. Milyonların gönül verdiği bir hareketi ve onun bütün dindarların gönlüne dokunmuş Hocaefendisini kötü bir iktidar kavgasının ortasında koruma kalkanlarından azade olarak bırakılmasından, bir dinî cemaatin artık diyalog ve hoşgörü yerine polis, kaset, şantaj ve istihbaratla anılmasından, bir korku nesnesi haline getirilip belki de cadı avlarına konu edilmesinden rahatsız olan cemaat mensuplarına Kant, “Sapere Aude!” (Bilmeye-düşünmeye cesaret et) diye sesleniyor.

Belki işe namazların ardından yapılan tesbihata “Allahümme ecirna min şerrin istihbarat” ekleyerek başlamak gerekir…”

Evet, bazen öyle anlar gelir ki Said-i Kürdi’nin (yoksa böylesi netameli bir süreçte damara basmama adına Said-i Nursi mi demeliydik) “Euzubillahimineşşeytane vessiyase” sözü de anlamsızlaştırılan dünyasından çıkarılıp anlamı manidar bir hale gelebilir. Kim bilir, belki de sözün sahibi de vicdanını yaralayan ve vicdanları karalayan süreçlere dayanamayarak bu sözleri sarfetmiştir.

Biz yine de (ve her şeye rağmen) İbn Kayyım el-Cevzi’nin meşhur tespitine sarılarak ve bu hikmetli tespitte icma etme duasıyla sonlandıralım:

“Siyaset öyle bir eylemdir ki, insanlar onunla yararlı olan şeylere (salih) sahip olur, zararlı (fasit) olan şeylerden de uzak dururlar.”

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum