Erbakan: Paradoksal olarak hem 'öncü' hem 'benmerkezci'
Erbakan'ı hatırlamaya devam edelim. Dünkü yazıda söylediğim gibi Erbakan gerçekten ülkede siyaseti yeniden biçimlendiren "öncü" bir siyasi kişilikti. 1969'da Konya'dan bağımsız milletvekili seçilmesiyle farklı bir düzlemde başlattığı siyasi hareket, o zamana kadar sağ partilerin "arka bahçesi" işlevini görmüş bir seçmen topluluğunu farklı bir kulvara davet ediyordu. Bu yeni "siyasi damar"ın "Milli Görüş" olarak adlandırılmasının gönüllü mü yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin mevzuatının çizdiği sınırları aşmamak yönünde bir seçim olduğunu ben de -muhakkak ki içinizden bazıları gibi- kendime sormuşumdur. Bu soruya verebildiğim cevap içinde bu iki seçeneği de taşıyordu.
"Gönüllü bir seçim"di, çünkü Erbakan'ın "Milli Görüş" çerçevesinde siyasi hayatında dile getirdiği düşünceler-hedefler bayağı "milli" nitelikteydi. "Milletimizin tarihi, an'anevi ve bütün değerlerine saygılı olan görüş Milli Görüş'tür" gibi bir tarif bu görüşümü yeterince desteklemiyor mu? Demek ki, ülke mevzuatı izin verse bile, Erbakan hareketinin "Dini Görüş" olarak adlandırılması büyük ölçüde yanlış ve eksik kaçardı.
"Mevzuat" derken özellikle 61 ve 82 anayasalarının sırasıyla 19. ve 24. maddelerini işaret ediyorum. Bu maddelerin son fıkralarında "Kimse, devletin sosyal, iktisâdî ve hukûkî temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez, kötüye kullanamaz" şeklinde dile getirilen "çerçeve" (ya da daha doğrusu "kelepçe") ortada dururken, bir siyasi hareketin öğretisini "Dini Görüş" olarak adlandırması olacak iş değildi tabii ki...
Fakat söylediğim gibi, anayasaların "Din ve Vicdan Hürriyetleri"nden söz eden ama aslında dine evin kapısından öteye bir adım bile attırmamaya yemin etmiş bu maddeleri olmasa bile, Erbakan hareketinin "Dini Görüş" olarak adlandırılması yanlış ve çok eksik kaçardı. Çünkü -yine söylediğim gibi- Erbakan'ın "Milli Görüş"ü gerçekten de "milli" idi.
Biliyorsunuz, "Milli Görüş" 60'lı yılların sonunda doğdu. Bu yıllar ortada birçok siyasi "ütopya"nın dolaştığı bir dönemdir. Hatırlayın: Doğan Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni"nin (1968) siyasi hayatta kendisine epeyce okuyucu-taraftar bulduğu, Ecevit'in "Ortanın Solu"nun yükseldiği bir dönemdi bu. İşte bu "ütopyalar" ya da daha doğrusu "hayaller" bolluğunda, o zamana kadar siyasi hayatımızda akla hayale gelmeyen bir siyasi hareketi de "Milli Görüş" adı altında Erbakan başlatıyordu. Bu hareket, bugünkü terimlerle söylersek, "çevre"nin, yoksul ve dindar olan çevrenin siyasetten ne anladığını ve ne beklediğini dile getiriyordu.
Erbakan hareketini dönemin diğer öne çıkan siyasi hayallerinden ayıran önemli husus bence şudur: Bu hareket, yani "Milli Görüş", her ne kadar sonuna kadar "milli" niteliğini korumuş olsa da, cumhuriyet tarihinin 60'lı yılların sonuna kadarki döneminde yok saydığı bir gerçeği hatırlatması ve canlandırması açısından diğerlerinden farklıdır. Bu özellik, bu ülkede de "siyaset"in içinde "çoğulluğu" barındırmak zorunda olduğunu hatırlatması ve ilan etmesi açısından hareketi benzersiz kılmaktadır.
Erbakan hareketi bu yönleriyle ülkedeki siyasetin yeniden ve olması gerektiği gibi biçimlenmesinin yolunu açtığı için aynı zamanda değişmeye-gelişmeye de yatkındır. İçinden farklı eğilimlerin çıkmasına açıktır ve nitekim öyle olmuştur. İşin başlangıcında ortaya konulan "yol haritası" zamanla yenilenmiş ve değişmiştir.
Yenilenme yolundaki bu değişikler, başlangıçtaki "ruh"ta direnen Erbakan'ı da geride bırakmıştır. Çünkü Erbakan, hemen bütün "ütopistler" gibi işin başında masaya açtığı haritasının değişmez, eskimez, dolayısıyla zamana karşı dayanıklı, "Yeni bir Türkiye" ve hatta "Yeni bir Dünya"nın yaratılabilmesi için fazlasıyla yeterli olduğunu düşünüyordu.
Bu açıdan bakacak olursak, Erbakan'ın siyasi öğretisinin geride bıraktığımız 40 yıl içinde "öncü" niteliğini yitirdiğini söyleyebiliriz. Hatta tam tersine, bu öğreti yakın zamanlara ve giderek bugüne gelince, işlevselliğinden öte "heyecanını" bile kaybetmiştir. Bırakın dünyayı sadece Türkiye'nin geçen 10 yıl içinde nasıl değiştiğini-dönüştüğünü düşünün.
Hak taleplerinin nasıl çeşitlendiğini, toplumun eskinin klişeleri ile düşünmekten ne derece uzaklaştığını düşünün. Bugünkü Türkiye'de mesela Kürt Sorunu'ndan hâlâ Erbakan gibi "Demokratik özerklik diye bir şey kabul edemem. Müslümanlıkta birlik vardır, nereye gidiyorsun sen?!" (Radikal'den Ezgi Başaran'ın Erbakan ile yaptığı 2/01/2011 tarihli röportaj) şeklinde söz edebilmek mümkün mü? "Türkiye devleti değil, devletin bazı yanlış yetişmiş fertleri Güneydoğu'da halka zulmetmiş, zulmetmekten zevk almışlardır" şeklinde bir açıklamaya bugün kim eyvallah der? "Asker ayrı cunta ayrıdır. Milli Görüş bakımından en sağlam kalan müessesemiz ordumuzdur" değerlendirmesi nasıl karşılanır?
Yazının başlığını (Erbakan: Paradoksal olarak hem 'öncü' hem 'benmerkezci' ) biraz da bunları düşünerek seçtim. 69'da milletvekili seçilmesi ve 70'de Milli Nizam Partisi'ni kurmasıyla hak ettiği "öncü" rolünün ülkede zaman içinde gelişen yeni hak talepleri karşısında nasıl kayıtsız kaldığını ve "öncülük"ün giderek nasıl bir "benmerkezcilik"e dönüştüğünü düşünmemden dolayı.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT