Engizisyon cadı peşinde
Pınar Selek’in yaşadıkları Türkiye’nin modern ve çağdaş bir ülke olma macerasının doğal parçası mı acaba? Olayın kendisi birçoğunuza yeterince garip gelebilir... Ama bunun muhtemel sebebi, devletin ideolojik aygıtlarına paralel olarak ideolojinin devletsel aygıtlarına yeterince dikkat etmememizdir. Yüzeysel olarak bakıldığında bile, devletlerin kendi ideolojilerini yerleştirmek üzere örneğin medyayı veya okul sistemini kullandığını gözlemleyebiliriz. Ancak bu yapının ardında hemen her zaman ideolojik bir belirlenme mekanizması bulunur ve devleti tutarlı bir ‘aygıt’ haline getiren de odur.
Devletin bir ‘aygıt’ olarak işlevselleşmesi, göreceli özerklik kazanmasını, yani o kaotik, belirsiz, sürekli devinim içindeki amorf yığından ayrışmasını gerektirir. Öte yandan devletin insani malzemesi de toplumdan gelmektedir. Dolayısıyla devletlileri diğerlerinden ayıran ve bu mesafeyi olabildiğince büyük tutan bir ‘resmî içgüdü’ oluşur. Söz konusu içgüdü, o ülkedeki ‘vatandaş’ tanımına ve dolayısıyla ‘ehlileştirme’ politikalarına büyük katkılar yapar ve giderek hem makbul referansların, hem de bunları hayata geçirecek kastın anlam dünyasının psikolojik temelini oluşturur.
Örneğin erken modern zamanların Engizisyon döneminde, Kilise’nin toplumdan ayrılarak onun üzerinde tahakküm kurması, ruhban sınıfın da halktan ayrışmasına ve halkı sürekli bir tehdit unsuru olarak algılamasına yol açmıştı. Bunun mantığı şuydu: Halk cahil ve/veya kötü niyetli olduğu için sürekli olarak günaha eğilimliydi ve işin kötüsü bu durum toplumu bir bütün olarak günaha çekmekteydi. Bu durumda Kilise’nin görevi, halkın içindeki ‘çürükleri’ elemekti ve bu amaçla itiraf ve ihbar mekanizmaları kullanıldı. Öte yandan insanların bilinen kötücüllüğü onların hakikati itiraf etmelerini engelleyebilirdi. Böylece Engizisyon denen ruhani yargılama sistemi oluştu ve işkence onun ayrılmaz parçası haline geldi. İşkence son derece güvenilir bir yöntem olarak görülüyordu, çünkü o zamanların Kilise anlayışına göre, hakiki bir Tanrı sevgisi işkence altında bile inançlı birine yalan söyletemezdi. Bu durumda işkencede itiraf eden birinin gerçekten de günahkâr olduğu açıktı.
Bu anlayış tüm Avrupa’da cadı avlarına yol açtı. İnsanlar sevmedikleri komşu ve akrabalarını ‘cadı’ olarak ihbar ederken, onbinlerce kadın işkence altında cadılığı kabullendi. Ancak işin en ilginç yönü, sistemin cadısız bir topluma inanmaması ve cadıların eksildiği dönemlerde daha da kuşkucu hale gelmesiydi. Böyle dönemlerde cadı üretmek, devlet nizamı açısından elzem hale geliyordu.
Engizisyon uygulaması zaman içinde bitti ama sahip olduğu işlev modernliğin farklı evrelerinde farklı kurumlar tarafından üstlenildi. Örneğin sovyet sistemi aynı mantıkla ayakta tutuldu. Bugün epeyce geç bir modernliği yaşarken de Türkiye gibi ülkeler cadı peşinde koşmayı sürdürüyor. Buna göre toplumda zararlı akımların mensupları olan, tehlikeli kişiler bulunuyor. Bu kişilerin somut olarak ne yaptıkları önemli değil... Hatta bir şey yapmaları da gerekmiyor. Bu tür insanların ‘var olma biçimleri’ başlı başına bir tehdit çünkü, onların ne takipçisi oldukları referanslar ne de kendi etraflarında ördükleri vatandaşlık halinin devlete ihtiyacı var. Kısacası bunlar fazlasıyla özgür insanlar. Daha da kısacası bunlar ‘cadı’!
Pınar Selek bu cadı âleminin en bilinen ve devlet tarafından damgalanmış üyelerinden biri. Devletin ve yargının içine düşülen gülünç durumu hâlâ taşıma hevesi içinde olmasını başka türlü açıklamak zor. Çünkü en basit hukuksal akıl yürütme bile Selek’in mahkûm edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Basitçe söylersek, önce yaşanan olaydan gerçekdışı bir ‘gerçek’ yaratılıyor ve bilirkişi raporları aksini söylemesine rağmen gaz kaçağı patlaması ‘bomba’ olarak tanımlanıyor. Ardından bunu iddia etmeyi sağlayan bir yeni bilirkişi raporu üretiliyor. Olayla ilgili olduğu düşünülen birine işkence altında bombayı attığı ve Selek’in suç ortağı olduğu itirafı yaptırılıyor. Ama ne hikmetse bu itirafı yapan beraat ederken, ihbar edilen kişi mahkûm ediliyor.
Engizisyon rahipleri bile herhalde böylesine tutarsızlığı yüklenmek istemezler, bunun Tanrı’ya hakaret olduğunu düşünürlerdi. Çünkü eğer işkence doğruyu söyletiyorsa, itiraf eden kişinin de mahkûm olması gerekiyor. Yok, eğer işkence gerçeği ortaya çıkarmıyorsa, ihbar edilen kişinin de mahkûm edilmesi için yeterli neden bulunmuyor... Ama anlaşılan resmî ideolojinin taşıyıcısı olan kastın ‘tutarlılık’ kaygısı premodern dönemlerde kalmış. Bizdeki yargının böylesine ‘ilkel’ bir bakışa alet olma niyeti yok. Onlar gözlerini muhtemel cadılara dikmişler, bir an bile başka bir yöne dönmek istemiyorlar. Maazallah boş bırakırlarsa, bu cadılardan birinin akla hayale gelmeyen bir büyü ile gaz kaçağını bombaya dönüştürme ihtimali var. Memleketteki gaz kaçağı miktarını düşündüğünüzde, bu durumun ideoloji kaçağı insanların elinde ne tür şeytani mizansenlere alet edileceğini hayal dahi edemezsiniz...
Dolayısıyla Pınar Selek davası bir hukuk meselesi değil... Bu bir ‘resmî içgüdü’ meselesi. Ormanda keklik avına çıkmış avcıların ve av hayvanlarının dünyasını akla getiriyor. Üst yargının koltuk seviyesinden bakıldığında Pınar Selek ebedî bir potansiyel suçludur, çünkü özgürlüğünü nasıl kullanacağını devlet olarak öngöremiyor ve yaptıklarının anlamını anlamıyoruz. Devletimiz açısından bu kadar özgürlüğüne düşkün olanlardan korkmalıyız... Çünkü onlar cadının ta kendisidir ve maazallah boşta bırakılırlarsa ‘bizi’ bile özgürleştirebilirler.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT