1. YAZARLAR

  2. Sait Alioğlu

  3. En büyük cemaat…
Sait Alioğlu

Sait Alioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

En büyük cemaat…

09 Ağustos 2011 Salı 21:53A+A-

Anlam açısından…

Cemaat, lügatte en başta ‘topluluk’ olarak kullanıldığı gibi, genellikle ulvi bir duygu olan dinin var olan görüngüleri çevresinde oluşan nitelikli topluluklara verilen bir isim olarak belirir. Gerek dini ve gerekse de seküler planda ele alınması açısından, cemaat olgusuna baktığımızda, hem nitelik, hem belli bir amaç ve hem de yönelim açısından, cemaatin sosyolojik bir vaka olduğu görülür.

Dinde, fert bazında, yaşanan donelerle birlikte toplumsal planda var olan donelerin/verilerin toplamına karşılık geldiğinden dolayı sosyolojik planda küçükten, büyüğe kadar cemaatleri, toplulukları ve toplumları içerisine alır. Tüm insanlık açısından, klasik dönemlerde hemen her şey dini fenomenlerden oluştuğundan dolayı cemaat vurgusu belirginlik kazanmaktaydı. Ne zamanki Allah’ı –sözde- devre dışı bırakmaya, onun yerine ise salt aklı ve insanı koymaya niyetlenildiğinde batıda marazlı ve anlaşılmaz  da olsa az çok  var olan cemaat olgusu büyük oranda yara almış, aidiyetler dinsel çerçeveden çıkarılıp seküler bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmıştı.

Rönesans, aydınlanma, Fransız ihtilali ve sanayi devrimi sonucunda, batıda insanlar modernizmin marifetiyle salt maddi kümeler ve ulus olgusu içerisinde yeniden şekilleniyorlardı…

Ümmetten cemaate…

Kendi klasik dönemini yaşayan Osmanlı toplumunda batıda oluşan, bu seküler durumdan haliyle etkilenecekti! Birtakım sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve en önemlisi de itikadi bağlamda kendini dayatan batı düşüncesi ve yeni yaşam tarzı Osmanlı toplumunu da etkilemeye başlamıştı. Hemen herkesin malumu olduğu üzere bu değişim, dönüşüm ve karşı saldırılar sonucu bocalayan, gerileyen, yer, yer de karşı çıkışlar sergileyen ve sonuçta bir ‘medeniyet krizi’ yaşayan Müslüman toplum en önemli kurum olan devletin bu batılı tarza ayak uydurmaya çalışması ve akabinde de çöküşüyle birlikte küçük, küçük gruplara, kavmi, daha doğrusu o modern çerçevede oluşturulan ulusal formlara ayrıldılar.

Sonuçta da devlet ortadan kalkınca bölük, pörçük olan koca toplum/ümmet pusuda avını bekler gibi bekleyen batıcı kadroların ağına düşüverdi…

Bu düşüverme sonucunda darmadağınık ortamlarda el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan Müslümanlar; doğru, yanlış, iyi, kötü, sessiz direniş ve içten içe bilenişlerle var olmaya çalıştı. Yer altına çekilen Müslümanlar etkisi günümüzde de devam eden birtakım tasavvufi, kültürel ve siyasi yönü bulunan yapılar oluşturdular, ya da eskiden var olan yapılarda kendilerine yer bulmaya çalıştılar.

Bu yapıları oluşturan Müslümanlar süreç içerisinde aynı minvalde oluşan siyasi yapılarda bulunmaya başladılar. Burada amaç İslam’ı kesinkes bir bütün olarak parlamenter temsiliyetten ziyade, yok olmamak, dağılmamak ve savrulmamak Saikleriyle varlığını korumak ve ayakta tutmaya çalışmaktı. Bir açıdan düşündüğümüzde müdaheneci anlayış onları muhafazakârlaştırmış oluyordu!

Bu durum uzunca bir dönem sürdü. Daha sonra ise aşağıda da belirtmeye çalışacağımız gibi Milli Görüş dönemine kadar durum bu minvalde seyretmişti.

Cemaatten siyasete…

Altmışlı yılların sonlarından başlamak üzere ta 2000’lere kadar Türkiye siyaset sahnesinde bulunan, siyaset yapan Milli Görüş çizgisi sağ muhayyile açısından bir ayrımcılığı işaret ediyordu. Onlara göre, bu çizgi, İslam’ı siyaset sahnesine çekerek, işlerini zorlaştırıyordu. Bu, sözde hem İslam’ı koruma ve hem de –esası bu- İslam’ı mabede hapsedip, onu mabet dini olarak değerlendirip hayatın dışına atmak!

Ki, onlara göre ne yapıp, ne edip bu yönelimi durdurmak gerekiyordu! Yine böylesi karşı eylemlilik içerisinde zamanla millici ve milliyetçi çizgide karar kılan bir yığın cemaati, kanaat önderini ve yanlış biçimde politize olmuş çevreleri görmekteyiz…

Zaten kendi dini referansları açısından, rejim taraftarlarının ‘rejim adına’ gündemde tutmaya çalıştıkları ‘bazı’ korkuları, milliyetçi cenahın kaygıları ve buna bağlı olarak da sözde bazı cemaatlerin, camiaların kayganlaşan zeminleri bir bütün olarak, bu çizginin ne adına olursa olsun durdurulmasını elbirliğiyle öngörüyordu.

En son, 28 Şubat sürecini bu gözle okumamızın önünde bir engel yoktur sanırız…

Yeni duruma doğru…

“Birbirimize benzeriz…” misali türlü zorluklar içerisinde bir kısmımız cepheden rejim muhalifliğini dile getirsek, bir kısmımızda aynı konumunda olduğumuzu gizli, kapaklı tutsak da rejimin süregelen modernleştirmeci politikalarından kurtulmaya, kendi İslami köklerimize dönmeye; çoğu zamanda var olan bu politikalarla yarışma adına kitlemizin önemli bir kısmının farkında olsun, ya da olmasın başkalaşmaya yüz tuttuğuna şahitlik ettik!

Buna rağmen rejim ‘kendi kazanımlarını tehlikeye düşürüyor’ zehabıyla o siyasal çizgi üzerinden yola çıkarak ve İslami kimliğin imhasına niyetlenerek darbeci zihniyetini 28 Şubat’ta tekrardan ortaya koyuyordu.  Haliyle bu durum kültürelleştikleri için bir nevi  apolitize olmuş sair cemaatleri ve yapıları süreç içerisinde haklı çıkarıyordu(!) İslam’ın yeri ne parlamento idi, ne de hayat! O, sonuçta, mabet dini idi ve o şekilde kalmalıydı!

Bu farklı durum birazcık ta cumhuriyet uygulamalarına kaynaklık teşkil eden batıcı düşüncenin Müslüman zihin üzerinde oluştura geldiği zihinsel değişimin, dönüşümün ve zamanla başkalaşmanın birer ürünü hükmündeydi. Bu durum bir açıdan insanın kendi vatanında her ne yapıyor olsa da batıyı kıble alması ve kendisini maddi, manevi bir sömürüye açık hale getirmesini gerektiriyordu! Zaten seküler ve materyalist temelli batıcı söylem, ister istemez sömürgeci bir zihniyetin oluşumunu hararetle öngörüyordu. Kim ne derse desin seksen küsur yıllık cumhuriyet tarihi sürecine baktığımızda bu toprakların en mağdur kitlesinin Müslüman kitlenin bizzat kendisi olduğunu görürüz. Bu aynı zamanda en büyük korkunun da Müslüman/İslamcı kitleye yönelik olduğunu da gösterir! Zira bu kitle her şeyden ziyade sair ideolojik gruplardan farklı olarak kendine özgü bir dil kullanmakta, farklı bir söylemi dillendirmekte ve ortaya farklı pratikler koymaya çalışmaktaydı…

Gücümüzün farkında olmasak da karşıdan böyle görüldüğünü belirtmekte fayda var! Gücümüzün şu veya bu oranda farkında olduğumuz, olmaya çalıştığımız bir zaman diliminde ülke yönetme işini, kucağında bulan Milli Görüş çizgisi hem kendi İslami referanslarından, hem ‘bazı’ modern referanslardan yola çıkarak ortaya bir şeyler koymaya çalıştı. Çoğumuz için daha erken bir dönemde ‘siyaset formu içerisinde’ dost ve düşmanın haklı takdirini kazanan çabalar birilerinin dikkatini çektiğinden olsa gerek tanklar yürütülme sonucunda halk adına ortaya konmak istenen yerli çabalar yok oluşa mahkûm edilmeye çalışıldı ve sonuç alınmak istendi…

Birde, Milli Görüş’ün içerisinde öteden beri oluşan farklılaşma sonucu bu çizgi iki ana hatta ayrılmış oldu. Daha sonra da çizgisel bölünmeler yaşandı.    

Erdoğan ve ekibinin başını çektiği Ak Parti, kendisinden önceki süreçlerde halkın içerisinde bulunduğu çeşitli sıkıntı ve sorunlardan yola çıkarak ve aynı zamanda da halkın teveccühünü alarak kurulduktan kısa bir süre içerisinde tek başına iktidar oldu. Bu, onun çıraklık dönemi idi!

Ak Parti, bu ilk iktidar döneminde halkın teveccühüyle birlikte, çeşitli çıkar çevrelerinin ve bir yığın cemaatinde yüzünü döndüğü yer olmuştu. Çıkar çevreleri öteden beri ellerinin altında bulundurmaya çalıştıkları maddi kaynakların bu dönemde de ellerinin altında olmasını düşündüklerindendir ki, yeni döneme dair bu yeni yapıya kendilerini kanalize etmeye çalıştılar. İslamcı vurguyu artık yapmayan, o kulvarda bir siyaseti düşünmeyen ve elden geldiğince yerel ve küresel ölçekte liberal söylemden beslenmeye çalışan bir partinin gerek kendisinin oluşturduğu ve gerekse hazır olarak oluşan sermaye sınıfını görmezden gelme rizki olamazdı! Ak Parti bu süreçte hem kendisini –geçmişini sildirircesine- başta her ha lû kârda hemen, her icraatını gözünü kapatarak onaylayacak kendi halk tabanı olmak üzere Genelkurmay’a, medyaya, sermaye sınıfına ve toplumun alabildiğine özgürlük talebi olan  muhalif çevrelerine kabul ettirmek için kendince çabalar içerisine girdi. ‘Kendisince’  diyoruz, zira bazı konularda ketum davranıp sürekli topu taca atmaya çalıştı. Ör. Başörtü sorunu ve Kürt sorunu…

Geniş İslami kesimlerin ortak talebi olan başörtüsü konusunda kendisince bazı çabalar içerisinde olduysa da büyük oranda olayı hafife aldı, ‘bedel ödeyemem!’ dedi, muhalefeti suçladı ve işin açıkçası topu taca attı. Zira bu konu laik kesimler karşısında farklı bir kimlik ibrazıydı ve olası bedeli ağırdı! Halk bu konuda kendi çözümünü elbette bulurdu! Buda ya kısmen özel okullar, ya yurt dışı eğitim imkânları, ya da eve kapanıp okumamaktı! Nasıl olsa bu özel okulların çoğunun sahipleri Ak Parti’ye kapak atmış muhafazakâr cemaatlerin ağa babalarınındı! Parayı bastıran okurdu ve sorunda böylelikle çözülür, can yakmazdı!

Bu acı tabloya rağmen durmadan da ‘Haydi kızlar okula!’ kampanyalarıyla da büyük oranda Kürt illerindeki kız çocuklarına –ebeveynleri bir şekilde ikna edilerek- sözde cehaletten kurtarmaya yönelik cumhuriyetçi ve modern karakterli kampanyalarda bazı başörtülü bayanlar tarafından organize ediliyordu. Bu sayede niteliği pek yakalanmış olmasa da 28 Şubat ve öncesinde sırf başörtüsü üzerinden kotarılmaya çalışılan ve direnişi baz alan ‘başörtüsü eylemleri’ sona erdirilmişti!

Laik ve baskıcı rejime rağmen iktidarda İslamcı olmasa ‘makul’ bir parti vardı  ve onun hatırına bile olsa bu tür zıp çıktılıklar anlamsız kalıyordu! Kısacası bu süreçte ekonomik bazlı, iktidara yakın sınıflar oluşurken, geçmişlerinde İslamcı bir karine nedir taşımamış millici, milliyetçi ve muhafazakâr cemaatler yavaş, yavaş Ak Parti çevresinde haleler oluşturmaya başlamışlardı…

Bu süreçte ister İslamcı, ister Alevi ve isterse de Kürt muhalefetinden olsun kayıtsız şartsız özgürlük talebi ve anayasal vatandaşlık hakkı isteyen sair çevrelerin meşru istekleri birtakım dengeleri koruma adına hükümet tarafından üstün körü bir şekilde ele alınıp dururken, özgürlük talebi pek olmayan ve hemen her şeyi ekonomik düzgünlüğe ve devletle birlikte Türk halkının şanına yakışır(!) oranda mutlaka Avrupa Birliği’ne girme –ki bunda da amaç bir değer ve misyon aktarımından ziyade ekonomik gelişmişlik adına-  çabaları en başta ön planda idi! Ki, bu kitle apolitik duruşuyla Ak Parti’nin oy deposu sayılabilirdi.

Zaten Ak Parti’de, diğer sorunların çözümünü ileriki safhalara atıp mevcut statükoyla bir niza yaşamak istemiyordu. Ki, bundan dolayı başta Kürt sorunu olmak üzere birçok yakıcı sorundan dolayı Genelkurmay’la sürtüşmek zorunda kalıyor ve sonrasında da çark ediyordu. Gerçi bu konuda, Ak Parti kendisinden önceki dönemlerde iktidarda bulunan mevcut statükocu partilerden daha ileride olmasına ilerdeydi ama ‘ne olur, ne olmaz!’ diye de önlem almaya çalışıyordu… Bu, onun, bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle çıraklık dönemi idi!

İkinci, yani kalfalık döneminde bir hayli tecrübe edinilmiş, dengeler gözetilse bile gerek ülke, toplum ve gerekse de uluslar arası kamuoyu –AB, ABD- nezdinde her şeyin yolunda seyrettiği imajı oluşturulmaya çalışılıyordu. İlk dönemde de olduğu gibi bu dönemde de ger buradaki iktidar elitleri ve gerekse de küresel ölçekte oluşan ‘takiye yapıyorlar mı?’ sorusuna olumlu anlamda cevaplar bulmaya çalışıyorlardı. İki tarafta sonra anladı ki, Ak Parti ve kurmayları takiye yapmıyor ve her icraatlarında Müslüman kitleleri üzmemeye gayret gösteriyor olsalar da batı adına, batının seküler yapısına katkı sunmak ve bu çabaları kalıcılaştırmak adına sürdürülmesi gereken modernleşme projelerine katkı sağlanmak isteniyordu.  Bireyler laik olmayabilirdi ama iktidar ve devlet aygıtının marifetiyle koca bir kitle bal gibi ‘hem Müslüman ve hem de laik’ olmaya ikna ediliyordu. Bu sayede ekonomiden, siyasete değin hayatın her alanında bir dönüşüm söz konusu idi!

Bu süreçte de yine muhafazakâr cemaatler –kendi grupsal çıkarlarını korumak dürtüsüyle birlikte- Ak Parti’nin ve dolayısıyla da lideri Erdoğan’ın yanında idiler. Artık ustalık dönemi söz konusuydu! Bu dönemin en belirgin yönlerinden birisi de belki düşüncede var olan, ama gündeme getirilmeyen, haliyle de çözüm sunulmayan bazı önemli sorunların çözümüne yönelik çabalardı; demokratik açılım, Alevi açılımı, Kürt açılımı ve Roman açılımı ve bunlarla ilgili bakanlıklar ve çeşitli sivil toplum kuruluşların (STK) işbirliğinde yürütülen müzakereler…

Ama nedense bu açılımlarda sonuç elde edilemeden bazı uygunsuz davranışlar sonucu, ya karşı/muhatap çevreler, ya Ak Parti karşıtlığıyla mesaisini tamamlamaya çalışan bazı resmi kurumların karşı çıkışları ve o minvalde oluşa gelen çabaları. Ör. Anayasa mahkemesi, Danıştay vs…

Daha sonra önemli bir çabanın, İslamcı kesimde bulunan bazı entelektüel kişi ve kanaat önderlerinin önemli bir kısmının neredeyse kendi bilgi birikimlerini,  ve tüm iddialarını yok sayarcasına Ak Parti’ye ve dolayısıyla iktidara sunması olarak okunabilir…

Ve bu dönemde fısıltı gazetelerinde, birazda örgütsüzlük ve ilkesellikten yoksun bir şekilde piyasada dolaşan ‘Ak Parti tüm İslamcı cemaatleri ve grupları yanına çekti’ türden ortalıkta dolaşan seviyesiz bilgi ve haberleri maalesef neredeyse doğrularcasına bir yığın İslamcı yapının bir piramit şeklinde partiye dâhil olmaları da bu dönemin kayda değer bir tarafıydı…

İslamcılar olarak Ak parti’ye yamanmayıp ilkeselliği elden bırakmadan, sadece günümüzde ve gelecekte yapabilmeyi düşündüğümüz kendi İslami projelerimiz adına, ortak bir belge olması için toplumsal kesimlerin katılımıyla, uzlaşma sonucunda ortaya çıkarılmasını arzuladığımız anayasa çabalarına destek verebilmeliyken, kalkıp Ak Parti’ye dâhil olmak bu dönemin bizler açısından anlaşılmaz bir fenomeni olarak ortada durmaktaydı…

Yine bu dönemin en belirgin yönü modern argümanlar bağlamında bir iktidar için ‘olmazsa olmaz’ denilen kendi sınıflarını ve kuvvetlerini defatle oluşturmak! Bunlar, sayarsak; kurumsal bazda zenginler sınıfı, koca bir hayran kitlesi, yasal güvenlik gücü/polis teşkilatı, yargısı ve medyası vs…

Gerçi bu durum günümüz dünyasında neredeyse hiç yadırganmazken, nedense Kemalist elitler ve endişeli modernlerle birlikte kendilerini her zaman iktidara yakın bulan birtakım muhafazakâr siyasal güçlerin diline pelesenk oluyordu!

Kısacası elitler ve elitlik değişince kıcıklıklar da kendini ele veriyordu! Ama tersi söz konusu olsa, bu kez ‘hak yerini buldu, iktidar gerçek, sahibinin oldu!’ fiyakasından geçmek zor olurdu, belki de…

Muhafazakâr kesimlerin kahir ekseriyeti bu iktidardan, ne çıraklık döneminde ve ne de kalfalık döneminde kendi arzuları istikametinde de olsa İslami anlamda top yekûn toplumsal bir dönüşüm için kayda değer hiçbir talepte bulunmadılar. Bulunsalar da kör topal bir durum ortaya çıkabilirdi! Onlar, iktidara yakın durmak, muhafazakâr modernleşmeden yararlanmak, ülkeyi daha da ileri noktalara taşımak ve refahtan alabildiğine pay alıp ‘refah’ cemaatleri olabilmek!

Bunları alt, alta, üst, üste ve yan, yana topladığımızda kalfalık döneminin sonuna doğru vücut bulan bazı toplumsal ve siyasal olaylar; ör. BDP’nin, DTK’nın Kürt sorunu ile ilgili çalışmaları, PKK’nin tavrı, KCK, Ergenekon ve Balyoz davası ve olası sonuçları, anayasa yapma sürecini çeşitli mahfillerce sürüncemede bırakılma gayretleri, ulusalcı cenahın ara, sıra toplumu kışkırtıcı bir dil kullanması ve eylemlilikleri sürmeleri ve bunlarla birlikte önemli bazı dış kaynaklı olayları içe yansıması kabilinden vakalar muhafazakâr kitleyi, cemaatleriyle birlikte bir yığın İslamcı kişi ve grupların Ak parti’nin çevresinde halelenmeleri gözümüzün önünde durmakta ve buda son noktada en büyük cemaatin hangi yapı ve yapılar olduğunu hem sosyal, hem kültürel ve hem de siyasal olarak tescillendirmektedir.

Halbu ki buralara kadar gelineceğine, bazı İslamcı gruplarla birlikte, kendilerini İslam’a nispet eden muhafazakâr cemaatlerinde işin dışında kalıp sadece doğrulara sahip çıkıp, onların çoğalmasını arzulamak, yanlışlara da dikkat çekip onların ortadan kalkmasını arzulamak ve eleştiri mekanizmasını devreye sokmak, kendi dönüşümlerini kendi öznel şartlarında ve bu oluşturmak zorunda oldukları kendi zeminlerinde gerçekleştirmek şeklinde olmalıydı!

Aşırı derecede bir teveccüh çoğu zaman içimizi yakarken, maalesef dışımızda duran bazılarının da ‘haklı’ olarak dışını yakmakta ve bu türden sebepler dolayısıyla da kendi plan ve programımızı, mesajımızı elde kalan mevcut İslamcı kitleler, gruplar olarak muhatabımıza aktarmakta ve anlatmakta zorlanıyoruz. Bunun bilinmesi gerekir…

Demek ki bazı çıkar ilişkileri, projeler ve programlardan grupsal ve kişisel olarak yararlanabilme düşüncesi son noktada aynı siyasi amacı güden bir partililikten en büyük bir cemaate bürünmekte ve tabloyu boydan, boya oluşturmaktadır!  

Ak Parti’nin ve lideri Erdoğan’ın üçüncü dönem dediği ve yeni başlayan ustalık döneminde bu türden yanlışlıklara düşülmeden vesayetçi yapıyı halk adına ustalıkla alt etmesi dileğimizdir!

Başka ne diyelim… 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum