Eleştiriyi bekletmek “caiz” midir?
Fatma Barbarosoğlu, eleştirinin gerekliliğini ve toplumun eleştiriye yaklaşımını hatırlatırken en hakiki müttefikin eleştiri olduğunu ifade ediyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Eleştiriyi bekletmek “caiz” midir?
I-
Eleştiri ile negatif duygu aktarımını birbirine karıştıranların her daim yürürlükte tuttuğu bir itiraz cümlesi vardır: “Şimdi bunları konuşmanın sırası mı?”. Bu itiraz esasında, “bunları HİÇ konuşmayalım” demenin üstü kapalı şeklidir.
Eleştiri mevcut olanı değerlendirmektir. Dolayısıyla mevcut olanı değerlendirecek kişinin bilgi sahibi olması şarttır, bilgilendirmenin olumlu ya da olumsuz olması söz konusu değildir.
Ülkemizde eleştiri kültürünün olmaması, negatif duygu aktarımının eleştiri olarak kabul edilmesiyle de yakından alakalı. Negatif duygu aktarımı için bilgi sahibi olmak gerekmez. Hatta kişi ne kadar cahil ise o kadar negatif duygu aktarımında bulunur. Nitekim kendilerini her zaman küfür ve hakaret eşliğinde saldırgan bir üslupla ortaya koyanlar, eleştiri ile karşılaştıklarında “şimdi bunların sırası değil” diyerek had bildirir.
Neyin sırası ne zaman gelecektir?
Robert Musil arkasında bırakacağı yazıları bir araya getirdiği kitaba Erken Açılmış Miras adını verir. Kitabı için yazdığı önsözde metinleri bir araya getirirken yaşadığı ikilemden bahseder. Musil’in kitabına seçeceği metinleri gözden geçirirken yaşadığı ikilemi, biz her daim gündem üzerinden yaşıyoruz. Öyle bir “gündem” ki bir günümüze bir yılın bazen yüzyılın ağırlığı düşüyor. Olayları haberleri o ağırlık üzerinden algılıyor, değerlendiriyor ya da hiç savunulamayacak yanlışları en hafifinden görmezden gelmeye ya da savunmaya kalkıyoruz.
Musil yazılarını seçerken kendine duyduğu/duyacağı güvenin kaynağını Goethe’nin bir cümlesinde bulur:
“Kötü yapılan tek bir şeyde, kötü yapılan her şeyin meselesini bulabiliriz.” Bu cümle, küçük yanlışlara yönelik eleştirinin, çok daha büyük yanlışlar yapılan zamanlarda da değerini koruyacağı konusunda umut uyandırmaktadır.
(Robert Musil, Erken Açılan Miras Storytel E kitap s.24,25)
Eleştiri dile getirildiğinde genellikle bir art niyet arama devreye girer. Oysa eleştiriye eşlik edecek duygu iyi niyettir.
Eleştiri ve iyi niyet bahsini merhum Nurettin Topçu’nun düşünce izinden dikkatinize sunmak istiyorum.
Orhan Okay’ın Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları başlığını taşıyan kitabı yakın döneme ait pek çok ayrıntıyı barındırıyor. Bu yazı için seçtiğim bahis, hakikat ve dostun hatırı karşı karşıya geldiğinde izlenmiş olan yola dair.
Ali Fuat Başgil ile Nurettin Topçu iyi görüşen iki dost. Fakat Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik adlı kitabında ilmi bakımdan bir takım hatalar görür. Bunları eleştiren bir yazı kaleme alır. Lakin kendi ismi ile yayınlarsa dostunu inciteceğini düşünerek yazıyı yeni harflere çevirmesi için Orhan Okay’a vererek şöyle der: “Şimdi bunun benim adımla çıkması Ali Fuat Bey’e karşı ayıp olur. Sen kendi imzanla neşretmek ister misin?”
Orhan Okay “el emrülfevka’l edep” deyip, yazıyı Peyami Safa’nın çıkardığı Türk Düşüncesi dergisine gönderir. Yazı Ağustos 1955’te yayınlanır, ancak Orhan Okay imzası ile değil bir mürettip hatası olarak Orhan Oktay imzası ile. Mürettip hatası hakikate bir katkı gibidir adeta.
Bu hikayede/tavırda Nurettin Topçu’nun ahlaki ve ilmi duyarlılığının bütün cephelerini görmek mümkün.
Tanık olduğumuz, tespit ettiğimiz hiçbir hatayı parantez içine alma hakkına sahip değiliz. Parantez içine alma hakkına sahip olmadığımız gibi, aynı zamanda muhatabının hatasını görmesini sağlamaktan da mesulüz. Merhum Nurettin Topçu, dostunu eleştirmekten geri durmuyor. Ama dostunu kendi imzası ile eleştirirse incineceğini de dikkate alarak gerekli tedbiri alıyor. Bu tedbirde esasında Nurettin Topçu’nun birey ve cemiyet ayırımında, bireyi incitmeden cemiyetin haklarını gözeten tavrına şahit oluyoruz.
İyi niyet ile samimiyet sıklıkla birbirine karıştırılabiliyor. Bu konuda zihnimi berraklaştıran tanım şöyle:
“Samimi olmak başkasına yalan söylememektir, iyi niyetli olmak, ne başkasına ne de kendine yalan söylemektir.”(Andre Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi s.264)
Oysa bizim bugün eleştiri konusundaki en büyük açmazımız kimlikçi yaklaşımlar. Aynı siyasi görüşü savunduğumuz kişilerin hatalarını görmezden gelerek, üstünü örterek hakikatin görülmesini/görünmesini engellemeye çalışıyoruz.
Neden? Nedenler üzerinde fikrimizi yormak istiyorsak önce şu soruya cevap arayalım:
Samimiyet sınavını geçebilecek kaç kişi var aramızda?
II-
Eleştirel yaklaşanlar genellikle muhalif olmakla itham edilirler. Ya da esasında pek bir görüşü olmayanlar kendilerini esaslı muhalif olarak tasnif ve tasvir eder kitlenin gözünde. O halde muhalifleri ve muhalifimsileri kaba taslak sınıflandıralım. Metinde bahsi geçenler herhangi bir konuda ve durumda kendini “muhalif” ilan edenlere ve onların “muhalif olma” durumunu aşırı küfür ile püskürtmeye kalkanlara dair...
a- Esasa dair itirazı olan ilkeli muhalifler
Tarih boyunca sayıları oldukça azdır. Meselenin özünü kavrayan, dün ile gün arasında bağlantı kurmakta mahir, öğretmeye değil öğrenmeye talip insanlardır. Maddi ikbal, istikbal endişesi en alt düzeyde olan bu kişiler, aile bireylerinden başlayarak bütün toplum tarafından reddedilen şahsiyetlerdir. Güç merkezleri için kullanışlı olmadıklarından yaşarken ölü muamelesine maruz kalırlar. Yaşarken taşıdıkları yalnızlığın yükü, öldükten sonra kalabalıkların yüküne dönüşür. Her kesim, onların zamana direnen fikirlerini kendisi için kullanışlı hale getirmek ister. Asla söylemeyeceği cümleler bile onun hanesine yazılarak hiç olmazsa ölümünden sonra, sosyo-kültürel mirası “kullanışlı hale” getirilmeye çalışılır.
b- Duygusal muhalifler
Duygusal muhaliflerin esasa ve duruşa dair bir fikirleri yoktur. Ama vitrinleri geniş ve ışıklı, söylemleri cerbezeli olduğu için ok şey biliyormuş izlenimi uyandırırlar. Muhalif olmalarının kaynağı, fikri değil duygusaldır. Güç merkezinin idaresine, liderin eylemlerini “analiz” ederek, liderin toplumun ihtiyaçlarını hangi konularda karşıladığını kitlelere “bilimsel” verilerle ispatlayarak dahil olurlar ve yükselirken yükseltme stratejisi izler. Bir zamanlar kendisiyle göz hizasında olan lider yükseldikçe duygusal muhalifin hıncı artar. “Onu oraya ben getirdim, o kim ki!” aşağılamasına girişir ve “ölümüne muhalif” kategorisinin kendisi tarafından icat edildiğine önce kendisini sonra takipçilerini inandırmaya çalışır.
c- Eylemsiz muhalifler
Her şeye ve herkese karşıdırlar. Huzursuz, mutsuzdurlar, başkalarının neşesini ve sevincini sırtlarında yük gibi hissederler. Eylemsiz muhalifin bir taşı yerden kaldırdığı, bir yaraya merhem olduğu görülmemiştir. Duygusal muhaliflerin aksine -ki duygusal muhalifler yükseltirken yükselmeyi düşündükleri liderleri için canhıraş bir şekilde çalışırlar- herhangi bir konuda cümle bile kurmaya tenezzül etmezler, enerjilerini hiç harcamazlar, ama etraflarına yaydıkları iklim ile bulundukları ortamı buzul çağına dönüştürme kapasiteleri vardır. Her şeye muhaliftirler. Huysuzluğun adını muhaliflik olarak hanelerine tescillettirme başarısı gösterme kabiliyeti ile taraftar toplarlar. Muhalefetlerini belirli bir konuya, ilgiye, eyleme yöneltmedikleri için toplum tarafından muhaliflikleri fazla ciddiye alınmaz. Ama eylemsiz muhalifler arasında bazen eylemsizlik üzerinden kariyer yapma becerilerine göre kariyerlerini çok parlak bir şekilde inşa edenlere rastlamak da mümkündür.
d- Her daim güçlünün yanında duran, yanar döner muhalifler
Sadık köpek kategorisinde değerlendirilirler genellikle. Esasında “koynumda yılan beslemişim” cümlesindeki yılandırlar daha ziyade. Yanında saf tuttukları kurumları, kişileri, söylemleri “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” sadakatiyle kendilerine raptederler. Rapt oldukları duvarın, temelin sallantısını hissettikleri anda iplerini çözüp güçlü olan yeni sahibe ipini teslim etmek üzere yola düşerler.
Meraklısı için not: Türkiye’de sorunumuz, esasa dair itirazı olan, olayları ve fikirleri kritik eden kişilerin/muhaliflerin üzerinin görünmezlik harcı ile örtülmesidir. Bu satırların yazarının yıllardır söylediği cümle şudur:
Uzun vadede en hakiki müttefik eleştiridir.
HABERE YORUM KAT