Eleştirilen Sünnîlik
Türkiye’de garip şeyler oluyor. Müslüman dünyanın hiçbir Sünnî coğrafyasında olmayan, olması da düşünülemeyecek şey, Türkiye’de oluyor. Bu coğrafyaya kimliğini ve ruhunu veren, medeniyetimizin kurucu paradigmasına kaynaklık eden Ehli Sünnet, sistemli olarak hedef alınıyor, karalanıyor, karikatürize ediliyor.
Şiddeti yöntem olarak kullanan tekfirci neo hârici/vahabi hareketlerin yaptıklarının hesabı Sünnîlikten soruluyor.
Şiîler Sünnîlikle hesaplaşıyor. Kimi Aleviler Sünnîliği eleştiriyor. İslâm modernistleri Sünnîliği hedef tahtasına oturtuyor. Katı laikler dinle mücadelelerini Sünnîlik üzerinden yapıyor. Kendisini mezhep üstü gören ilahiyatçılar Sünnîliği karikatürize ediyor.
Sanırsınız ki, Sünnîlik tarih sahnesinden çekilse dünyanın bütün problemleri bitecek!. Müslüman dünyanın geri kalmışlığı bitecek, Müslümanlar iç vahdetini sağlayacak ve dünya daha yaşanır bir yer olacak!..
Oysa hedef seçilen Sünnîlik ana akım İslâm’dır. Bidat fırkaların bu yapıyla tarihî hesaplaşmalarının malum sebepleri vardır ve muhalefetleri de bitmez. Modern akımların da Sünnîlik karşıtlığı anlaşılabilir.
Bir de kendini Sünnîliğe mal eden ama Sünnî usûle uymayan, Sünnî usûlün tecviz etmeyeceği kimi hurafeleri de savunan kişi ve grupların Sünnîliği yıpratmaları vardır. Anlaşılması zor olan da budur.
Bir örnek vereyim. Meşhur bir Hoca, vaazlarında eğer bir rivâyet aslı dahi olmazsa, ama muteber bazı âlimler bu aslı olmayan rivâyete kitaplarında yer vermişlerse bu rivâyet kabul edilir, diyor. Bu iddiayı da Ehli Sünnet’e mal ediyor.
Talebelerimin de sık sorduğu bir sorudur yukarıda naklettiğim iddia. Hadis karşıtları, yahut hadis kritiğinde katı olanlar, hadislerin çoğunluğuna kuşkuyla yaklaşanlar bu konuşma görüntülerini kendilerini haklı çıkarmak amacıyla sosyal medyada paylaşıp duruyorlar.
Oysa bu iddianın Ehli Sünnet usûlünden onay alması mümkün değildir. Biraz usûl bilgisi olanlar tartışmasız bunu bilirler. Aslı olmayan bir rivâyeti hadis diye aktarmak caiz değildir çünkü. Bunun tek istisnası var, o da; aslı olmayan rivâyeti nakleden kişinin muhataplarını uyarmak sadedinde rivâyetin “aslının olmadığını” söyleyerek aktarmasıdır.
Çünkü Allah Resûlü’ne (sas) aslı olmayan bir sözü veya bir ameli bilerek nisbet etmek, O’na iftira atmaktır. Allah Resûlü’nün (sas), “Kim bilerek bana bir yalan isnadında bulunursa cehennemdeki yerini hazırlar” uyarısını yaptığı mütavatir hadislerle sâbittir. Yine bir hadislerinde, “Her kim yalan olduğu bilinen bir sözü benden (olmak üzere) rivâyet ederse kendisi de yalancılardan biridir.” (Müslim: 1/7, hn. 1) diyerek bu yolu kapatmıştır.
Ulema da bu konuda ittifak etmiştir. Ancak bir âlimin gözünden kaçarak, sehven aslı olmayan bir rivâyeti O’na (sas) nisbet ederek kitabında yer vermesi başkadır, bunu bilerek yapması başkadır. Bilmeden yapan kişi mazur kabul edilebilir ama bilen kişi mazur kabul edilemez. Bir muhaddisin öncelikli görevlerinden birisi de Efendimiz’e ait olanlarla olmayanları ayırmaktır.
Ehli Kitap uleması bu hassasiyeti göstermediği için kitaplarını tahriften koruyamamışlardır. Özellikle de takva sahibi bilinen kişilerin dine hizmet etmek, insanları dindarlaştırmak amacıyla din adına aslı olmayan aktarımda bulunmaları dini tahrif etmiştir.
İslâm tahrif olmadan bugüne gelmişse, İslâm’ın bu hususta tedbir alarak hassas davranmasıyla bu mümkün olmuştur.
Kur’an ve makbul hadisler İslâm’ı yeterince anlatmaya, hayata Müslümanca bir solukla dokunmaya kâfidir. Buna rağmen bunu kâfi görmeyenler, aslı olmayan rivâyetlerden medet umanlar aşırı gitmektedirler. Aşırı gitmek sadece dinden çıkarmakla olmaz, dine eklemelerde bulunmak da bir aşırılıktır. İfrat ve tefrit aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT