Elbette, bir çok şeyi de okuyuculardan öğreniriz; amma..
Konuşmak veya yazmak konumunda olup, bir grup veya kitleye yönelik olarak yazıp- çizenler için en sevimsiz durum herhalde, muhatabları karşısında bilgiçlik taslayan, mâlûmâtfurûş durumuna düşmeleri ve de kendilerini muhatablarından daha bilgili zannetmeleridir.
Aynı şekilde, okuyan veya dinleyenler açısından da en sevimsiz durum, herhalde, sessiz sessiz, itirazsız olarak okuyup dinlemelerine bakılarak, bir şeyden anlamayanlar olarak değerlendirildiklerini hissetmeleridir. Halbuki, ‘hiç ummadığın da, açar esrâr-ı derûnu..’
*
Almanya’nın son yüzyıldaki önemli fikir ve felsefe adamlarından olan Martin Heideger, Almanya- İsviçre- Fransa sınırlarının birleştiği noktadaki Freiburg şehri yakınlarında bir dağ kulübesinde sâde bir şekilde yaşamayı severmiş.. Bir zaman olur, Munich Üni.’de onun felsefesi üzerine bir sempozyum düzenlenir.
Program bittikten sonra tebliğ sunanlardan birisi, Rektör’e, ‘Efendim, galiba konuyu iyi anlatamadım, konu da ağırdı; onun için herkes, bir şey anlamamışcasına çok sessiz dinlediler.. Sadece, ‘köylü’ birisi söylenenleri teyid mânasında başını sallayıp duruyordu; o da, anlar gibi gözüktüğündendi galiba..’ der..
Rektör, ‘Yok, Herr Prof., tam tersine, sunumunuz çok iyiydi ve herkes de oradaki bir şeref misafiri hatırına daha bir sessizdiler. Çünkü, senin ‘köylü’ dediğin zat, Heideger’di..’ der.
*
Böyle durumlar hepimizin başına da başına gelebilir.. Onun için, daima teyakkuz halinde bulunmak gerekir.
*
Okuyuculardan gelen mesajlardan elbette çok şeyler öğrenirim, şahsen.. Ama, bazan öyle mesajlar da gelir ki, hayret edersiniz.. Meselâ, siz, (Tâlibân iktidara gelmeden 1-2 ay kadar öncelerde) Afganistan’da bir kız okuluna yönelik bir bombalı saldırıda, yaşları 13-14’ün altında, 170 küçük yavrunun can verdiğini yazarsınız; bazı okuyucular, size, ölenlerin 167 olduğunu hatırlatıp, ‘Niye yalan yazıyorsun?’ diyecek kadar ‘seviyeli’ (!)düzeltmeler yaparlar.
17 Eylûl günü de, Adnan Menderes’in 1959’da Londra’da düşen uçağında hayatını kaybedenlerin 15 kişi olduğunu yazmıştım, birileri hemen ’14 idi‘ diye düzeltmişler!.
Siz, birisine gökteki bir cismi parmağınızla işaret ediyorsunuz, muhatabınız ise, sizin parmağınızın ucuna bakıyor.
Evet, sadece sizin durduğunuz ve baktığınız yer değil, muhatablarınızın durduğu ve baktığı yer de önemlidir.
*
Meselâ bir okuyucu, 15 Eylûl tarihli ve ‘İnsana inanç özgürlüğünü veren, laiklik değil; İslâm’dır!’ başlıklı yazıma ‘Hayır.. Dinler topluma inanç özgürlüğü sunmaz..’ diye karşı çıkıp, ‘Özgürlükler, demokrasi ile yönetilen toplumlarda olur, özgürlüğü sadece demokrasi sunar.. Biz de bugün inanç özgürlüğüne sahip isek, ülkemizdeki demokrasi sâyesindedir..’ diye yazıyor.
Bu arkadaş ve benzerleri, hattâ, ‘Ülkemizde papaz gidip, kilisede ibadetini yapıyorsa, bu, demokrasinin verdiği hakla oluyor; İslâm’ın verdiği bir hak olarak değil..’ diyecek kadar, İslam konusunda Avrupalı müsteşrikler kadar bile bilgisi olmadığını ortaya koyuyor. Müslüman dünyasında 1400 yıldır, kilise, sinagog ve mescidlerin hattâ bazan yan-yana olduklarından bile haberi yok.. Halbuki, sadece İstanbul’a bile şöyle bir baksa, 500 yıl öncelerden beri, ‘kilise, sinagog ve mescidlerin aynı mahallede yanyana olduklarını bile görebilir.. Gitsin Fatih’e, Üsküdar’a, eski İstanbul’un merkezlerine ve diğer yerlere..
Çünkü, Kur’an-ı Kerîm, (Hacc Sûresi, 39-41’de, meâlen), ‘Manastırlar, Kilise, sinagog ve mescidleri, Allah’a ibadet olunan yerler olarak’ tekrîm ile anmaktadır.. (15 yıl öncelerde Almanya’da Köln Belediyesi’nin tertiblediği bir konferansta konuşan tarihçi İlber Ortaylı, ‘500 yıl öncelerde Avrupa halkları din ve mezheblerinden dolayı birbirlerini boğazlarken, İstanbul’da Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar kendi mâbedlerinde hür olarak ibadet ediyorlardı, siz bunları bugün bile tasavvur edemezseniz..’ demişti özetle de, bazıları hayretle dinlemişlerdi..
Bu bakımdan, ‘insanların inanç özgürlüğünün İslâm’dan değil, demokrasi’den geldiğini’ sanan bu ve benzerlerine belirtmeliyim ki; dünyaya sadece materyalist anlayışların ve beşerî sistemlerin penceresinden bakarsanız böyle bir neticeye varabilirsiniz belki.. Ama, bütün ‘ilahî din’lerin aslının ortak ismi olan İslâm, insana sadece özgürlük bahşetmekle kalmıyor; Allah’u Teâlâ, insana, ‘Seni hür olarak yarattım, başkasına kul-köle olma!.’ diyor ve sadece ‘hür insan’ı ‘muhatab ve sorumlu’ olarak alıyor.. Bunun içindir ki, ‘Lâilâheillallah’ diyen ve bunun mânasını bilerek yaşayan insan, evet gerçek ‘hür insan’dır.
Ama, beşer tarihine bakarsanız, karşınıza bütün tarih dönemlerini kuşatan karanlık ve acılarla, feryadlarla dolu bir kölelik sistemi çıkar.. Firavunlar ve Nemrud’lar ve köleler de bütün zaman dilimlerinde hep var olagelmişlerdir. Elbette, diktatörlükler yerine, demokratik usûllerle yönetilmek de tercihe şayândır. Ama, örnek gösterdiğiniz Avrupa’da bugün bile son 150-200 yıllık bir geçmişe sahiptir demokrasi ve bir çoğu hâlâ da ‘tâclı demokrasi’dir..
Esasen, ‘demokrasinin beşiği’ sayılan Antik Yunan’da, Atina demokrasisi’nde, fikir ve iradelerini belirtmek, oy vermek hakkını haiz, 17-18 bin ‘hür insan’ vardı ve kölelerin sayısı ise, 250 bin kişi idi. Bunun içindir ki, ünlü ing. yazarı Bernard Show, 80 yıl öncelerde, demokrasiyi, temelinde, ‘megalomani (kişinin kendisini diğerlerinden üstün görmesi saplantısı)’ ve kölelik gibi iki temel unsur üzerinde yükselen bir sistem olarak niteliyordu.
*
Star
YAZIYA YORUM KAT