Ehl-i ilim ve aydınlar
Kanaat önderlerinin ve aydınların siyasi partiler ve devlet karşısındaki tutumları ne olmalı? Hakikatte kastettiğim "tarihsel bir kategori olarak aydınlar" değil. Çünkü "aydın" zaten iktidarın ve devletin kültürel ve ideolojik uzantısı.
Aydınlanma onu bu tarzda konumlandırmış, bu konumu ve misyonuyla tarih sahnesine çıkmış. Batı'da, özellikle Fransa'da zaman zaman aydınlar kamusal alana çıkar, muhalefet eder, halkın vicdanı olma görevini üstlenir. Bizim gibi ülkelerde aydının böyle bir derdi ve misyonu yok. Abdulhamit'ten beri aydın kesenin ağzına veya kendisine devlet içinde tahsis edilecek makam ve nimete bakar. Bu yüzden ana reflekslerine baktığınızda düşünce faaliyetlerinin merkezine "devleti, iktidarı ve geleceğini kendileriyle ilişkilendirdiği herhangi bir siyasi partinin başarısı"nı yerleştirdiğini görürsünüz. Benim kastım, "ehl-i ilim ve ehl-i tefekkür". Bunların genç nesillerin zihninde bir çağrışım yapmadığını biliyorum. Yine de İslam ilim, irfan ve tefekkür geleneğinden beslenen ehl-i ilim ve ehl-i tefekkürün, "modern aydından ve akademisyenler"den farklı olarak siyasi partiler ve devlet karşısında nasıl bir tutum takınması gerektiğini anlatmaya çalışacağım.
Bizim mezhebimizin imamı Ebu Hanife'ye göre, ilim ehli devlette görev almaz. Bu kesinlikle olmaması gerekir. Çünkü ilim ehli (ulema) toplumu ahlaki yönden takviye etmeli, Hukuk'u geliştirip zenginleştirmeli, yöneticilere yol göstermeli, kamu otoritelerinin icraatlarını denetlemeli; bilgisi, ameli ve yaşayışıyla toplumun aklı, vicdanı ve itiraz eden sesi olmalı. Öğrencisi İmam Ebu Yusuf aksini yapmadı. Birtakım maslahatlar öne sürerek Abbasi Halifesi'nin adalet bakanlığını kabul etti (Kadı'l-kudat). O günden başlamak üzere bizim ulema-mütefekkir geleneğimiz çatallaştı: Ebu Hanife yolundan gidenler bağımsız kaldılar, "sivil ulema" karakterlerini korudular; itiraz ettiler, eleştirdiler, yol gösterdiler; Ebu Yusuf'u taklid edenler devletin "resmi ulema"sı oldu. Bu farklı tercihler sanıldığı gibi basit değildir. Ebu Hanife tutumunda öylesine ısrarlı oldu ki, sonunda canından oldu. İmam Malik, Ahmet ibn Hanbel ve İmam Şafii gibi mezhep kurucuları da aynı çizgide davrandı ve benzer akıbetle karşılaştılar. Allah hepsine rahmet etsin.
Bir dönemin Müslümanlarının başına gelebilecek en büyük felaket, ilim, fikir, sanat ve irfanla uğraşan entelektüellerinin, iktidar ışığını görür görmez, Ebu Hanife'nin yolunu bırakıp "iktidarın ameliliği"ne soyunmalarıdır. Müslüman entelektüellerin "devlet memuru" oldukları her yerde İslam büyük gerilemelere uğradı, bunun somut, yakın ve canlı örnekleri ortada.
Ebu Hanife'yi takip edenler, salt meşru iktidara veya meşru devlete karşı değiller. Ama "Sultanın sarayından, zenginlerin sofrası"ndan uzak durur, sultanları Allah'ın yoluna, zenginleri sömürü ve haram yiyicilikten vazgeçirmeye çalışırlar. Akşemsettin, çok sevdiği halde ayağına giden Fatih Sultan Mehmed'i huzuruna kabul etmedi. Ehl-i ilim "temkin yolu"nu takip ettiklerinden ümmeti sonuç alınmayacak maceralara, anarşiye, silahlı mücadeleye, terör veya şiddete davet etmezler. Ama daima çıtayı yüksek tutarlar.
Hakk'ın muradını ve halkın iradesini temel alan bir demokraside, siyasi partiler devletin önünde, ehl-i ilim ve ehl-i tefekkür olan entelektüeller de partilerin ve devletin önünde olmalı. Toplumun sesi, kimsesizlerin kimsesi olarak ilim ve tefekkür ehli siyasi partileri ve devleti doğru istikamette değişime zorlamalı, siyasi partiler de onlara kulak verip devleti dönüştürmeye çalışmalıdırlar.
Bir zamanlar devlet bir şeye karşı çıktığı için kendisi de karşı çıkan, ama devlet veya siyaset gereği iktidar veya parti görüş değiştirdiği için kendisi de görüş değiştiren aydınlar ne kadar inandırıcı olabilir! İslam'ın ilim ve tefekkür mirasından mülhem yeni bir entelektüel profiline ihtiyacımız var.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT