Egosantrik Bakışlar ve Tarihsel Yanılgılar
Bu dünyada mensup olduğumuz etnik yapı, hükmü altında yaşadığımız devletler, icra ettiğimiz mesleki uğraşlarımız, tarihsel ve siyasal okumalarımız, beğenilerimiz ya da görece olarak hayatımıza anlam katan diğer türden bütün çabalarımız total olarak bizi anlatır. Eğer bunları abartılı bir düzeyde hayatımızın merkezine koymuşsak ve temel ölçüt haline getirmişsek olan bitene dair yapacağımız değerlendirmelerin hepsi bunlar etrafında şekillenecektir. Dolayısıyla ya onaylanacak ya da olumsuzlanacaktır. Bunun doğal olduğunu savunmak birileri için makul sayılabilir fakat bizce akıl kârı değil. Çünkü dünya bizim etrafımızda dönmüyor. Çünkü bizi bu türden ilkel duygulara sevk eden şey tamamen içimizde ya da dışımızda (siyasal, sosyal ve kültürel) büyüttüğümüz egomuzdur. Ego kişilerde olduğu kadar topluluklarda, cemaatlerde ve devletlerde de farklı şekillerde kendini gösterir ve fazlaca abartılmış bu türden duygular bizi farkında olmadan kendi tuzaklarına düşürür.
Fakat gerçek şu ki, mütemadiyen bu tür dürtüler insanlığa hükmetmiştir. Tıpkı birkaç asırdır kendini hayatın merkezinde gören batı medeniyeti gibi. Bu dürtülerin daha çok güç ve iktidar ilişkileriyle tebarüz ettiğini biliyoruz. Bir dönem insanlığa hükmeden Roma’dan tutun da Osmanlıya kadar neredeyse bütün imparatorluklar bu güç sarhoşluğuyla kendilerine merkezi konumlar ihdas etmişlerdi. Öyle ki imparatorların kullandıkları unvan ve sıfatlar yüce bir egonun yansıması olarak tanrısal formlarda ifadesini buluyordu. Bir dönem bütün yollar Roma’ya çıkardı. Ancak o gün o kutsal ihtişamın olduğu yerlerde bugün yeller esiyor. Ya da onların yerine başkaları geçmiş durumda.
Bu dürtünün ortaya çıkardığı sarhoşluk hali; her şeye güç yetirebilme ya da kendine perestiş (tapınma) olma hali, vahiy nokta-i nazarından bakıldığında vahyin onaylamadığı bir pozisyona denk düşer. Kaldı ki insanlık açısından ortaya çıkardığı sonuçlar da çok iç açıcı değildir.
Bu durum bizler açısından özel bir kritiğe tabi kılındığı vakit ise bizi derin bir hayıflanmaya sevk edebilir. Çünkü biz de bir dönem kendimizi, ait olduğumuz medeniyeti ve tarihsel serüvenimizi aynı bakışlara mahkûm etmiştik (hâlâ devam ediyor). Bununla beraber şu an içine düştüğümüz tuzak çok daha farklı bir noktadan bizi kuşatmış vaziyette. Şu an bir tür yobazlık haliyle farkında olmadan (ya da farkında olarak ve bilerek) tarihimize dair yaptığımız mülahazalar eleştirdiğimiz egosantrizmin etkisinden sıyrılamamakta ve bizi kendi gerçekliğimizden koparmaktadır.
Bilindiği gibi Avrupa aydınlanması da ilk zamanlarda batıda böyle bir yanılgıyı beslemişti. Sonrasında meydana gelen gelişmeler ise batının kibrini daha da ileriye taşımıştır. Hatırlayalım 1989 yılında SCCB’nin dağılmasından sonra Batı liberalizminin zaferini ilan eden tezler yayınlanmış ve insanlık açısından tarihin zirve noktasına yaklaşıldığı (tarihin sonu tezi, Fukuyama) iddia edilerek batı merkezli kapitalizmin insanlık için nihai nokta olduğu ifade edilmişti. Bu tez dünyada akademik çevrelerde ve özellikle siyaset felsefecileri tarafından çokça konuşulmuş ve eleştirilmişti.
Oysaki dönemsel farklılıklar arz etse de bizim cenahta da benzer şeyler terennüm edilmiştir. “Cihan devleti” ve “devlet-i ebed müddet” ya da “Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” gibi mottolar devlette son nokta olmayı ifade ediyordu ve birileri için hâlâ etmektedir. Ancak daha ilginç olanı ise “içtihat kapısının kapanması; toplumsal ve siyasal fıkıhta konuşulmadık şeyin kalmadığı” fikrinin İslam toplumu için en kritik dönemlerden biri olarak sayabileceğimiz Moğol istilası zamanında görülmesi ve o günden bugüne o tezin savunusunun hâlâ birileri tarafından yapılmakta olmasıdır. Fakat akıl ve izan şunu gerektirir, kriz dönemlerinde bırakın kapıları kapatmayı; daha fazla düşünmek ve krizleri aşmanın yollarını bulmak için içtihat yapmak gerekirdi.
İşte bizim için tarihsel travmalardan arta kalan şey ve bütün okumalarımızın bu ve benzeri tezlerin etrafında kısır bir döngüye mahkûm edilmesi gerçeği. Eğer bir medeniyetin düşünce güzergâhına setler çekilmişse ve nokta konularak her şey bitirilmişse öteye ilişkin söz söylemek ve düşünmek kimin haddinedir artık. Görüldüğü gibi yüzyıllar önce birileri kendini hayatın merkezine koymuş ve bize haddimizi bildirmiştir. O zamandan bugüne bırakın bu hâkim söylemlerin aşılmasını, onların konuşulması ve tartışılması dahi büyük bir cürümdür.
Kendi fikirlerini ve siyasal konumlarını zamansızlık düzlemine çıkaran ve bunları genel geçer evrensel kaideler haline getiren ve bizleri bunlara zoraki olarak boyun eğdirmeye çalışan bir tasavvurun bizlere neler kaybettirdiğinin muhasebesini yapmanın zamanı gelmiş ve geçmiştir. Ancak bizler hâlâ çok ciddi tereddütler içindeyiz. Çünkü düşünce geleneğimize olan sadakatimiz (burada reddi miras ya da geleneğin toptan tahfif edilmesi, kenara atılması ve itibarsızlaştırılması anlaşılmasın, kastımız; daha çok Müslümanların düşünsel problemlerine dikkat çekmek ve kendi medeniyetimizin içine düştüğü krizlere ya da arızi noktalara zihinsel bir sondajlama faaliyeti içerisinde olmaktır.) bir yobazlık halini almış vaziyettedir.
Roger Garaudy’nin ifadesiyle akla pranga vuran ve geçmişini güncelleştiremeyen etnik, kültürel, siyasal ve diğer türden yobazlıklarla bugünün insanına ve geleceğin insanına hayatı zehir etmiş bir durumdayız. Garaudy yobazlığı şöyle tarif eder: “Yobazlık, dini veya siyasi bir inancı, o inancın tarihinin önceki bir döneminde bürünebildiği kültürel veya kurumsal şekliyle özdeşleştirmektir. Dolayısıyla da kendisinin mutlak bir hakikate sahip olduğuna ve onu herkese zorla kabul ettirmek gerektiğine inanmaktır.”
Bunların yanı sıra siyaset biçimimizde ve düşünce sistemimizde belirlenmiş, sürekli tekrar edilmiş, kesinliği tartışılmaz sözüm ona o mutlak fikirlerle hayatı inşa etmemiz istenmiştir. Ancak bu istek daha sonra bir kontrol stratejisine dönerek biz farkında olmadan algılarımıza dahi gem vurmuştur. Bundan dolayı da bırakın bugünün sorunlarını aşmak için özgün bir perspektifle düşünmeyi; ortada genel mantık ilkeleriyle dahi düşünemeyen sadece bazı retoriklere sığınan, salt apolojik, gerçekleri manipüle eden ya da çarpıtmak kabilinden savunma stratejilerine sığınan mazeretçi bir güruhla karşı karşıyayız. Fakat unutmamamız gerekir ki, kendini algıların mutlak belirleyicisi konumuna taşıyan bir zihniyetle ne siyasal ne de toplumsal alanlarda bugünkü dünyada var olmak mümkün değildir.
Gerek geçmiş zamanlarda gerekse de bugünün dünyasında siyasal ve zihinsel kavrayışımızı bir türlü istenilen düzeye taşıyamadığımız için kendilerine güvendiğimiz ve devleti yönetme görevi verdiğimiz zevatların bir mühlet sonra büründüğü müstağnilik hali, bizleri onlar karşısında edilgen bir pozisyona düşürmüştür. Bundan dolayı da bizden kayıtsız şartsız bir itaat beklenilmiştir. Zat-ı devletlerine verilen mutlak ve tartışılmaz yetkiler onları siyasal ulûhiyet pozisyonuna taşıdığı gibi bizleri de onların sadık kulları ve tebaaları durumuna getirmiştir. Diğer yandan bu itaat pozisyonunu pekiştiren düşünsel mecrada da aynı merkezi egonun ortaya çıkışı ikili bir kuşatmayla bizleri karşı karşıya bırakmıştır. Dolayısıyla hem zihnen hem de siyaseten kuşatılmış olmanın etkileriyle bir döngüye tabi kılınmışız. Belki farkında değiliz ama bizler için bu kuşatılma hali halen devam ediyor.
Bütün bu değerlendirmelerin sonunda karamsar bir tablo çizdiğimiz söylenebilir. Fakat biz karamsarlıktan ziyade tabi olduğumuz tarihsel bilinçaltını deşifre etme çabası içerisinde olduğumuza inanıyoruz. Bu deşifre hali aksine bizi kötümserlikten iyimserliğe sevk etmelidir. Çünkü bu sayede daha özgür düşünmeye ve belki de eylemeye ulaşacağımıza inanıyoruz. Yine biz şuna inanıyoruz, hayatı kendi algılarımızla kavrayıp yaşamadığımız sürece özgür olmamız mümkün değildir. Ve bilmeliyiz ki hayatı ancak kendi gerçekliğimizde algılamak bizi var kılacaktır. Ya da var olmak algılanabilir olmakla mümkündür.
YAZIYA YORUM KAT