Edward Said Sonrası Batı Medyası ve Akademisinin Hal-i Pürmelali
İslamofobi Batı’da hızla yayılırken Edward Said’in entelektüel mirasının kıymetini bilenleri, bu zengin mirasın halini ve geleceğini tartışmaya icbar ediyor.
Asırlar boyu oluşmuş oryantalist külliyatı yapıbozuma uğratan şaheseriyle Edward Said, Batı entelijansiyası için bir hicap çizgisi çizmişti. Oryantalizm ve Filistin Sorunu’yla beraber meşhur üçlemesini teşkil eden Haberlerin Ağında İslam adlı eserinde ise İslam’ın ve Müslümanların Batı medyasında temsil ediliş şekillerini mahkum etmişti.
Said’in eserinin yeni kolonyalistler ve İslam karşıtları için ne anlama geldiğini, onun bir muarızı olan Ibn Warraq “Araplarla Müslümanlar açısından kendi kendini incelemeyi ve özellikle Batı'da İslam'ın eleştirilmesini son derece zorlaştıran şey, Edward Said'in Oryantalizm'inin bütünüyle muzır etkisidir” diyerek ifade ediyordu. Ibn Warraq’ın ifadesiyle Said’in eseri “İslam'a yönelik her tür eleştiriyi sessizliğe mahkûm etmiş, hatta bulgularıyla İslami duyarlıkları incitebileceklerinden korkan ve ‘Şarkiyatçı’lıkla yaftalanma riskini göze alamayan seçkin İslam bilginlerinin araştırmalarını durma noktasına getirmiştir”.
Fakat Batı medyası bugün, sanki bu mahkumiyet kararı kesinleşmemiş ve kendisine tebliğ edilmemiş gibi, pervasızca davranmaktan çekinmiyor. Batılı entelijansiya da, Said’in çektiği çizgiye tecavüz edip durmaktan hicap etmiyor.
Ölümünün üzerinden henüz on üç yıl geçmemişken entelektüel mirası unutturulmaya çalışılan Edward Said’i, bugünlerde İslamofobinin en arsız görünümlerine sahne olan Batı medyasını ve akademisini en iyi bilecek üç alimin makaleleriyle hatırlatmak istedik: Zaytuna College ve Berkeley Üniversitesi’nden Hatem Bazian “Said'in Üçlemesi: Oryantalizm, Filistin Meselesi ve Haberlerin Ağında İslam”ı, Leeds Üniversitesi’nden Salman Sayyid “İslamofobiyi normalleştirmek”i, Iliff Üniversitesi’nden Sophia Rose Arjana ise “İslamofobi ve nefretin ticaret metaı haline getirilmesi”ni Anadolu Ajansı Analiz Haberler Editörlüğü için kaleme aldı.
İslamofobi ve nefretin ticaret metaı haline getirilmesi
Medya, aşırı sağcı politikacılar ve sahte aydınların kışkırtmalarıyla Batı'da hızla tırmanan ve "bağnazlığın en makbul formlarından biri" haline gelen İslamofobi, aslında büyük bir sektör.
Aralarında Deepa Kumar, Todd Green, Nathan Lean ve benim de bulunduğum uzmanlar, İslamofobi hakkında, onun kökenleri, tarihi, siyasetteki rolü ve Amerikan kültüründe yayılışına değinen yazılar yazdık. Çalışmalarımız Müslümanlık karşıtı söylemin tarihini ortaya koymak, sembollerini nazara vermek, siyaset ve ekonomideki rollerini örnekler üzerinden göstermek amacını güdüyor. Todd Green'in de yazdığı gibi, "İslamofobi bugün Batı'da bağnazlığın en makbul formlarından birini teşkil ediyor".
"Türkler Hz. İsa'nın katilleri olarak gösterilmiş"
İslamofobiyle ilgili endişeler gayet yerinde olmakla birlikte, İslamofobi yeni bir fenomen değil. Müslümanlık karşıtı söylemler, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında ilişkilerinin kurulmaya başladığı ilk zamanlardan beri, Batı diskurunun izlediği yöntem olagelmiştir. Bu konudaki Batı diskuru (Araplara Ortaçağ'da verilmiş bir ad olan) "Sarazenler" ile, Hz. Muhammed'le ve zaman zaman siyahi Sarazenler veya "Mahomet'e tapan" Yahudiler gibi, yarı Afrikalı yarı Yahudi "yaratıkların" da dahil olduğu korkunç ırklar hakkında üretilmiş hayallerle başlamıştır. Rönesans döneminde, genellikle Türkler olarak ortaya konulan Müslümanlar, Hz. İsa'nın katilleri olarak gösterilmiş ya da bir Hıristiyan azizinin infazını tasvir eden bir sahneye yerleştirilmişlerdir. Konuyla ilgili bir örnekte sarıklı Türkler, Aziz Lucy'nin öldürülmesini seyrederken gösterilmiştir. Diğer bir tabloda ise Yahudilerle birlikte Hz. İsa'nın işkencesine iştirak etmektedirler ve böylece müthiş bir Yahudi-Müslüman komplosuna dair bir fantezi daha da beter bir hale gelmektedir.
Böylesi korkunç tasvirler, modern döneme Gotik kurmacayla, sonra da bilim-kurgu ve korku janrlarıyla taşınmıştır. İslamofobi ise bu görüntülerden önemli biçimde farklıklar gösterir. İslamofobi, Müslümanları "Ortaçağ'da kalmış" ve "medeniyetten uzak" olarak göstererek kötülemek için özellikle modernitenin dili ve düzeneklerinden istifade ediyor ve böylelikle bizleri vatandaşlık, arkadaşlık ve eşitlik açılarından Batı'da makbul olmayan kişiler olarak sunuyor.
İslamofobi son yıllarda popüler hale gelmiştir
Müslümanları kötülüğün bedene bürünmüş hali olarak ya da daha berbat şekillerde sundukları siyasi krizlerden nemalanan aşırı sağcı politikacılar, FOX News gibi haber kuruluşları ve Homeland dizisi gibi popüler medya kanalları sayesinde, İslamofobi son yıllarda popüler hale gelmiştir. Haber programlarında, siyasi platformlarda ve televizyon dizilerinde Müslümanlar, diğer herhangi bir dini grup için düşünülemez şekillerde karalanıyor, şeytanlaştırılıyor ve insan dışı bir mahluk olarak gösteriliyorlar. Bu istismarın kapsamı o denli büyük ki Hz. İsa Kilisesi ve Âhir Zaman Azizleri, yahut daha çok bilinen adlarıyla Mormonlar, Müslümanlara bakınca kendi başlarına gelen taciz, sürgün ve öldürülmeyi de içeren eziyetleri görüyorlar. Çekilen büyük acılarla dolu trajik bir geçmişin yansımalarını Müslümanlarda gören bazı Yahudi gruplar da onların bu şekilde muameleye maruz kalmasıyla ilgili olarak büyük endişeler taşıdıklarını ifade ettiler.
Geçtiğimiz yıl boyunca İslamofobi, ABD'deki seçim döngüsü üzerinden çok daha fazla dikkat çekti. Donald Trump'ın yükselişi, Müslümanlara yönelik artan düşmanlığa katkıda bulundu. Trump'ın ve destekçilerinin nefret dolu söylemi, aralarında Müslümanların da bulunduğu azınlıkları hedef aldı. Trump, Müslümanların Amerika'ya girmesini yasaklamayı, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri halı bombardımanıyla bombalamayı ve yabancı teröristlerin savaşmayan akrabalarını öldürmeyi vaat etti. Trump'ın "Sanırım İslam bizden nefret ediyor" ifadesi, dünya çapında 1,6 milyar insanın tâbi olduğu çok geniş bir inançlar ve gelenekler manzumesi olmak yerine İslam'ın tek bir kimlik olduğunu öneriyor.
Mevcut siyasi iklim (ülke nüfusunun kabaca yüzde birine denk gelen) Amerikalı Müslümanları, hedef alınan, tacize uğrayan, profili çıkarılan, yurtdışındaki akrabalarıyla ilgili endişeler taşıyan ve yurt içindeki emniyetlerini sorgular hale gelen bireyler olarak çok hassas bir konuma itiyor. Müslümanların giyim kuşamını, konuşmalarını ve hareketlerini kontrol etme gayretleri, geçtiğimiz birkaç yıl içinde çok ciddi bir artış gösterdi. Bu yılın başlarında bir öğrenci, hocalarını etkilemek amacıyla yaptığı saat başka bir şey zannedilince kelepçelenerek gözaltına alındı. Namaz kılmaya çalıştıkları için Müslümanlar hedef alındı. Başörtüsü takan Müslüman kadınlara yönelik saldırılar giderek yaygınlaşıyor. Son zamanlarda bazı Müslümanlar, sırf Arapça konuştukları ya da geleneksel Müslüman kıyafeti giydikleri için uçaklardan indirildi. Müslümanlar İslamofobi yüzünden acı çekerken, birileri bunun kaymağını yiyor.
İslamofobi büyük bir sektör
İslamofobi büyük bir sektör. Fear Inc. (Korku A.Ş.) başlıklı 2011 tarihli bir çalışmada da belgelendiği gibi, Müslümanları şeytanlaştırmak çok kazançlı bir iş. 2001-2009 yılları arasında İslamofobi üreten düşünce kuruluşlarına 40 milyon dolar akıtıldı. Bu fonlar, Stop Islamization of America (Amerika'nın İslamlaşmasını Durdurun) gibi organizasyonlarca yürütülen nefret kampanyalarını oluşturmak ve ayrıca konuşma özgürlüğünü baskı altına almak için kullanıldı. Middle East Forum'un bir kolu olan Campus Watch, Neo-muhafazakar bir siyasi ideolojiyi tasvip ve takip etmeyen herkesi işten attırmak amacıyla üniversite profesörlerini sıkı takibe aldı.
Bunların "uzmanlıkları" İslâm'ı ve Müslümanları aşağılamak
Aralarında Robert Spencer, Ayaan Hirsi Ali, Pamela Geller ve Tevfik Hamid'in de bulunduğu çok sayıda kişi, sırf Müslümanların şeytanlaştırılmasına odaklı bir kariyere sahiptir. Bunlar, sözde "uzmanlıkları" İslâm'ı ve Müslümanları aşağılamak olan insanlardır. Bir örnek vermek gerekirse, Ayaan Hirsi Ali, hayatını İslam'ı ve Müslümanları kötü göstermekten kazanıyor. Kitapları, "göçebe", "gavur", "kafese konmuş bakire", "kafir" gibi kelimeleri ve terkipleri başlıklarında içermesiyle İslam'ın, yorum ve uygulamada hiçbir farklılığı ve çeşitliliği olmayan medeniyetsiz, egzotik ve vahşi bir inanç olduğunu düşündürüyor. Bir uzmanlığı olmamasına rağmen sık sık haber programlarına İslâm "uzmanı" olarak katılıyor. Özellikle de kendisini "kahramanı" olarak öven Bill Maher'in favorisi.
Kamuya mâl olmuş bu tarz sahte aydınlarla ilgili birçok problemden biri de, bu kişilerin İslâm eleştirilerinin çoğunlukla bilimsel bir temel yerine, kariyer hırslarından kaynaklanıyor olması. Para kazanma arzusu, 1.6 milyar insanın kötü gösterilmesine dair etik değerleri ayaklar altına alıyor. Bu durum da, hakikatteki hali egzotikleştiren ve abartan bir unsur olarak, Müslümanlar hakkında fark gözetmeyen çok kapsamlı genellemeler yapmak ve batıl bilgiler ve yalanlar yaymakla, bu arzuyu taşıyan insanların arasındaki en küçük ortak paydayı besleyip büyütüyor. İslâm'la ilgili kamusal söylem MTV Video Müzik Ödülleri gibi: Gösteri her sene biraz daha çirkinleşir, fakat insanlar onu seyretmeden duramaz.
İslamofobiyi normalleştirmek
Günümüzde Müslümanlığın her türlü tezahürüne düşmanlık gösteren, öyle ki bizatihi Müslüman olmayı suç sayma raddesine ulaşan İslamofobiyi doğru anlamak, sorunun başlıca kaynağının Batı medyası olduğu kabulü de dahil, geleneksel analiz kategorilerinden uzaklaşmayı gerektiriyor.
Yaklaşık otuz yıl önce, Edward Said, çığır açan kitabı Oryantalizm'in arkasını, Batı medyasının İslam ve Müslümanları nasıl tasvir ettiğini ayrıntılarıyla ela alan diğer bir öncü eseriyle getirdi. Haberlerin Ağında İslam'ın bağlamını oluşturan, İran'daki İslam devrimiyle ilişkili ani ve büyük değişiklikler oldu. Said, Müslümanlar ve İslam'a dair haberlerin ne kadarının yanlış kaynaklardan beslendiğini veya düşmanca olduğunu gösterdi. Said'in analizi hem akademik hem de kültürel ve siyasi alanda hatırı sayılır bir etki oluşturdu. Said sadece (bu tabiri 1985'de yeniden terkip etmesiyle) İslamofobi analizinin ilk öncülerinden olmakla kalmadı, aynı zamanda Filistin'e adalet talep eden davayı ilerleten önde gelen, dünyaya mal olmuş şahsiyetlerden biri de oldu. Onun müdahaleleri, Batı'da sadece siyasi bir ideoloji olarak Siyonizm ve Avrupa sömürgeciliği eleştirisinin sürdürülmesini değil, ayrıca Filistin halkının Avrupa sömürge idaresinin dayandığı mantığın bir devamı olarak boyunduruk altında tutulmasının yeniden değerlendirilmesini sağlayan bir alan açılmasına vesile oldu.
Diğer yandan, Said'in başardığı şeylerin, sadece bir ferdin kahramanca gayretlerinin neticesi olmadığını takdir etmek çok önemli. İslamofobinin günümüzdeki yayılışı, artık Müslümanlara ve onlarla ilişkili olanlara yöneltilen nefret dalgasına karşı koyabilecek derecede ahlaki salahiyeti ve entelektüel bütünlüğü olan birkaç aydının kalmasından kaynaklanmıyor. Oryantalizmin hâkim söylemine karşı durabilme kabiliyeti, sadece aynı kafadan bir avuç aydının oluşturduğu, mevcut şartlara mahkum bir koalisyonun değil, karmaşık konjonktürel bir gelişimin de ürünüydü. Şayet Batı'nın, Müslümanlığın çoğu tezahürünün üzerine saldığı marjinalleştirme ve aşağılama kampanyalarına bir mukabelede bulunacaksak, incelemek zorunda olduğumuz konjonktür, bu bahsettiğimdir.
İslamofobi dünya çapında kurumsal bir hale getiriliyor ve Müslümanların adalete yönelik taleplerinin her türlü tezahürüne düşmanlık ve şüpheyle yaklaşılıyor. O kadar ki, bayağı anlamda Müslüman olmak -mesela bir hanımın başını örtmesi ya da helal şeyler yemek istemek- neredeyse suç teşkil eden bir hale geliyor. Gözü pek bir liberal demokrasi müdafisi olan İngiliz hükumeti de dahil olmak üzere birçok hükumet, kendi Müslüman vatandaşlarına karşı gizli bir propaganda faaliyeti başlatmış durumda. Müslümanların, sırf Müslüman olmaktan dolayı zaten suçlanıyor olması tamamen yeni bir olgu değil. Sömürgeci Avrupa devletlerinin, komünist ülkelerin ve -ne yazık ki- Müslüman tiranların hepsi, tarihlerindeki muhtelif safhalarda, gerçek manasıyla Müslüman olmayı neredeyse bir suç kılmaya çalıştılar. Fakat yeni ve rahatsız edici gelişme, liberal demokrasilikleri kendinden menkul günümüz rejimleri tarafından, İslamofobiye açık bir şekilde kucak açılıyor olması. Bu kucak açmanın delilleri Müslümanların medyadaki temsillerinde, başörtüsü yasağından tutun da radikal olduğundan şüphelenilen Müslüman ebeveynlerin çocuklarının kendilerinden alınmasına kadar uygulanan hükumet politikalarında, sağlık çalışanları ve eğitimcilere radikallik alametleri aramak için Müslümanların aleyhinde casusluk faaliyeti yürüttürmek gibi sair hallerde müşahede edilebilir. Artık Müslüman kamuoyunca da ulaşılabilir olan medya kaynaklarına bakacak olursak, sorulması gereken soru, Müslümanlığın tezahürlerine yönelik dur durak bilmeyen propagandayı kontrol edebilmenin neden bu denli zor olduğudur. Neden Müslümanlar taciz edilmeye ve şeytanlaştırılmaya devam ediyor? "İslamofaşizm" hakkında konuşmaya pek istekli çok sayıda aydının arasında, konu İslamofobi olunca neden kolektif bir sessizlik oluyor? Batılı liberal demokrasilerde yaşayan ve Müslümanlıklarını açıkça deklare eden Müslümanlar neden ya şiddete başvuran aşırıcılar veya anti-semitikler olmakla suçlanıyor?
Olayların bu şekilde gelişimini anlayabilmek için, analizin, genellikle bizatihi problemin parçası olan geleneksel kategorilerinden uzaklaşmak durumundayız. Özellikle de bütün bunların sadece Batı medyasının bir kabahati olduğu görüşüne bir mutedillik katmak durumundayız. Medya kendi başına hareket eden bir mecra değil. Kendisine -mali veya idari açıdan- minnet borcu olduğu kişilerin görüşlerinden çok, kendi izleyici kitlesinin kültürünü yansıtır.
Batı medyası İslamofobiyi körüklüyor, evet. Fakat bunu, onun kapsamını kendisi belirleyerek yapıyor. Bu çerçeve belirleme işi kısmen, editöryal süreçlerin sadece profesyonel gazetecilik standartlarını değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel değerleri de yansıtıyor olduğu gerçeğinin bir neticesi. Müslümanların medyada nasıl temsil edilmesi gerektiğine dair adeta bir "dilbilgisi kitabı" ortaya çıkmış durumda. Bu dilbilgisi kitabı, kendisinden aşikare bahsedilmemekle birlikte, sessizlik içinde büyük bir kabul görüyor. Birçok büyük Avrupa şehrinde, büyük ve büyümekte olan bir Müslüman varlığı olmasına rağmen, bu sessiz kabul gösteriş bir gerçeklik haline geldi ve Avrupa elitleri arasında İslam ve Müslümanlara dair genel bir cehalet hüküm sürüyor. Bu genel cehalet ebediyen 19. Yüzyıl hikâyelerinde donmuş durumda: O asırda Avrupa bir "medenileştirme" misyonu sürdürüyordu ve Müslümanlar, sırf bu sömürgeci misyona karşı koyma cüretini gösterdiklerinden dolayı "fanatik" ve akıl-dışı görülüyordu. Bu cehalet sadece ampirik değil, kavramsal olarak da cari: İslam'ı ve Müslümanları anlamanın önündeki bir engel durumunda olan Oryantalizm, önyargı ve şüphe suyuna bandırılmamış uzun soluklu tüm anlama girişimlerini bloke ediyor.
Müslümanlığın tezahürlerine yönelik Batı medyasının karalama kampanyası, üç ana faktörün neticesi olarak bu denli odak sahibi ve yoğun hale gelmiştir. Birincisi, Soğuk Savaş'ın sona ermesi sadece Batı hegemonyasının Sovyet alternatifinin ölümü anlamına gelmekle kalmadı, "Üçüncü Dünya" fikrini de beraberinde yok etti. Üçüncü Dünya, sadece, küresel Güney'i ilgilendiren meselelerde Washington ve Moskova arasında yapılan pek mahir manevralarla bir avantaj elde edebilmenin mümkün olduğu jeopolitik bir kategori değildi. Aynı zamanda dünyanın eleştirel olmayan bir Avrupa-merkezcilik tarafından sürekli şekillendirilmesine karşı, epistemolojik bir meydan okumanın başlatılacağı kültürel ve felsefi bir alandı. Üçüncü Dünyanın varlığı, kıtalar içeren ve eski sömürge ülkelerinden ve -daha az derecede- gelişmiş dünyadaki bazı marjinalize edilmiş ve topraklarına el konulmuş ülkelerden kadın ve erkeklerin de dahil olduğu bir direnişin altyapısını oluşturdu. Bu anlamda sömürgecilik karşıtı mücadelelerin, ABD'deki sivil haklar savunucularının başını çektiği ırkçılık karşıtı mücadelelerle kesişmesi çok önemliydi. Oryantalizm eleştirisi, -her ne derecede elde edebildiyse o kadar- "yol tutuş gücü" kazandı. Çünkü Üçüncü Dünyayı oluşturan bu ağlar ve birliklerin bağlamında ortaya çıktı. İran'daki İslam devriminin, birçok yönden, sonuncu "Üçüncü Dünya" devrimi olduğu iddia edilebilir.
İkinci faktör, Batılı elitlerin Batı-sonrası dünyasına duygusal olarak adapte olamamış olması. Bu yüzden Batılı elitlerin büyük bir kısmı, sömürgecilik dönemi sonrasının açmazları olan hallere, yine sömürgeci çözümler arayan politikaları benimsemek konusunda acele ettiler. Böylece, Müslümanlığın tezahürlerine yönelik düşmanlık, Batı'nın kendi kaderi olarak algıladığı şeye payanda olmanın bir aracı haline geliyor. "Kendisine düşmanlık yapılacak öteki" olarak, yani kendi içinde, Batı'nın "tamamen tahakkuk etmiş ahenkli ve müreffeh bütün" haline gelmesini engelleyen travmatik özü içeren figür olarak İslam'ın ve Müslümanların seçilmiş olması tamamen rastgele değil. Müslüman figürü, Batı'nın kendisi olarak düşünmeyi sevmediği her vasfı kuşatıyor: Kadın düşmanı, ırkçı, şiddete başvuran... Yani Batı'nın öz-anlatımları giderek artan biçimde, Müslüman'ın, bizzat Batı'nın kendisine eşit olma imkansızlığını temsil eden figür olarak sunulmasına dayanıyor. Batı'nın, ne olması gerektiğine dair kendi fikrine uygun yaşamadaki kifayetsizliği, hem coğrafi hem de zamansal olarak "Müslüman varlık skandalıyla” açıklanıyor. Batı'daki sosyal uyum krizi, bu toplumların temel liberal değerler etrafında tam olarak bir araya gelmesini engelleyen bir Müslüman varlığına referansla açıklanabilir hale gelmiştir. Liberal değerlerin başarısızlığı, bizatihi liberalizmin kendisine has bir şey olmaktan ziyade, Müslüman yığınların zahiri görüntüsüne yansıtılmaktadır. Bu yansıtma/dışsallaştırma da Müslüman tarafta şaşkınlık, üzüntü, huzursuzluk ve direnişten başka bir şey üretemiyor.
Dikkat çekmek istediğim sonuncu faktör ise bizzat İslamcılık krizinin kendisidir. İslamcılık, kendisini İslam dünyası çapında ortaya koymada başarılı olmuş ve seküler-ulusalcı hegemonyayı kırmıştır. Ancak "Üçüncü Dünya" ağının kaybedilmesinin yerini doldurabilecek sabit bir altyapının tesis edilmesine yönelik alternatif bir yol haritası sunamamıştır. Bunun delili de, Müslümanların (Körfez ülkelerinde çok büyük güç sahibi kişilerin ve onların soyundan gelenlerin) sahip olduğu çok sayıdaki medya kuruluşunun, İslamofobi'nin körüklenmesi işiyle daha az derecede meşgul olmamasında bulunabilir. Örneğin News Corporation ve Fox News'un sahibi de olan 21st Century Fox İslamofobinin ana dağıtım kaynaklarından biri. Ama gelin görün ki Suudi prensi El-Velid bin Talal on yıldan uzun zamandır şirketin en büyük hissedarlarından biridir ve son zamanlarda patlayan bütün skandallar boyunca Murdoch ailesine tereddütsüz destek vermiştir. İslamofobi sadece gayri-Müslimler arasında değil, Müslümanlar arasında da görülüyor; üstelik sadece kendisinin laik olduğunu düşünen Müslümanlar arasında da değil. Bir avuç istisna hariç, devlet yapıları kendisine düşmanlığı sürdürdüğü için İslamcılık, sivil toplum üzerinden faaliyetlerini sürdürmek durumunda kalmış ve meselelerini, toplumun ahlak seviyesini yükseltme ajandasına sarıp sarmalayarak siyasallıktan çıkarma gayretlerinde faal olagelmiş ve netice olarak da İslamcıların analitik ve stratejik tefekkür kabiliyeti bodur kalmıştır.
Bu üç faktörün (ağların ve Üçüncü Dünya'nın kaybolmasının sebep olduğu haliyle direniş altyapılarının yok olması, Batı-sonrası döneminin gelişinden sonra Batının yaşadığı kimlik krizi ve İslamcılığı siyasallıktan çıkartma teşebbüsleri) neticesinde Müslümanlar daha görünür hale gelmiş, fakat kendilerinin medyadaki temsilleri üstünde koordineli bir denetim icra etme konusunda daha az muktedir olmuşlardır. Batı toplumlarındaki egemen akımlar, Müslümanları, kendi kimliklerini ifade etme faaliyetiyle aktif bir şekilde meşgul olma imkanından mahrum ediyor. Dolayısıyla da onları, başka muhtemel gelecekler inşa etme imkanından da mahrum etmiş oluyorlar. İslamofobi sadece Müslümanlardan korkmak ve onlardan nefret etmek değil, aynı zamanda onlardan kendilerini geleceğe taşıma kabiliyetlerini de almak demektir.
Yeni uluslararası düzen, "terörle savaş" mantığının normalleşmesinden neşet ediyor. Bu düzende merkezi öneme sahip şey ise Müslümanlığın tezahürlerinin düzenlenmesi ve aşağı bir konuma itilmesidir. Müslümanlar kesişimsel ve çaprazlama direniş altyapıları inşa ederek, bu gelişmelere karşı durabilmek üzere koordineli gayretler ortaya koyup bu gayretleri daha sonra da sürdüremedikleri müddetçe İslamofobi neşvünema bulmaya devam edecek ve Edward Said'in eleştirisi sadece modası geçmiş bir hale gelmekle kalmayacak, fakat düpedüz kolektif bilincimizden silinip gidecek.
Said'in Üçlemesi: Oryantalizm, Filistin Meselesi ve Haberlerin Ağında İslam
Said'in Oryantalist tasavvurları ve klişeleri temelinden sarsan çığır açıcı eserleri, yayımlanmalarının üzerinden 40 yıl geçmiş olmasına karşın, bugün Batı'da medyadan siyasete ve akademiye kadar her alanda yaygınlık gösteren İslamofobik eğilimleri doğru anlamak bakımından hayati önem taşıyor.
Edward Said'in kitaplarından üçü, yayımlanmalarının üstünden neredeyse 40 sene geçmesine rağmen, bugün hâlâ güncelliklerini muhafaza ediyor: Oryantalizm (1978), Filistin Meselesi (1979) ve Haberlerin Ağında İslam (1981). Bu üç eser Said'in, imparatorluk, sömürgeci mülksüzleştirme ve medyanın hizmetindeki edebi ve sanatsal temsilin, Oryantalist klişeleri nasıl şekillendirdiği ve ürettiğine odaklanan üçlemesini oluşturuyor. Said'in katkıları, Arap ve Müslüman dünyasındaki olayların bütün gelgitlerini yapıbozuma uğratmaya çalışan herkes için paha biçilmez birer kaynaktır. Bu üç kitap aynı zamanda, "Doğu"yu mantıksızlıklarla dolu müstakil ve esrarengiz bir yer olarak işlemek iddiasındaki Batı politikalarına ve kamusal söylemlere yönelik de kuvvetli bir eleştiri sunuyor.
Said'in yazdıkları, Batılı akademisyenler, basın ve siyaset üretenler tarafından, Arap ve Müslüman dünyalarının ihtiyaçlarına ve refahına yönelik süregiden umursamazlıklarını haklı göstermek için kullandıkları ırkçı merceği, öngörüsüyle yapıbozuma uğrattı.
Eleştirel bir açıdan söyleyecek olursak, Said'in çalışmaları, bölgenin şekillendirilmesinde sömürgeciliğin oynadığı rolü merkeze taşımaya ek olarak, bölgede devam eden çatışmaları yeni bir çerçeveye oturttu ve bu çatışmalara dair tarihi açıdan daha derinlikli bir altyapı sundu. Şu anda gerçekleşen olaylar, Arap ve Müslüman dünyalarında hâlâ derinleşmekte olan krizi, bir ihtimal anlayabilmek adına, Said'in görüşlerini devreye sokmak için uygun bir zaman diliminde olduğumuzu gösteriyor. Gerçekleşmekte olan bu olaylara Said'in tepkisi ve yorumu ne olurdu ve nasıl bir analiz çizgisi takip edilmeli? Said'in Oryantalizm, Haberlerin Ağında İslam ve Filistin Meselesi isimli eserlerinin, 1973 Arap-İsrail savaşı, Lübnan iç savaşı ve İran devrimi gibi hadiseler meydana gelirken ve onların ardından ortaya çıktığını hatırlamak mühim.
Gelişmekte olan olayları ve Afganistan, Suriye, Irak, Libya ve Yemen'in parçalanmasını, eldeki mevcut krizlere götüren uzun yolu tetkik etmeksizin ele alan bir çağdaş Oryantalist pratisyen grubu gibi, o zamanlar Batılı akademisyenler ve basında çıkan haberler de, sadece içinde bulunulan zamanın üzerinde duruyordu. Böyle kimseler bu konu hakkında, sanki bir laboratuvar işi yapıyorlarmış gibi yazılar yazıp raporlar hazırlıyor ve hiçbir zaman "nasıl", "neden" ve "belirli hareketlere sebep olan dahili ve harici tetikleyiciler nelerdir" diye sormaksızın, büyük küçük hareketleri tarif edebilmek için faaliyetlerini klinik bir tarzda sürdürüyorlar.
Süregiden fiziksel katliamlar ve daha da önemlisi 'sağlam akademik araştırma' ve 'entelektüel meşgale' maskelerinin ardına gizlenen zihniyet bozulması/çirkinleşmesi hakkında Said neler derdi? Said'in bu anıtsal eserlerinin yayımlanmasının üzerinden yaklaşık 40 yıl geçmiş olmasına ve genel olarak Arap ve Müslüman dünyaları dediğimiz topraklar hakkında yazdığı yüzlerce tebliğ, makale, köşe yazısı, konferans ve özel rapora rağmen, bugün siyasi elitler, çalışılmış olması gerekenlerin çok daha azını öğrendi ve tatbik etti.
Diğer bir üçleme de yanlış temsil alanında: Medyanın TV'de konuşan uzantıları, imparatorluk adına çalışan gizlenmiş akademisyenler ve siyasi elitler, günlük olarak karartma ve çarpıtma bombardımanı yapıyor ve Arap ve Müslüman dünyalarını sansasyonel bir hale sokuyorlar. Güncel filmler, kitaplar ve kamusal söylemler, her bir Oryantalist klişeyi ve çarpıtmayı derleyip toparlayarak yeni bir İslamofobik ve ırkçı eğlence endüstrisine dönüştürdü. Bu endüstri, hayatın kendisini tehdit eden ve kötülüğü her şeyi kuşatan bir hain olarak sunduğu, ırk nosyonuna hapsedilmiş Arap ve Müslüman figüründen bol bol istifade ediyor.
Kendini gizlemiş entelektüellerin cirit attığı, eskiden beri var olanlarla birlikte yeni oluşturulmuş akademik alanlar, Arap ve Müslüman özneleri, bu öznelerin tahayyül dahi edemeyeceği bir seviyede belgelemeye kendini adamış ve sonra da ele aldığı medeniyetleri insandan aşağı varsaydığı bir hale indirgeyebilmek için 'belirlenmiş bir yazgı' sunan bir Oryantalist grubun rafine edilmesi ve üretilmesini sağlıyor. Said'in, entelektüellerin rolüne odaklanması bugün hâlâ anlamlı. Çünkü bu gizlenmiş akademisyenler, egzotik Arap ve Müslüman özneyi, onun karşı koyma temayülünün derecesini tayin edebilmek maksadıyla, tetkik etmeleri için verilen ödenekler ve geliştirilen projelerle dolu imparatorluk yalağında kendilerine ziyafet çekmekle meşgul. Nitekim entelektüelin rolü gücün, kapitalizmin ve günümüzde akademik geçinen ve daracık sınırlar içinde inşa edilmiş menfaatlerin saldırıları yüzünden aşınmış durumdadır. Bugünün akademisyenliği de bir tür rafine ukalalığa ve güç çevrelerine erişim ve terfi merkezli hareket kabiliyetine odaklanmış bir meşguliyet haline dönüşmüş bulunuyor.
Oryantalist tahayyül, Batı'da ihtişam rüyası gören çok sayıda aklı hâlâ esir alıyor. Doğu'yu insandan aşağı halinden dolayı keşfetmeye, belgelemeye ve medenileştirmeye dünden razı bir kampanya ise oraya bitmek bilmeyen bir müdahaleyi gerekli kılıyor. Said'in geçmişteki Oryantalisti, "barbarları" medeniyetlerin kapısında medenileştirmek için ideolojik ve maddi "şok ve dehşet" taktiğini kullanan, yüreklendirilmiş bir grup üretti. Medeniyet çatışmasının kökünde bulunan ve grotesk bir tarzda üretilmiş bu ikili, adeta yeni ve cesareti bol bir hayat kontratı yaptı. Allı pullu "satış temsilcisi" kadrolar ise toplumlarının duygularını belli bir çerçeveye almak, istediği istikamette bir araya getirmek ve zehirleyebilmek için, yayın yapan her mecraya çöreklenmiş durumda. Said, Lewis ve Huntington'ın en başta ortaya koydukları teze bir tepki olarak "cehaletlerin çatışması" hakkında yazmıştı, fakat bugün Lewis ve Huntington'ın fikirleri elit siyasetlere yön veriyor ve toplumların duygularını zehirliyor. Trump'un söylemleri, akademyanın sofistike hocalarının ve uzak geçmişin aynı çarpıtmalarını geviş getirerek kusan "think-tank kafalı" endüstriyel Oryantalist kompleksin yontulmamış halini temsil ediyor.
Sürekli değişen zehirli bir Oryantalist karışım, İslam ve Müslümanlarla ilgili her şeye yöneltilmiş derin ve gemi azıya almış düşmanlık ve ötekileştirme düzeneklerine kusursuzca akıtılıp duruyor. Buna ek olarak, Filistinliler ve Filistin, Said'in üçlemesini başka hiçbir yerde olmadığı gibi odağa oturtan, hayatlarına ve refah arayışlarına dair külli bir umursamazlıkla birleşen yakıcı bir düşmanlıkla muamele görüyor. Ne şaşırtıcıdır ki Avrupalı koalisyon ortakları ve Arap despotları tarafından desteklenen bir ABD başkanı, Irak'ı işgal ederek milyonlarca ölüme ve hayal gücünün ötesinde bir yıkıma sebep oluyor. Ama buna mukabil Müslüman özne, şiddete olan meylini açıklamak durumunda olan "şiddet yanlısı kişi" olarak görülüyor. Gazze'deki Filistinliler İsrail tarafından bombalanarak unutulmaya mahkum ediliyor, bu bombalamalarda siviller ve altyapı tesisleri gözü dönmüş bir ahlaksızlıkla hedef alınıyor, ama Netanyahu nereye gitse kırmızı halıyla karşılanıyor!
Daha önemlisi, egemen bir devlet olan Irak'ın çöküşünden sonra DAEŞ'in ortaya çıkmasından ve hâlâ sürmekte olan bu kaos ortamından kim mesul tutulmalıdır acaba? Süregiden Gazze kuşatmasının sorumlusu kimdir? Demokrasi şayet Oryantalist, Siyonist ve gizlenmiş akademisyenlerin savunduğu gibi ideal bir siyasi sistemse, neden bu sisteme Mısır ve Tunus'ta karşı çıkıyor ve özgürlük, izzet ve adalet yolundaki yürüyüşü inkıtaa uğratmaya matuf olarak bölgede görevli bulunanlara destek oluyorlar?
Said, Filistin'in başına gelenlerden, Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilerin maruz bırakıldığı yıkımlardan dolayı azap duyardı. Filistin idaresinin mutlak iktidarsızlığını kınar ve yasadışı yerleşimciler ve yerleşimlerin korunması için yapılan güvenlik koordinasyonunu unutmamak için mücadele verirdi. Filistin'in içinde bulunduğu şartlar doğrudan Oryantalist entrikalardan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu, liderlik konusunda acziyet numuneleri olan kişilerce idare edilen mevcut bağımsız devletçiklere bölen Sykes-Picot anlaşmasının ölmek bilmeyen hayaletinden kaynaklanıyor. Sömürgecilerin beslemesi olan Arap ve Müslüman yönetici elitler, hâlâ mecazi olarak sömürgeci göğüslerden süt emiyor ve kendi canları pahasına küresel silah endüstrisi makinesini işler vaziyette tutmak için kendi halklarına ceza veriyor ve komşu devletlere karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Said entelektüellerin korkaklığı, siyasi elitlerin gururu ve zenginlik ve mutlak tahakküm peşinde dünyayı ateşe veren güç sahiplerinin kibri yüzünden ağıt yakardı.
HABERE YORUM KAT