Edebiyat ve vicdan
Avrupa Yazarlar Parlamentosu, İstanbul'da edebiyat açısından son derece hayati ve heyecan verici konuları konuşmak için toplandı.
Kitabın kültürel endüstri materyaline dönüşmesi, kitle için üretimi yapılan edebiyat, post endüstriyel toplum ve edebiyat, küreselleşmeye bağlı olarak etnisite, ulus, ideoloji, kültür ve sınıf gibi klasik kavramların manalarının dönüşüme uğraması, çok-köklülüğün yaygın olduğu edebi metinlerin geleneksel sınırları genişletmesi, dolayısıyla Avrupa edebiyatının sınırlarını yeniden tanımlamak, dijital çağın edebiyatı nasıl olacak, teknolojik gelişmeler yeni kuşakların yazım tekniklerini etkileyecek mi sorularına cevap aramak, Avrupa'da ulus devletler sona erip çok dilli devletler oluşurken edebiyatın bu değişimden nasıl etkilendiğini konuşmak, göçmen edebiyatı, melezleşen kimlikler, minor edebiyatlar, sürgün edebiyatı, azınlık edebiyatı gibi adlandırmalar üzerine tartışmak.
Son derece verimli ve önemli konular. Sonuç bildirisindeki her bir cümle de üzerine düşünmeyi ve yazmayı hak ediyor doğrusu. Fakat başlangıçtaki kınama içeren uyarı cümlesi, hoşgörüsüzlük meselesini netleştirmeyi zorunlu kılıyor. "Edebiyatı farklı bakış açılarının yaratıcı biçimde buluştuğu ve çatıştığı bir alan olarak" görmemek mümkün mü? Fakat bana kalırsa edebiyatın uzun ince çileli yolu dünya sahnesine çıkan insanları itham etmek ya da temize çıkarmak için değil, başöğretmenlik yapmak için hiç değil, anlamak anlatmak ve kötülükleri incelmiş ve estetize edilmiş bir söyleyişle aşındırmak için kat edilmeli. Ali Şeriati'nin dediği gibi edebiyat "var olanla doymayan, varlığı 'az' soğuk ve çirkin bulan, varlığın anlamdan ve ruhtan yoksun olduğunu düşünen bir ruhun tecelli etmesinden başka bir şey değil". Bir başka deyişle "varlığı temizleyerek olması gerekene yakınlaştırmak ve bu âlemin sahip olmadığı şeyi ona vermek için çaba sarf etmek".
Sadece edebiyata bakarım, yazarın toplumları, dinleri topyekûn aşağılaması, Batı dışı toplumlara yönelik cinayetleri onaylayıp estetize etmesi, bu dünyada bilerek bilmeyerek yol açtığı şey beni ilgilendirmez dediğimiz o som, tartışılamaz edebiyat nedir? İnsanlara nefret suçları için zemin hazırlayan ithamlar, genellemelerle dolu metinler karşısında nasıl bir tutum almamız gerekmekte?
BATI DÜŞMANI MÜSLÜMAN BİR YAZARI ONUR KONUĞU YAPARLAR MI?
Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul'a Nobel ödülü "yok sayılmış tarihleri keşfetmeye zorlayan metinleri için" verilirken İslamiyet'ten hiçbir şeyi başaramayan bir parazit olarak söz ettiği, hayli geçmiş tarihte olsa da Babür Camii baskınında ibadet halindeki 150 Müslüman'ın öldürülmesinden 'yaratıcı tutku ve tarihin dengelenmesi' diye bahsettiği biliniyordu herhalde. Bunlar İsveç Nobel akademisinin içine sinebilir, bir yazar olarak elbette ülkemize de gelebilirdi, nitekim gelmiştir de, ama onur konuğu seçilmesine itiraz etme, toplantıya katılmama kararı alma hakkını kullanması yüzünden Cihan Aktaş'ın kınanması hiç de adil değildir. Yakinen tanıdığım Aktaş aynı söylemler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar ve diğer inanç mensupları için olsaydı bunu yapan yazar her kim olursa olsun yine aynı şekilde davranırdı. Böyle davranmak için Müslüman olmaya bile lüzum yoktur. Olması gereken, kimse kimseyi koloni aydını olmakla, hoşgörüsüzlükle veya Batılılara ayıp etmekle suçlamadan, farklı seçeneklere ve gerekçelerine kulak verebilme genişliğimize fırsat tanınmasıydı. Şu bir gerçek ki; 'Yahudilerin kıyıma uğratılması çok yaratıcı bir işti' diyen hiçbir yazar, dünyanın hiçbir yerinde onur konuğu olamaz, olmamalıdır da. Misal Batılı devletlerin gerçekleştirdiği bütün işgal ve katliamlara rağmen El Kaide'nin üstlendiği Madrid ve Londra saldırıları için 'tarihin dengelenmesi' diye düşünen, total bir Batı düşmanlığı içinde nefret suçlarının taşlarını döşeyen bir Müslüman yazar da hiçbir şekilde onur konuğu olamaz. İnsanlığımıza hangi değeri katmış, nasıl bir inkişafa neden olmuş diye sormak gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcı ve emekli büyükelçi Rıza Türmen, Milliyet gazetesindeki köşesinde (26 Kasım 2010) Naipaul'un İslam dinini sevmediğini ve sert bir şekilde eleştirdiğini yazmış. AİHM kararlarından yola çıkarak ifade özgürlüğünün sadece toplumun hoşlandığı düşünceleri değil, aynı zamanda toplumu inciten, şoke eden düşünceleri de kapsadığını, bu bağlamda belirli bir dinle ilgili düşünceleri açıklamanın, o dini eleştirmenin de düşünce özgürlüğü kapsamına girdiğini belirtmiş. Buna karşılık AİHM'nin dinlere hakaret eden, kutsal değerlere söven, başkalarını gereksiz yere inciten ve kamusal bir tartışmaya katkıda bulunmayan ifadeleri düşünce özgürlüğü kapsamında görmediğini söylüyor. Naipaul'un yazdıklarını ve söylediklerini ise eleştiri kapsamında görüyor. Oysa sadece bir katliamı övmesi bile düşünce özgürlüğünün sınırlarını fazlasıyla aşmış olmasının bir delili. Fakat bu türden ihlaller Müslümanlara yapılınca müsamaha sınırlarının alabildiğine genişlemesine ilk kez tanık olmuyoruz. Avrupa'nın vicdani ve hukuki kriterleri kimi zaman yurttaşların kökenine ve inançlarına göre farklı standartlarda sonuçlara yol açsa da, insanlığın geldiği aşamalardan birini göstermesi bakımından elbette dikkate ve saygıya değer. Fakat bu konuda Ali Bulaç'ın hatırlattığı Kur'ani kriter bir Müslüman için çok daha bağlayıcı. Allah'ın ayetleriyle alay edildiğini işittiğimizde, onlar böyle konuşmayı bırakıp bundan başka bir söze daldıkları zamana kadar onlarla beraber oturmamamız isteniyor. (Nisa 140) Ayrıca İslam dini başka din mensuplarına ve inançlarına hakaret etmeyi de yasaklamıştır En'am Sûresi 108. ayette. 'Herkes buna riayet ediyor mu?' denilebilir ama esas olan, izini sürdüğümüz ilkelerin berraklığı.
ESAS SORMAMIZ GEREKEN SORU...
Naipaul, ilk kez eleştirilmiyor, bugüne kadar bütün dünyadan birçok tepki aldı. Değişti, hakaretamiz sözleri yıllarca öncesine ait diyenler bu değişikliği gösterebilselerdi keşke. Ya da kendisi her şeye rağmen sözünü söylemeye kararlı biri olarak gelip süreç içinde fikirlerinin ulaştığı noktayı bizimle paylaşsaydı bir dünya yazarı olarak. Mesela iki yıl önce Milan Kundera hakkında komünist rejime karşı casusluk yapan bir Çek'i ihbar edip 22 yıl ceza almasına yol açtığını yazmıştı medya. Münzevi bir hayat süren Kundera, çok incinmiş ve iddiayı derhal yalanlamıştı, utanç verici ve bir yazarı imha etmeye yönelik bularak. Bu iletişim çağında böyle önemli kişilerden gelecek düzeltmelerin duyulmaması mümkün değil.
On yıllardır binlerce Müslüman'ın katledilmesinin, milyonlarca çocuğun yetim kalmasının ve Guantanamo cehennemlerinde masum insanların sorgusuz sualsiz tutulmasının serinkanlılıkla izlendiği dünyada bu kötülükler nasıl mümkün olabiliyor acaba? Müslümanlar aleyhine sayısız yayınla vicdanları köreltmenin, zihinleri bazı toplumların yok edilmeleriyle dünyanın bir şey kaybetmeyeceğine ustalıkla ikna eden edebi metinlerin hiç mi bir ilgisi yok? Edebiyatçının kısıtlanmasına, hür tefekkürünün ve muhayyilesinin zarar görmesine karşıyım ama düşünmek zorundayız öte yandan; Amerikalılar kötüdür, Müslümanlar teröristtir, Batılılar Ebu Gureyb'leri destekliyor gibi kaba genellemelerle sertliğe ve şiddete her gün biraz daha sürüklenmenin önüne nasıl geçebiliriz? 'Sanatın edebiyatın bir işlevi varsa nedir o?' tartışmasına dönmek lazım belki yeniden.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT