Ebu Bekir (ra) Bugün Bizi Neye Davet Ediyor?
Rasulullah'ın (s) halifesi olarak sorumluluğu üstlenmesinin ardından Ebu Bekir (ra), Rasulullah'ın mescidinde halka yönelik yaptığı konuşmada yönetim ilkelerini şu şekilde belirliyordu:
"Ey insanlar, sizin en hayırlınız olmadığım halde, sizi idare etmek için seçildim. İyilik yaparsam bana yardım ediniz; kötülük yaparsam beni düzeltiniz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Sizin yanınızda zayıf olanlar, benim yanımda güçlüdürler; ta ki inşallah onların bu illetlerini onlardan uzaklaştırayım. Yanınızda güçlü olanlar da, inşallah onlar üzerindeki hakkı alıncaya kadar, yanımda güçsüzdürler. Hangi müslüman ümmet Allah yolunda cihadı terkederse, Allah ona zillet ve meskenet verir. Hangi müslüman ümmet arasında fahşa yayılırsa, Allah onlara vereceği bela ve cezayı genelleştirir. Allah'a ve Rasulü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Şayet Allah ve Rasulü’ne isyan edersem artık bana itaat yoktur."
Şüphesiz bu meşhur konuşmanın çerçevesi içerisinde siyasi tarihte daha önce ve daha sonra tecrübe edilen pekçok sapmaya atıf, bunların yeniden yaşanmaması için nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair uyarılar, asla unutulmaması ve terkedilmemesi gereken asıllar vardır.
Yönetim erkinin sınırları ve yönetilenlerin sorumlulukları birlikte, içiçe zikredilmiştir. Konuşmanın başında "en hayırlınız olmadığım halde" diyerek siyasette sık rastgeldiğimiz -haşa- gereksiz bir tevazudan ziyade, insani olana, değişmesi muhtemel olana, eksik ve zaafa, biricik ve vazgeçilmez olmadığına; ümmetin niteliğinin, tercih ve vukufiyetlerinin önemine vd. atıf yaptıktan sonra siyasetin temelini oluşturan adalet vurgusu ve ümmetin Allah yolunda her alanda mücadeleyi, gayret ve çabayı üstlenmesinin önemi, terki halinde yaşanabilecekler gelmektedir. Nihayetinde de yöneticiye itaatin insanlığa öğretilen evrensel çerçevesi ki her türden yönetimin olmazsa olmazı, kurumsal ve çağdaş terminolojiyle ifade edersek hukukun üstünlüğüne (şeriata) yapılan atıf vardır. Yöneticiye itaat, insanlık için gerekli olan, temel hakları da içinde barındıran ortak hukuka riayet ettiği müddetçe geçerlidir. Bu, yöneten-yönetilen arasındaki mukavelenin temel yapıtaşıdır.
İdarecinin ilahi bir seçimle değil, ümmetin tercihi olarak yönetime gelmesi ve yönetilenler arasından seçilmesiyle birlikte yazımızın merkezine aldığımız konu itibariyle de önemli olan "Yönetilenlerin yönetimi muhasebe etmeleri, eleştirmeleri, icraatlarını sürekli gözetim altında tutup denetlemeleri" konusu asıldır.
Ebu Bekir (ra) hem yönetilenlerin bu yapıcı muhalefet hakkına dikkat çekiyor, hem de bunun sadece bir hak değil, bir sorumluluk olduğunun altını çiziyor. Öyle ki; mefhumu muhalifinden, bu sorumluluk üstlenilmediği takdirde oluşacak boşluğun yozlaşmaları da beraberinde getireceğine dikkat çekiyor.
Burada birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda var ki aslında çağdaş anlamda da toplumun ıslahı olarak nitelediğimiz konunun da mihenk taşı olarak görülmesi gerektiğine inanmaktayız:
Bunlardan ilki Ebu Bekir (ra)'ın tıpkı halefleri gibi yönetim işini sadece tek taraflı bir alışveriş olarak görmemesi gelmekte: İki taraflı (yöneten-yönetilen) olarak üstlenilen sorumluluklarla birlikte yürüyen ve bu bapta ilkeleri daha önce Rasulullah tarafından da çizilip pratiğe aktarılmış, ortak hedefler doğrultusunda karşılıklı olarak üstlenilen sorumluluklar. Bu minvalde "Allah yolunda mücahede"ye yaptığı vurgu aslında fütuhat ya da dışa yönelik alınacak tedbirlerin ötesinde birlikte yüklenilen sorumluluklara/yükümlülüklere bir atıftır. Gücün ve bekanın korunmasına yönelik zımni atfın merkezine adaletin konması, beraberinde her türlü hakkın, temel insani evrensel değerlerin muhafazası gelmektedir. Yani Ebu Bekir (ra) adalet dengesinin korunması teminatı verirken, aynı zamanda halkı bilinçli olmaya, siyasi-ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeye davet etmektedir.
Bu sorumluluk üstlenilmediği takdirde yozlaşma ve kötülüğün başgöstermesinin, toplumda yaygınlaşmasının muhtemel olduğuna, bu durum başa geldiğinde de ilahi yasanın seçici davranmayacağına yönelik vahyî bir uyarıda bulunmaktadır: Bunu da İslam toplumunun Allah yolunda cihadı (sorumluluklarını üstlendiği mücadeleyi ve o mücadelenin ilkelerini) terketmesiyle nitelemektedir. (Ki Allah'ın insanlığa bahşettiği değerler uğrunda mücadele toplumun atıl kalmasını engelleyen, ona dirilik-dinamizm sağlayan; beka sorunuyla da yüzleşmesini engelleyen geniş bir çerçeveyi haizdir.)
Sorumlulukları Güncellemenin Zorlukları ve Zarureti
Konuyu güncellediğimizde ve yaşadığımız vakaya uyguladığımızda karşımıza bazı sorular çıkmaktadır. Ebu Bekir (ra) bugünden baktığımızda daha nitelikli ve bütüncül bir topluma seslenmektedir. Onlar Rasulullah’ın örnekliğini de birebir tecrübe etmiş, Ebu Bekir (ra)'in hatırlattığı hususları hayatlarına zaten uygulayagelmekte olan bilinçli bir toplumdur. Öyle ki geçmişte yaşadıkları olumsuz tecrübelerin üzerine inen vahy-i mübinin terbiye ettiği bir sahih akide toplumudur. Bunların yerine getirecekleri denge-denetim mekanizmaları ve bunların kurumsallaşması da bir o kadar nitelikli olacaktır. Yani ortada, doğduğu zaman ve iklime yakın ideal bir durum vardır. Oysa bugün hem içinde yaşadığımız sistem hem de toplumsal yapıların karmaşıklığı (gerek dini gerekse ideolojik heterodoksi) önümüzde ciddi bir engel olarak yer almaktadır. Küresel sistemin yapısı ve yumuşak güç (soft power) unsurlarıyla müdahaleleriyle birlikte düşündüğümüzde; ideal olarak gördüğümüz hususların ya ertelenmesine, ya tedrici bir sürece havale edilmesine ya da realitenin görülüp önceliğin beka sorununa verilmesine sebebiyet vermektedir. Beka meselemiz asıl, diğerleri ise "zorunlu teferruat" kabilinden muhtemel bir gelecekte inşa edileceğine inandığmız "gelecek tasavvurumuz" olarak, asla terkedilmemesi gereken ütopyamız mesabesinde yerini muhafaza etmektedir.
Asla inkar edilemeyecek ve vazgeçilemeyecek değerlerimiz mevcuttur ama bunların hangi çerçevede, hengi takvimde, hangi şartlarda, ne biçim ve oranda hayata geçirileceği net değildir. Mümkünse halihazırdaki siyasetin marazlarına bunlar dahil edilmemeli, ayrı bir yerde korunmalı; önümüze yıllardır açılmış fırsatlara odaklanıp yatay çalışmalar ve nesil yetiştirme görevi ifa edilmeye devam edilmelidir.
Can alıcı sorulardan başlayalım: Akidevi birlik yoksa, toplumsal ve ideolojik heterodoksi mevcutsa ve dolayısıyla Ebu Bekir (ra)'in seslendiği nitelikli kadrolar ve onları içinden çıkaran toplumsallık mevcut değilse "adil şahitlik" ya da "adil gözlemcilik, denge-denetleme misyonu" nasıl yerine getirilecektir? Yıllardır süregelen vesayet yapılarının (yumuşak güç) soft power ve (sert güç) hard power mekanizmaları işlemekteyken, kurumsallaşması dahi gerçekleşse, bunlar suistimale açık olmayacak mıdır? En ideal sistem tasarımı bile sonuçta insan unsurlarıyla işleyen mekanizmalar değil midir? Ebu Bekir (ra)'in uyarıları bugün özcü bir biçimde (doğrucu Davut misali) idealize edilmeye kalkıldığında realitelerimizle çelişen bir tutum alış içinde olmaz mıyız?
Öncelikle ifade etmek gerekir ki bu sorular özellikle İslami kesimin sadece bir kısmının şuuraltını yansıtmaktadır. Aslında tam da bugünkü sorunumuzu içerir tarzda önemli bir kesim artık bu soruları da sormayı lüks addetmekte, hayattan ya da realitelerden kopukluk olarak addetmekte, verili duruma -istekli isteksiz- adaptasyonu içselleştirme görüntüsü vermektedir. Ancak burada daha önemli olan başka bir husus var ki o da zaten yöneten-yönetilen karşılıklı sorumluluk alanını, yapıcı muhalefet ya da sivil toplum olarak adlandırılan siyaset alanını ve bu alandaki namaz kılmak, oruç tutmak gibi amellerden bağımsız olmayıp iman umdeleri arasında sayılması gerektiği ve Ebu Bekir (ra)'in çizdiği çerçeveye bağlı kalmayı bir itikad-iman problemi olarak görmekte zorlanan geniş bir toplumsal yapı söz konusudur. İslami olanı karşılıklı güç ilişkileri ve "öteki"yle mücadeleden ibaret gören; nostaljik hamasi bir tarih algısıyla düşünmenin ötesine geçmekte zorlanan (Osmanlı, Abdülhamid vb...) ve bu algının beslediği beka konusu dışında bir konuya odaklanması da yaşanan gelişmelerin de tetiklediği üzere -Ebu Bekir (ra)'in uyarılarının tersine- engellenen geniş bir kitlesellik mevcuttur. Yani bu açıdan bakıldığında bahsi geçen ilkesel duruşları kavramakta çeşitli engellerle karşılaş(tırıl)an ve bu açıdan akidevi problemler yaşayan geniş bir toplumsallık…
Bu tablo da "sözlerimiz anlaşılmaz, kastımız çarpıtılır" anlayışını beslemekte, haklı gibi görünen bahaneler zinciri üretilmesine sebebiyet vermektedir. Halktan sadece doğru zamanda doğru desteği sunması yeterli görülmekte, zımnen halihazırdaki akide zaafı problemine de atıfta bulunulmaktadır.
Oysa bu durumu bu şekilde kabullenme, üstlenilmesi gereken sorumlulukları bilinmeze erteleme bilahare sorunları büyüterek müslümanlararası çatışmaları bile körükleyip mezhebi, kabileci, itikadi sapmaları beslemiştir. Önce adalet, irade tartışmalarını, ardından fitnelerle yaşamaktansa her ne pahasına olursa olsun bekayı öne çıkaran çözümleri haklılaştırmış; bırakın ümmetin sorumluluğu ve tercihini hanedanlık, yöneticilerin ilahi iradeyi temsil ettiği ve ardından kabilevi-etnik temellerin yükseldiği vasatı beslemiştir. Nesiller Cebriye, Mürcie ve Kaderiye'nin siyasi-itikadi tartışmalarının içine sürüklenmiş ve günümüze kadar da etkileri sürgit devam etmiştir.
Bugün de benzer durumları iktidarların ya da muhalefetlerin yapıp etmelerini meşrulaştıran mezhebi, etnik, ideolojik tartışmalarda gözlemlemekteyiz. Oysa tıpkı namaz, oruç gibi siyaset ikliminde sorumlulukları ibadi olarak üstlenmek, öncelikle akidevi bir yükümlülüktür. Bu sorumlulukları Ebu Bekir (ra)'in uyarılarına özsel biçimde yaklaşmayanlar, yani bu uyarıların kaynağının Allah ve Rasulü olduğuna iman etmeyenler bile bu evrensel doğruların şahitliğini gördüklerinde buna muhalefet etmeleri muhaldir. (zaten pekçok siyasi toplumsal hadisede ideolojik saiklerle bunu yaptıklarında gayrı meşruluk batağına saplanacakları/saplandıkları da gözlemlenmiştir)
"Akidevi birlik yoksa Ebu Bekir (ra)'in uyarıları nasıl güncelleştirilecek?" ya da "Hakiki bir yapıcı muhalefet görevi suistimallere rağmen nasıl ifa edilecek?" gibi sorular haklı endişeleri içinde barındırmakla birlikte, örnekliği ortaya konmadan, tecrübe edilmeden cevabı bulunabilecek sorular değildir! Öncelikle bu soruların bahane olarak değil, samimi olarak ortaya konması gerekmektedir ki zaten içinde zımnen "yönetici/idarecileri kontrol ve eleştiri mekanizmasının olmadığı" kabulünü içrektir ve bizatihi bu durum akidevi bir problemin varlığını ortaya koymaktadır. Bu durumda İslami olan kendimizden başlamak üzere bu zaafı/sapmayı onarmak, başta muhafazakar-dindar kitleler olmak üzere halkın tüm kesimlerine bu sorumlulukları hatırlatmaktır.
Eğer içimizden "marufu emredip münkerden nehyedecek" bir yapının çıkarılması konusunda hemfikirsek, ha Ebu Bekir (ra) dönemi, ha Emeviler, ha 28 Şubat süreci, ha bugün farketmemektedir. Çünkü uyarı zamanlarüstüdür! Bu sorumluluktan çeşitli bahanelerle sıyrılmak mümkün değildir. İçeriği, usulü, dili konuşulabilir ama elzemiyeti ve zorunluluğu tartışma dışıdır. Nitekim yaşadığımız her süreçteki gelişmeler bize bunu göstermiştir. Ve eğer gerçekten yeni nesiller yetiştirilecek ve halk da ıslah edilecekse İslam'a davetin en temel taşları (Ebu Bekir'in de konuşmasında altını çizdiği üzere) bu sorumluluk üzerine bina edilmektedir.
Bunun olmadığı tersi durumlarda "bizim giderilip yerimize başka topluluğun getirileceği" değişmez ilahi yasası yanında esas korktuğumuz şeyin başımıza geleceği unutulmamalıdır. O da bu boşluğun farklı ideoloji mensuplarıyla doldurulacağı ve korkularımızın bizi yakın durduğumuz idarecileri hata ve sevaplarıyla tam itaat biçiminde sahiplenmeye götüreceği gerçeğidir.
Bu durum ise, hem olumlu-yapıcı liyakat ve ehliyete mebni kurumsallaşmaları engeller, hem de yozlaşmaların kanıksanmasına kapı aralar. Halkta ise bu daha hızlı biçimde, beka/güvenlik korkusu ve ihtiyacının had safhada olduğu benci/milliyetçi ideolojileri geliştirir. Bu itikadi ve ideolojik sapma ise, her kabileci/mezhepçi/benci/milliyetçi öğretide olduğu gibi ve Ebu Bekir (ra)'ın o zamanlarüstü uyarısına da yansıdığı üzere temel hakların ayaklar altına alınmasına sebebiyet verir. Halka, sadece güvenlik politikalarıyla düşmana karşı korunamayacağımız, hukuk ve temel haklar olmadan, yani içeride bir takım toplum kesimlerine haksızca beka ve güvenlik sorunu yaşatıp dışarıdaki düşmana karşı korunamayacağımızı, elimizi güçlendiremeyeceğimizi anlatmak zorlaşır. Yeni nesiller ise, haklı haksız, ideolojik ya da çelişkili bakmaksızın görünürde olanın limanına sığınır.
Eğer İslami kesimler olarak "belki öğüt alırlar" ve "mazeretimiz olsun için" tavrını kuşanmaz; yani halka hakkını öğreten; değişmeyen, zamanlarüstü sorumluluklarını sıralayan; bunların Allah'a karşı yöneten-yönetilen toplu yükümlülüklerimiz olduğunun altını çizen ve bunlardan saparsa düzeltilmeyi (özeleştiriyi ama ağır ve acı eleştiriyi) hatırlatan Ebu Bekir (ra) gibi davranmazsak, "o zaman bu zaman değil; şartlar çok farklı; önümüzde bizi haklı kılan engeller var!" gibi bahanelerin Rabbimiz katında kabul görüp görmeyeceğini düşünmemiz gerekir.
Gelecekteki ve siyaset dışında kalarak üretebileceğimizi zannettiğimiz ideallerimizi bugüne güncellememiz gerekiyor! "Adil Şahitlik"in, mahiyeti -ortak vicdan ve akılla- zamana göre belirlenebilen ama asla bilinmez bir zamana ertelenemeyen bir akidevi sorumluluk olduğunu unutmamalıyız!
YAZIYA YORUM KAT