Dünyadaki "rolümüze" kendimizi fazla kaptırıyoruz!
Ümit Şimşek, Philip Zimbardo tarafından gerçekleştirilen bir psikoloji deneyinin ortaya çıkarttığı "gerçekliği" analiz ediyor.
Ümit Şimşek / Açıkdeniz Dergisi
Hepimiz oradaydık!
California’nın Palo Alto şehri 1971 Ağustos’unda bir Pazar sabahı siren sesleriyle uyandı. Televizyon kameraları eşliğindeki polis ekipleri muhtelif adreslere peş peşe baskınlar yaparak bir grup genç adamı evlerinden yaka paça çıkarıyor, ailelerinin ve pencerelere üşüşmüş komşuların şaşkın bakışları altında ekip arabasına yaslayarak üzerlerini aradıktan sonra onlara silahlı soygun ve hırsızlık suçlarından tutuklandıklarını bildiriyor, haklarını okuyor, kelepçeleyip arabaya bindirerek götürüyorlardı.
Ekiplerin on iki ayrı adresten topladıkları gençler polis merkezine getirildikten sonra üzerlerindeki eşyalar alındı, parmak izleri çıkarıldı, resimleri çekildi, sabıka kayıtları yapıldı, sonra hepsi nezarethaneye tıkıldı. Tam bir sessizlik ve belirsizlik içinde geçmek bilmeyen saatler sonra hepsi tekrar kelepçelendi, kafalarına külâhlar geçirildi ve yine sirenler eşliğinde “cezaevine” nakledildiler.
Tutuklanan gençler aslında suçlu değildi. Stanford Üniversitesi tarafından hapishane hayatını incelemek üzere psikoloji profesörü Philip Zimbardo yönetiminde yürütülecek iki haftalık bir araştırmanın denekleri olmayı kabul etmişlerdi ve çekilen kur’ada kendilerine mahkûm rolü düşmüştü. Ancak deneyin böyle bir açılışla başlayacağı akıllarının köşesinden bile geçmiyordu.
Üniversitenin Psikoloji bölümü tarafından hapishane hayatının insanlar üzerindeki etkilerini araştırmak üzere düzenlenen bu deney için 70 kadar genç müracaat etmiş, çeşitli testlerden sonra içlerinden 24’ü denek olarak seçilmişti. Bunların arasında yazı-tura usulüyle çekilen kur’ada ise on ikisi gardiyan, diğer on ikisi mahkûm olarak belirlendi. Deneyin on dört gün sürmesi planlanıyordu ve her bir gün için gençlere 15’er dolar ödenecekti.
Deney mahalli olarak Psikoloji bölümünün bodrum katı seçilmiş ve hapishane şeklinde düzenlenmişti. Mahkûmlar kafalarına külâh geçirilmiş olarak geldikleri için nereye getirildiklerini zaten bilmiyorlardı. O yüzden burayı gerçek bir cezaevi olarak algılamakta güçlük çekmeyeceklerdi.
Gardiyan rolünü oynayan delikanlılar ise, daha önceden yetkileri ve sorumlulukları hakkında yeteri kadar bilgilendirilmiş oldukları için, rollerine uyum sağlamakta zorlanmadılar. Mahkûmlar getirildiğinde üstlerini tepeden tırnağa aradılar, üzerlerine dezenfektan sıktılar, iç çamaşırları da dahil olmak üzere herşeylerini çıkartarak tuluma benzeyen kısa boylu birer hapishane kıyafetini başlarından aşağı geçirdiler, saçlarını da kadın çorabı geçirmek suretiyle bir düzene soktular. Sonra mahkûmların her birine birer numara verildi. İsimleri yerine bu numaralarla anılacaklardı.
Gardiyanlara gelince, üniformalarının ve coplarının yanı sıra gözlerini ve duygularını saklayan aynalı güneş gözlükleri heybetlerine heybet katıyordu.
Kurallar katıydı ve ihlâli halinde sert cezalar söz konusuydu. Koğuş olarak düzenlenen odalardan biri hücre cezasına çarptırılan kişiler için hazırlanmıştı. Gece de dahil olmak üzere her vardiyada birkaç sayım yapılıyor, bazen bu sayımlar hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzuyordu. Ancak denekler bütün bu şartlar hakkında peşin olarak bilgilendirilmişlerdi.
Şartların ağırlığına rağmen hapishanede ilk gün sakin geçtiyse de ikinci günün sabahında isyan başladı. Gardiyanlar yangın söndürücülerini mahkûmların üzerlerine sıkarak onları kapılardan uzaklaştırdılar ve kapıları kırarak içeri girdiler. Mahkûmları soydular, yataklarını aldılar, elebaşlarını hücrelere tıkıp diğerlerini de sıkıştırmaya başladılar. Mahkûmların birlik halinde hareket etmesini önlemek için üç koğuştan birini imtiyazlı koğuş yaparak üç mahkûmu, elbise ve yataklarını da vererek buraya aldılar, diğer aç mahkûmların gözleri önünde onlara yemek yedirdiler. Öğleden sonra ise imtiyazlıları tekrar eski koğuşlarına göndererek onların yerine başka üç kişiyi aldılar. Böylelikle mahkûmların arasında güvensizlik meydana getirmeye çalışıyorlardı. Daha sonra tuvalete çıkmak da izne bağlandı; gardiyan dilerse müsaade ediyor, çoğu zaman da izin vermiyorlardı. Saat 22’den sonra ise koğuşlara tuvalet yerine kova veriliyor ve sabaha kadar bu kova içeride kalıyordu. Deneyin daha 36. saatine gelmeden mahkûmlardan biri ciddi psikolojik bozukluklar, düşünce dağınıklığı, istem dışı ağlama ve öfke nöbetleri sebebiyle mecburen “tahliye edildi.”
Üçüncü gün ziyaret günüydü. Ziyaretçiler kayıt yaptırıyor ve yarım saat kadar bekletiliyordu. Ziyaret süresi 10 dakika ile sınırlandırılmıştı ve her mahkûmun sadece iki ziyaretçi hakkı vardı. Görüşmeler gardiyan gözetiminde yapılıyordu. Böylece oyunun bir parçası haline gelen aileler de gerçekten bir mahkûm ailesi rolünü benimsemekte gecikmeyeceklerdi.
Bu arada gardiyanın biri mahkûmlar arasındaki bir fısıldaşmayı işitti. Bir akşam önce tahliye edilen 8612 numaralı mahkûm, arkadaşlarını toplayıp hapishaneyi basacak ve diğer mahkûmları kurtaracaktı.
Bunu duyan proje yöneticisi Dr. Zimbardo “Biz ne yaptık, biliyor musunuz?” diyor ve devam ediyor: “Bilimsel bir deney yürüten sosyal psikologlar gibi davranmak yerine, hapishane güvenliğinin derdine düştük! Güvenlikçilerle oturduk, firar teşebbüsünü nasıl önleyebileceğimizi konuşmaya başladık. Acil bir önlem olarak 8612 numaralı mahkûmun koğuşuna ajan yerleştirdik. Sonra Palo Alto Polis Merkezine giderek mahkûmları onların nezarethanesine nakletmek istediğimizi söyledik. Bu durumda sigorta şartlarının dışına çıkılmış olacağı gerekçesiyle, isteğimizi reddettiler. Biz de öfkeli bir şekilde geri döndük.”
Bu plan gerçekleşmeyince ikinci bir plan kuruldu. Ziyaret saatinden sonra takviye için diğer gardiyanlar da çağırılacak, mahkûmların hepsi birbirine zincirlenecek, kafalarına çuval geçirilip üniversite binasının beşinci katındaki depolara tıkılacaklardı. Mahkûmları kaçırmak için gelenler cezaevi bölümünde sadece Dr. Zimbardo’yu bulacaklar, o da deneyin sona erdiğini ve herkesin dağıldığını onlara söyleyecekti. Tehlike savuşturulduktan sonra ise mahkûmlar tekrar geri getirilecek, güvenlik önlemleri iki katına çıkarılacak, ardından 8612 numaralı mahkûm tekrar çağırılacak ve uydurma mazeretle tahliye edilmiş olduğu söylenerek tekrar hapse tıkılacaktı.
Plan uyarınca Zimbardo tek başına oturmuş baskına uğramayı beklerken, bir akademisyen arkadaşı çıkageldi. Projeyi işitmiş, nasıl gittiğini görmek için ziyarete gelmişti. “Bu çalışmanın bağımsız değişkeni ne?” diye sordu. Zimbardo bu soruya bayağı içerledi. “Gerçekten öfkelendim” diyordu. “Ben burada bir firar teşebbüsüyle nasıl baş edeceğimi, cezaevinin ve adamlarımın güvenliğini nasıl sağlayacağımı düşünüyorum, bu entel de çıkıp gelmiş, bağımsız değişkeni soruyordu! Neden sonra aklım başıma geldi de, rolüme ne kadar ısınmış olduğumu ve bir araştırmacı psikolog yerine cezaevi gardiyanı gibi davrandığımı fark edebildim.”
Firar teşebbüsü sadece söylentiden ibaret kaldı. Ancak bu mesele herkesi birden öylesine sarmıştı ki, içlerinden tek bir akademisyen çıkıp da o gün olup bitenlerin kaydını tutmayı akıl edemedi. Lâkin o günden sonra gardiyanlar daha da sertleştiler. Mahkûmlara klozetleri çıplak elle temizlettiler, şınavlar ve saatlerce süren sayımlar birbirini izledi.
Bu arada, daha önce cezaevlerinde görev yapmış bir Katolik rahip planlanan şekilde hapishaneyi ziyaret ederek mahkûmlarla görüştü. Rahip gerçek rahipti, ama o da çok iyi programlanmış ve rolünü iyi öğrenmişti. Konuşma tarzıyla ve jestleriyle tamamen kendisine öğretilen şekilde davranıyordu. Mahkûmlara buradan kurtulmanın yegâne yolunu avukat yardımı olarak göstermiş ve isterlerse bu konuda aileleriyle görüşebileceğini söylemiş, bazı mahkûmlar da bu teklifi kabul etmişti. Zimbardo “Rahibin bu öğretilmiş davranışları, rolümüzün nerede başlayıp nerede bittiğini zaten şaşırmış bulunan bizlerin kafasını iyice karıştırmıştı” diyor.
Rahiple görüşmeyi reddeden yegâne mahkûm 819 numara idi ve ısrarla doktoru görmek istiyordu. Güçlükle hücresinden çıkmaya ikna edilen mahkûm, hapishane yöneticileriyle konuşurken ağlama krizine girdi. Zincirlerini çözdüler ve yan odada dinlenmesini söylediler. Fakat bu arada gardiyanlardan biri mahkûmları toplamış, “819 kötü bir mahkûm!” diye hep bir ağızdan tekrar tekrar bağırtıyordu. Bunu işiten 819 tekrar hıçkırıklara boğuldu. “Kötü mahkûm” damgasıyla hapisten çıkmak istemiyordu. Burada kalacak ve iyi bir mahkûm olduğunu ispat edecekti. Zimbardo ona ismiyle hitap ederek “Bak,” dedi, “sen filâncasın, benim adım da Dr. Zimbardo. Ben bir psikologum, cezaevi gardiyanı değilim. Burası da gerçek bir hapishane değil. Bu sadece bir deney, onlar da senin gibi bir öğrenci. Şimdi kalk, gidelim.” Hıçkırıkları kesilen 819 numara bir kâbustan uyandırılmış gibi Zimbardo’ya baktı ve “Peki, gidelim” dedi.
Ertesi gün, erken tahliye hakkını almak isteyen mahkûmların taleplerini görüşecek olan komisyonun toplantı günüydü. Talep sahibi mahkûmlar zincirlenerek teker teker heyetin huzuruna çıkarıldılar. Heyet, cezaevi baş danışmanının başkanlığında çeşitli bölümlerin sekreterlerinden meydana gelmişti. Mahkûmlara affedildikleri takdirde şimdiye kadar deneyden kazanmış oldukları parayı iade etmeye razı olup olmadıkları soruldu. Hepsi bunu kabul etti. Oysa sadece deneye devam etmekten vazgeçerek de buradan kurtulabilirlerdi! Kendilerine hücrelerine dönerek verilecek kararı beklemeleri söylendi. Hepsi itaat etti. Artık gerçek nedir, deney nedir, bunu ayırt edebilecek durumda değildiler. Bu arada, erken tahliye talebi reddedilen bir mahkûmun bedeni de bu duruma isyan etmiş ve bütün vücudunu döküntü kaplamıştı.
Heyet başkanı olarak görünen kişi ise rolünü o kadar benimsemişti ki, bütün görevliler arasında mahkûmların nefretini en fazla üzerine çeken kimse olup çıkmıştı. Halbuki bu kişinin kendisi de vaktiyle cezaevinde gerçek bir mahkûm olarak yatarken on altı yıl boyunca her sene erken tahliye talebinde bulunmuş ve her seferinde bu talebi reddedilmişti. Şimdi ise kendisinin eski işkencecisine ait bu rolü benimseyerek bizzat oynuyordu!
Deneyin beşinci gününe gelindiğinde, gardiyanların kötü muamelesi ve onları birbirine düşürmek için uyguladıkları taktiklerin sonucunda mahkûmların hepsi birbirinden tecrit edilmiş, aralarında birlik kalmamış, hepsi de bir grup savaş esiri yahut akıl hastası görünümünü almıştı. Gardiyanlar hapishanede mutlak bir hakimiyet kurmuş ve bütün mahkûmlar onlara sorgusuzca itaat eder hale gelmişti.
Beşinci gece bir mahkûm ebeveyni Dr. Zimbardo’dan çocuklarının tahliyesi için bir avukatla görüşmesini istedi. Bir rahip, onlara, çocuklarını kefaletle tahliye ettirmek için bu aklı vermişti! İşin garibi, projenin yöneticisi Zimbardo da artık bu durumu çok fazla yadırgayacak halde değildi. Avukatı aradı, o da ertesi gelerek çocuklarla görüştü, onlara yasal nitelikte bazı sorular sordu. Halbuki bu oyunun bir deneyden ibaret olduğunu avukat da biliyordu!
Artık durum iyice açığa çıkmış bulunuyordu. Dr. Zimbardo “Öyle güçlü bir ortam meydana getirmiştik ki” diyor, “mahkûmlar içlerine kapanmış, hastalıklı davranışlar sergiliyor, gardiyanların bazısı bazı mahkûmlara sadistçe muamele ederken ‘iyi’ gardiyanlar onlara müdahale edemeyecek kadar çaresizlik içine düşmüş bulunuyordu. Ve gardiyanların hiçbiri de işini bırakmaya niyetli görünmüyordu. Hattâ, hiçbir gardiyanın görevine geç kaldığı, viziteye çıktığı, işi erken bıraktığı yahut fazla mesai ücreti istediği de görülmemişti.”
Bir diğer şok edici gerçek ise video kayıtlarında ortaya çıktı. Gardiyanların kötü muamelesi, kendilerini kimsenin seyretmediğini ve deneyin tatile girdiğini sandıkları gece yarılarında zirve yapıyordu.
Nihayet, deneyin altıncı gününde, hapishanenin ve mahkûmların durumunu ve burada cereyan eden hadiseleri görenler arasından bir kişi olup bitenlerin şifresini çözmeyi başardı!
Deneyin yöneticilerinden Christina Maslach, gardiyan ve mahkûmlarla yaptığı mülâkatlarda, mahkûmların gözleri bağlı, elleri birbirinin omzunda, ayakları birbirlerine zincirlenmiş halde tuvalet seferine çıktıklarını tespit edince buna isyan etti. Hapishanenin ve mahkûmların durumunu gören 50’den fazla kişi içinde bu durumun ahlâkîliğini sorgulayan yegâne kişi olan Maslach’ın bu tepkisi, Zimbardo ve ekibini “Biz burada ne yapıyorduk?” sorusuyla karşı karşıya getirdi.
Ve iki hafta sürecek şekilde planlanmış olan deney, altıncı günü dolmadan, 20 Ağustos 1971 tarihinde sona erdirildi.
* * *
1971 yılında Philip Zimbardo’nun yönetiminde gerçekleşen Stanford Cezaevi Deneyi altıncı gününde beklenmedik bir şekilde bitti, ama deneyin bilim çevrelerinden siyaset âlemine kadar dünya kamuoyunda derin izler bırakan yankıları hiçbir zaman sona ermedi. Deneyle ilgili olarak bilimsel ve popüler pek çok makale yayınlandı, radyo ve televizyon programları yapıldı, kitaplar yazıldı, sinema filmi çekildi. Tabii bu arada deney ders kitaplarında da yerini aldı.
Kamuoyuna yansıdığı günden itibaren Stanford Deneyi bazı eleştirilere de hedef oldu. Mahkûm rolünü oynayan deneklerin işlemedikleri suçlarla itham olunmaları, gardiyan rolünü oynayacak olan deneklerin disiplini sağlamak için tavizsiz davranmaları yönünde bilgilendirilmiş olmaları, bunalım geçirdiği için tahliye edilen 8612 numaralı mahkûmun davranışlarını abartmış olması, deneye yöneltilen başlıca tenkitleri teşkil ediyordu. Ancak bu eleştirilere rağmen Stanford Deneyi yarım asır sonra bugün hâlâ konuşulmaya ve bilim dünyasını derinden etkilemeye devam ediyor. Bizim ele almak istediğimiz iki önemli konu itibarıyla ise Stanford deneyi önümüze mükemmel bir örnek koymuş bulunuyor ve bu açıdan ele alındığında Stanford deneyi maruz kaldığı eleştirilerden etkilenmiyor.
* * *
Stanford Deneyi on dört gün sürecek bir deneydi ve deneyi düzenleyenler gibi denekler de bunu peşin olarak biliyordu. Fakat daha ikinci günden itibaren herkes burada olup bitenleri gerçek dünya ile karıştırmaya başladı. Mahkûm rolündeki denekler için kaldıkları yer gerçek bir hapishane, gardiyan rolünü oynayan diğer denekler de gerçek birer gardiyandı. Gardiyan rolünü oynayan gençler ise karşılarındaki kişileri kur’ada kendilerine mahkûm rolü çıkmış deney arkadaşları yerine kendilerinden her an bir kötülük beklenen ve mutlaka disiplin altında tutulması gereken suçlular olarak görüyorlardı.
Macera bu kadarla kalmadı. Rol icabı deney mahallini ziyaret ederek deneklerle görüşen rahip ile avukat da burada olup bitenleri fazlasıyla ciddîye aldı ve özgürlüğüne kavuşmak isteyen mahkûmları profesyonel isimlere yönlendirdi. Deney icabı “erken tahliye” için yapılan başvuruları görüşmek üzere toplanan komisyon da yine aynı ciddiyet içinde toplanıp mahkûmları dinliyor, müzakereler yapıp kararlar alıyor, bu olumsuz kararlardan etkilenen mahkûmlar ve aileleri ise sanki bütün istikballeri mahvolmuşçasına bunalıma düşüyorlardı.
Hepsinden garip olanı, deneyi planlayan ve yürüten ekibin, hattâ ekip yöneticisi olan Dr. Zimbardo’nun da kendi yazdıkları senaryoya inanmaya başlamış olmalarıydı. Onlar artık bir proje ekibinin elemanları değil, içinde azılı mahkûmları barındıran bir cezaevinin personeli ve yöneticileri idiler ve bu cezaevinin sorumluluğu bütünüyle onların omuzlarındaydı!
Oysa on gün içinde bütün bunlar bitecek, dekorlar dağıtılacak, üniversite binasının bodrum katı tekrar eski haline getirilecek, hesaplar görülüp ücretler ödenecek, herkes evine dönüp hayatına iki hafta önce bıraktığı yerden devam ederken araştırma ekibi de arkada bıraktıkları deneyin sonuçları üzerindeki çalışmalarına dalıp gidecekti.
* * *
Rol icabı yapılan şeyleri gerçek hayatla karıştırdığımızda işin nerelere varabileceğini görmek isteyenler için Stanford Deneyi mükemmel bir örnek teşkil etmiştir. Yine de “Böyle bir gaflete bu kadar insan birden nasıl düşebilir?” sorusu ister istemez insanın aklına düşüyor. Fakat konuya biraz daha geniş bir açıdan baktığımızda şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyoruz:
Bizim bu dünyadaki unvanlarımız, rütbelerimiz, imkânlarımız, makam ve mevkilerimiz de muvakkat birer rolden ibaret değil mi?
Bu dünyaya gelirken tek başına ve çırılçıplak geliyoruz. Sonra burada kısmen bizim tercihlerimizin de pay sahibi olduğu bir süreç içinde bir rolü benimsiyor ve oynuyoruz. Sonra da her birimiz için ayrı ayrı belirlenmiş bir vakitte bu rolden sıyrılıp çıkıyoruz. Kadın, erkek, siyah, beyaz, zengin, fakir, şehirli, köylü, hükümdar, köle, âmir, memur, patron, işçi gibi sıfatlarımızın hepsi geride kalıyor.
Bir başka deyişle, bir oyun ve oyalanmadan ibaret dünya hayatı bitiyor, roller geri alınıyor ve herkes yalnız ve çırılçıplak, başka bir hayata gözünü açıyor.
Ondan sonra?
Bu sorunun herkes için ayrı bir cevabı var. İşte o zaman herkese dünyadaki rolü hatırlatılacak ve bu rolün, sadece bu rolün icabını yerine getirip getirmediği sorulacak. Zenginin hesabı fakirden, hükümdarın hesabı köleden, âmirin hesabı memurdan, zalimin hesabı mazlumdan sorulmayacak.
Ve bu sorgu sonrasında kimbilir nice tahtlar, taçlar, unvanlar, rütbeler herkesin gözü önünde el değiştirecek.
O zaman anlayacak insan bu dünyada hiç kimsenin kendisinden ne üstün, ne de aşağı olmadığını… Bu dünya hayatı için biçilmiş rollerin kimseye en küçük bir tahakküm hakkı vermediğini, dünya hayatının rollerinden hiçbirinin ebedî âlemde bir üstünlük veya aşağılık sebebi teşkil etmediğini...
Ve rol icabı bize verilmiş olan şeylerin içimizdeki gerçek “ben”i ortaya çıkarmak için bir deneyden başka birşey olmadığını…
Tıpkı Kur’ân’ın peşin olarak haber verdiği gibi:
Her nefis ölümü tadıcıdır. Bir imtihan olsun diye Biz sizi hem kötülükle, hem iyilikle deneyeceğiz. Sonunda ise huzurumuza döneceksiniz. (Enbiyâ sûresi, 21:35)
Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi denemek için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur. O’nun kudreti herşeye üstündür; O çok bağışlayıcıdır. (Mülk sûresi, 67:2)
Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık; denemek için de onu işitir ve görür hale getirdik. Ona yol da gösterdik. Artık ister şükreder, ister nankörlük eder. (İnsan sûresi, 76:2-3)
Kur’an bize imtihan için bu dünyada bulunduğumuzu bildirmekle kalmıyor; hayatın bu en önemli probleminde yolunu şaşıranları ve âkıbetlerini birer ibret nümunesi olarak önümüze seriyor.
Zenginliğiyle övünen bağ sahibi, bu dünyadaki servetinin ebedî âlemde kendisine ait olacağını sanıyor ve kendisine öğüt veren arkadaşına “Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum ya; Rabbimin huzuruna dönecek olsam bile, herhalde orada bundan daha iyi bir âkıbet bulurum” demiyor muydu?
Anahtarlarını güçlü bir topluluğun ancak taşıyabildiği hazinelere malik olan Kârun da “Bütün bunlar bilgim sayesinde benim oldu” diye övünüp duruyorken sarayı ve hazineleriyle beraber yerin dibine geçtiğinde, bir gün önce onun yerinde olmak için can atan insanlar “İyi ki onun yerinde değilmişiz” diyerek ferahlanmamışlar mıydı?
Halkına karşı “Ey kavmim! Bu ülkenin egemenliği ve ayaklarımın altında akan şu ırmaklar hep benim değil mi? Görmüyor musunuz?” diyerek böbürlenen Firavun boğulup gittiğinde, sahip olmakla övündüğü o muhteşem bahçeler, pınarlar, çiftlikler, muhteşem konaklar, safâsını sürdükleri nimetler, onların aşağıladığı insanların eline geçmemiş miydi?
Hayatın kendisi de Kur’ân’ın bu kadar ısrarla ve tekrar tekrar bize hatırlattığı gerçeği vurguluyor. Çünkü herkes bu dünyada rol icabı edindiği herşeyi arkada bırakıp gidiyor. Ne var ki, bu manzara ancak hikâyenin içinden çıkıp da dışarıdan baktığımızda net olarak görünüyor. Rolümüzü oynarken ise bütün bunlar sahiciymiş gibi görünüyor bize:
Tıpkı Zimbardo ve denekleri gibi…
HABERE YORUM KAT