Dünya Kendisini Haraca Bağlamaya Kalkışan ABD ve Dolar Esaretine Direnir mi?
Kısa süre önce Yeni Şafak’ın yazılarına son verdiği Merve Şebnem Oruç, Türkiye ve dünya gündemine dair gelişmeleri kişisel bloğundan yorumlamaya devam ediyor. Oruç’un ilk yazısının konusu ise ABD’nin Türkiye’ye açtığı ekonomik savaş…
Merve Şebnem Oruç’un konuyla ilgili analiz yazısını aşağıda ilginize sunuyoruz:
Erdoğan’ın Amerikan Doları ile Savaşı
Yeni Şafak gazetesindeki köşemde son yazımı yazdığımda “Brunson krizi” yeni patlak vermiş, ABD Başkanı Donald Trump ve Yardımcısı Mike Pence’in Türkiye’ye yönelik ilk yaptırım tehditleri henüz belirmişti. Bu konuyu salt Brunson’ın Beyaz Saray için önemi açısından ele aldığım son köşe yazımın sonunda ABD’nin Türkiye ile hala pazarlık yapmaya çalıştığını, ama bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin ABD ile –doğal olarak– eşit ilişki kurmak istediğini ve fakat Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkeleri ile dahi eşit müttefik ilişkisi kurmaya niyetli olmayan, geldiğinden beri “Önce ABD…” diyerek en yakın dostlarını bile tehdit eden Trump’ın buna nasıl yanaşacağını sormuştum.
Bir sonraki yazımda Türkiye’nin bu konudaki yol haritasının nasıl şekilleneceğini yazmaya niyetliydim ancak Yeni Şafak’la yollarımız aniden ayrılınca bu mümkün olmadı. Ama bu konuda hala diyeceklerim var, o yüzden blog üzerinden devam edelim. Ve iki haftadır yazmadığım için sözü biraz uzatabilirim, şimdiden özür dilerim. : )
***
Malum, iki hafta önce iki bakanımıza yaptırım uygulanmasıyla başlayan ve Türkiye’yi bir ‘döviz krizi’nin içine sokmakla tehdit ederek istediklerini kabul ettirmeye çalışan ABD, saldırılarını sürdürüyor. Türk lirasının dolar karşısında anormal değer kaybedişi, özellikle Cuma günkü gelişmelerle birlikte sosyal medyadan sokağa, sıradan vatandaşından iş adamına herkesi tedirgin etti; daha ötesi Londra’dan Washington’a dünyanın gözlerinin bir anda ABD-Türkiye ilişkilerine çevrilmesine neden oldu.
Üzerinde “In God we trust-Tanrı’ya güveniyoruz” yazılı ‘1 Dolar’larıyla Türkiye’de darbe yapmaya kalkışanların haricinde hemen herkes, kimi öfkeli kimi endişeli olsa da “Bu tufandan nasıl kurtuluruz? Atlatabilir miyiz?” sorusunu soruyordu. Yalnız Cumhurbaşkanı Erdoğan hiç de bu paralelde konuşmuyordu; aksine her zamanki güveniyle bu saldırıya karşı “Biz kazanacağız” diyordu.
Peki, nasıl kazanacağız?
Elbette Cumhurbaşkanı’nın, bu savaşın en kritik konumunda olan kişi olarak stratejisini açıklamasını beklememeliyiz ama bunun nasıl olacağına dair kafa yorabiliriz, zira kendisi bir süredir ipuçlarını veriyor. Bugün Pazar, hafta sonu ve Cuma günü yaşananların ardından dün Tayyip Erdoğan kamuoyuna Trump yönetiminin Türkiye’ye Brunson’ı serbest bırakma konusunda bugün 18:00’e kadar süre verdiğini ilk kez açıkladı. O zaman şu anda tam olarak “fırtınanın gözü” şeklinde tabir edilen durumdayız ve çıktığımız tufandan gireceğimiz tufana doğru geri sayım sürerken anlık sakinlikten faydalanarak soğukkanlı bir analiz yapmaya çalışalım.
Doğruyu söylemek gerekirse, Erdoğan’ın, şu ana kadar Brunson’ın geri gönderilmesi konusunda müzakerelere açık idiyse bile, bu çirkin gözdağından sonra o noktadan fazlasıyla uzaklaştığını düşünebiliriz. Nitekim kendisini, bu tür tehditlere pabuç bırakmayacağını bilecek kadar iyi tanıyoruz.
Önce meselenin aslını ortaya koyalım. “Brunson krizi” patladığından beri “Mesele Papaz değil,” diyen pek çok yorum okuduk, dinledik. Elbette son krizin nedeni, ABD’de ara seçim dönemi yaklaşırken Trump ve de özellikle Pence’in ABD’nin dindar Hıristiyan oy vereninin gözünü boyamak gayeleri nedeniyle Brunson; zira Trump yönetiminin ABD’deki iç kavgasında Senato’daki çoğunluğunu kaybetmemek gibi hayati bir derdi var. Ama tabii ki Papaz krizi bu ABD ile yaşadığımız ilk kriz de değil. En son yaşanan vize krizinden tutun, F-35’lere, S-400’lere, ABD’nin FETÖ ve PKK’ya verdiği desteğe pek çok problem var iki ülke arasında. Lakin bunların hepsi iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasının sebebinden öte, sonuçları, çıktıları. İki NATO müttefikinin arası 2013’te Suriye üzerinden görünür şekilde açılmaya başladı ve bir daha da toparlanmadı.
Siyaset yorumcuları, güvenlik uzmanları mevcut krizi NATO, Suriye, Rusya, İran, FETÖ, PKK vb. açılardan ele alarak, ‘Johnson Mektubu’ndan ‘Çuval hadisesi’ne eski defterleri açarak gündemin yıllardır konuştuğumuz farklı katmanlarına odaklanırken ekonomi uzmanları ise, finansal saldırıya odaklanmakla birlikte Türkiye ekonomisinin kırılganlığını masaya yatırarak alınacak önlemler üzerine değerlendirmede bulunuyor. Siyaset yorumcuları kendi perspektiflerine göre ABD’ye karşı tonu düşürüp alttan almak ya da ipleri tamamen koparmak üzerine çeşitli öneriler getirirken ekonomistlerse, piyasaları sakinleştirmek için harcamaları kısma ve kemer sıkma mecburiyetinden, büyük yatırımların askıya alınmasından, faiz yükseltme gerekliliğinden, riskleri azaltıp dış borçlanmayı azaltma zorunluluğundan bahsediyor. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün öncesine kadar alttan alan müzakere açık bir tavır ortaya koyar ve New York Times’da yayınlanan yazısından da anlaşıldığı gibi Amerika’ya hala “Müttefik nasıl olunur?”u anlatmaya çalışırken tehditlerin ardı arkasına gelmesi sonucu mesajlarını giderek sertleştiriyor. Ve dahası, açıklanan yatırımların kesintisiz devam edeceğini vurguluyor, ekonomiyi hızlandırmak için istihdamı artırmaktan bahsediyor, “dolarmış, kurmuş, dövizmiş, faizmiş, vız gelir,” diyerek riski artırıyor ve Amerika’ya meydan okuyor. Dahası, yaşananları hemen herkesin aksine bir ‘döviz krizi’, ‘bir ekonomik kriz’ olarak tanımlamayarak bu bir ‘ekonomik savaş’tır diyor.
Erdoğan’ın, Trump’ın birkaç ay önce çelik ve alüminyum ürünlerine yönelik gümrük vergilerini müttefik/rakip, dost/düşman demeden, hiç kimseyi hariç tutmadan yükseltmesiyle yapılan ‘ticaret savaşları’ tanımını kullanmaması da önemli. Hatırlanacağı gibi, Trump kendisine “Bu yaptığın ticaret savaşlarını başlatmaktır,” dendiğinde “Ticaret savaşı iyidir,” demişti.
Trump’ın Cuma günü Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın konuşması sırasında, hem de ABD’de güneş daha yeni doğarken, Twitter üzerinden Türkiye’ye ek gümrük vergisi getirdiğini açıklaması, Erdoğan’ın ‘ekonomik savaş’ tanımının ne kadar doğru olduğunu ispatlamış oldu. Bu tanım, kısa süre içerisinde Türk kamuoyunda durumun algılanma biçimini değiştirdi. Ama bununla kalmadı; yeni ve çok ağır yaptırımların hedefinde olan İran dini lideri Ayetullah Hamaney’in dünkü “ekonomik savaşla mücadele çağrısı”ndan da fark edildiği gibi uluslararası arenada da karşılık bulmaya başladı.
Erdoğan’ın bu savaşı kazanmayı, bu söylemi yaygınlaştırıp ABD’nin zorbalıklarına karşı kolektif bir karşılık vermek suretiyle başarmayı planladığını dün kurduğu şu cümlelerden çıkarmak mümkün: “Çin, Rusya, İran ile ticaretimizi milli para ile yürütmeye hazırlanıyoruz. AB ülkeleri de dolar cenderesinden çıkmak istiyorlarsa biz hazırız. Tüm dünyaya ekonomik savaş ilan eden, yaptırım tehditleriyle haraca bağlayan bu düzeni asla kabul etmiyoruz.”
Aslında Cumhurbaşkanı bunu ilk defa söylemiyor, giderek artan sıklıklarla uzun süredir dile getiriyor. Dahası sadece Erdoğan’ın zihninde olan bir konu da değil bu; Çin, İran, Rusya gibi ülkelerin uzun süredir gönlünde yatan, özellikle 2009 küresel krizi sonrası tüm dünyada açıktan ve istekle tartışılan ama ABD’nin son dokuz yılda çıkan bölgesel kaoslar sayesinde unutturmaya çalıştığı bir meseleden bahsediyoruz. Fakat Erdoğan’ın, “AB ülkeleri de dolar cenderesinden çıkmak istiyorlarsa biz hazırız,” cümlesi birden fazla şifre içerdiği için bunun üzerinde özellikle durmak gerekiyor.
Şimdi şu ‘dolar cenderesi’ni bir açalım… Tayyip Erdoğan aslında konuyu yavaş yavaş sadede getiriyor diyebiliriz. Çünkü Trump’ın züccaciye dükkanına girmiş fil gibi her şeyi devire devire yaptığının, selefi Obama’nın ise daha sinsi, daha gizli saklı biçimde yapmaya çalıştığı şeyin, ABD’nin yönettiği küresel sistemin yeniden tahsisini sağlamaya çalışmak olduğunu çok kereler yazdık, söyledik. Malum, yine ABD merkezli sorunlar nedeniyle uluslararası düzen alarm veriyor; ve daha da önemlisi, tek kutuplu dünya düzeni ABD’nin elinden kayıp gidiyor. Zaten Amerikalı politika yapıcılar da bunun farkında olduklarını söylüyor, çok kutuplu dünyanın sözde ‘demokrasi ve liberalizm’ açısından nasıl sorunlar teşkil edeceğini anlatmak için şekilden şekle giriyor, ve bu nedenle yeni dünya düzeninin bir kez daha ABD tarafından kurulması gerektiğini uzun süredir kendileri de uzun analizlerinde kitabına uygun bir dille ifade ediyor.
ABD’nin, dünyayı yöneten güç olma sebebi, doların ‘rezerv para ve küresel ödeme aracı’ olmasına dayanıyor. Malum rezerv para kiminse dünya onun etrafında dönüyor. Bu yüzden canı istiyor, İran’la ticaret yapana devasa yaptırımlar uyguluyor, petrolünü farklı bir para birimi üzerinden satmaya çalışanın üstüne ateşler salıyor, doların senyoraj hakkına meydan okuyup karşısında diz çökmeyene dünyayı dar etmeye çalışıyor.
ABD ile gerilimin geldiği ve gideceği noktanın, getireceği riskleri piyasa gerçekleri içerisinde değerlendirenlerin, tıpkı Gezi Olayları’nın başında olduğu gibi, yine Erdoğan’ın kontrolü kaybettiğini düşünmesine neden olan da bu. Böyle düşünenlerin tedirgin olmalarının temel nedeni, Türkiye’nin 453 milyar dolar dış borcu olması ve doların Türk Lirası karşısında yükselişinin bu borcu ödemeyi, daha da ötesi güven vermeyen bir Türkiye ekonomisinin kredi bulma gibi konularda zorlanacak olması.
Ama bundan sadece Türk yatırımcılar endişe etmiyor. Cuma sabahı Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) yayınladığı raporda “Kurdaki hareketlilikten dolayı Türkiye’den alacaklarınızda sorun yaşayabilirsiniz,” demesi Türkiye’ye yönelik Batı merkezli toplu bir saldırıdan öte, Transatlantik’in Avrupa yakasında, ABD’nin Türkiye’ye saldırmasından kaynaklanan endişeyi ortaya koyuyor.
Gerçek şu ki, Türkiye’nin özel sektör ağırlıklı dış borçlarını ödeyemeyecek durumda sokulmasının faturası sadece Türkiye’yi vurmayacak. Türk bankalarını doğrudan etkileyecek böyle bir saldırı, Avrupa bankaları başta olmak üzere önce uluslararası bankacılık sistemini, ardından sigortacılık dahil tüm küresel finans sistemini vuracak. Burada oluşacak domino etkisinin korkunç bir küresel zincirleme felakete sebebiyet vereceğini en başta Almanya, Fransa gibi ülkelerin karar vericileri biliyor.
Türkiye’nin dışarıya aşırı bağımlı olduğunu söyleyerek bunun bir zayıflık olduğunu ifade edenlerin, sözlerinde haklılık payı olmasına rağmen, ıskaladığı gerçek, Türkiye’nin, herkesin ve her şeyin birbirine göbekten bağlı olduğu küresel sitemin içinde yer alması. Bu da zayıflığın tam aksine, Kuzey Kore gibi, İran gibi, Venezuela gibi kapalı ülkelerden farklı olarak, Türkiye’nin elini güçlendiriyor. Örneğin Türkiye’de pek çok uluslararası şirketin büyük yatırımları var, bunların en başında da bankalar geliyor. Batılıların kendi tabiriyle “too big to fail-batmasına izin verilemeyecek kadar büyük” bir yer Türkiye. En başta batıdaki komşularımız, 1997 yılında Tayland’ın parasının devalüe edilmesiyle başlayan 1998 Asya krizini, 2007 ABD mortgage kriziyle başlayan son küresel finans krizini yaşayıp bildiklerinden, Türkiye ekonomisine yapılan saldırıların sonuç vermesiyle, neyle karşı karşıya kalacaklarını gayet iyi biliyor. Bunu bildiklerini de, Cuma günkü gelişmelerin neticesinde Avrupa ve hatta Amerika’nın ekonomi medyasına yansıyan endişeli yorumlardan görebiliyoruz. Dahası, belki hızla düşen Türk Lirası nedeniyle dikkatlerden kaçıyor olabilir ama Dolar karşısında Avro’nun Cuma günü yaşadığı ciddi değer kaybı, bu ihtimalin Avrupa açısından kaçınılmaz sonuçlarının herkesçe bilindiğini ortaya koyuyor.
Üstelik Avrupa için riskler bununla da kalmıyor. ABD’nin saldırılarının eğer yalnız kalırsa Türkiye’yi biraz daha Rusya’ya doğru itecek olması, Avrupa’nın kendisini daha fazla güvensiz hissetmesine neden olacak onlarca jeopolitik riskten birisi. Ekonomisi tehdit edilen bir ülkede baş gösterecek istikrarsızlığın sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacağı da herkesin malumu. Halihazırda sonu gelmeyen göçmen krizi nedeniyle iç çalkantıları durmak bilmeyen AB’nin, Türkiye’deki bir ekonomik çöküşün kendisine devasa bir “mülteci faturası” çıkaracak olduğunu bilmiyor olması imkansız. “AB çöktü çöküyor” endişesiyle 2016 baharında Türkiye’yle koşa koşa yaptıkları anlaşma sonucu Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçmelerinin önünü kesmiş olan Avrupa, şimdi Afrikalı mülteciler için benzeri bir model uygulamaya çalışırken, Türk ekonomisindeki çökmenin kendilerini nasıl bir mülteci akınına maruz bırakacağının elbette farkında.
Buna bir de Trump yönetiminin İran’a karşı uyguladığı yaptırımlar sonucu oluşacak sosyal çalkantıdan kaçarak Türkiye’yi transit olarak kullanmak suretiyle Avrupa’ya gitmek isteyecek İranlı mülteci potansiyelini ekleyin. Üstüne bir de İdlib’de sıkışmış 3-4 milyon civarındaki sivilin, Esad’ın Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı durumu fırsat bilerek saldırmasıyla buradan geçerek Avrupa’ya gitmeye çalışacağı ihtimalini de ekleyin. En üste de, Türkiye’de olası bir büyük ekonomik kriz durumunda iş bulma umuduyla Avrupa’ya gitmeye niyetlenecek Türkleri koyun. Buyurun size, Avrupa’nın en büyük kabusu olan ‘mülteci seli’…
Halihazırda İngiltere’nin ayrılmasıyla, İtalya, Avusturya gibi ülkelerdeki aşırı sağcı hükümetlerin AB’den kopma tehditleriyle, Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi ülkelerin ekonomisindeki sorunlarla uğraşırken, bir de üstüne enselerinde boza pişiren Trump’ın çıkardığı dertler varken, Türkiye’de bir ekonomik çöküşe başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa Birliği tolerans gösteremez. ABD’nin ticaret savaşlarıyla kendilerini de tehdit ettiği Çin’den tutun Kanada ve Meksika’ya, ve hatta Rusya’ya hiçbir ülke, ABD dünya düzeninde üstünlüğünü bir kez daha tesis edecek diye, Türkiye’nin çökmesine ve dünyanın küresel ekonomik bir girdaba sürüklenmesine izin veremez.
Peki Tayyip Erdoğan Çin’den, Almanya’dan veya Fransa’dan Türkiye ekonomisini kurtarmalarını isteyecek? “Dua edin de bu felaketi de atlatalım” diyen bazı yorumcular gibi bu saldırıyı da savuşturmamızda bize yardımcı olmalarını mı? Hayır, elbette. Erdoğan, “kurtulacağız,” değil, “kazanacağız,” derken azla yetinmiyor, el yükseltiyor.
ABD’nin hükmettiği adaletsiz dünya düzenini hep beraber değiştirmek için, ABD’nin sistemi kendi lehine tekrar tesis etmesine birlikte engel olmak için, Trump’ın herkese yöneltip en son bize çevirdiği bu ekonomik silahı altın bir fırsata çevirmek istiyor.
Düşünün şimdi Cumhurbaşkanı’nın dün de açık açık ifade ettiği gibi, Türkiye’nin Çin’le Yuan-TL, İran’la Riyal-TL ve Rusya ile Ruble-TL üzerinden ticaret yapmaya başladığını… Düşünün Türkiye’nin Almanya’yla, Fransa’yla ticaretini Avro-TL üzerinden yaptığını… Daha da ötesi Çin ve Avrupa’nın Yuan-Avro, Rusya ve Avrupa’nın Ruble-Avro ticaretine başladığını… İşte bu da ABD’nin en büyük kabusu… Dünyanın dolar cenderesinden çıkışı, ABD hegemonyasının bitmesine, daha adil, daha eşit, çok kutuplu bir dünyaya doğru ilk adımların atılması anlamına geliyor. Zaten ABD’nin de her geçen gün biraz daha yaklaştığını bildiği, bu yüzden Obama’nın yaptığı gibi dikkatle, Trump’ın yaptığı gibi delirmişçesine önlem aldığı “Amerika’nın yaklaşmakta olan felaketi” bu…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün New York Times’ta yayınlanan makalesinde vurguladığı “Böyle giderse ABD Türkiye’yi tamamen kaybeder,” mesajında aslında, konuya vakıf olanlara ortaya çıkacak kelebek etkisinin ipuçlarını fazlasıyla veriyordu, ancak dün halka hitap ederken kurduğu cümlelerde bunu daha da açık dile getirmeye başladı.
ABD dolarının hegemonik gücünü merkezine alan sistemin içinden bakanlar için elbette bu bahsettiklerim devasa ve de çok zor bir dönüşümmüş gibi geliyor. Ama, “Çin ya da AB ülkeleri ticaret savaşlarıyla kendilerini tehdit eden ABD’ye nasıl bir misilleme yaparsa sonuç alır?” sorusuna cevap arayanların bekledikleri yanıt tam da burada yatıyor. Zira, bugün Trump yönetiminin, ne kadar ürkütücü bir şekilde davranıyor olduğunu bilseler de, hiçbir ülke şu ana kadar kayda değer bir reaksiyon göstermiyor olduğu için kazandığını düşünüp dolara ve ABD’ye yatırım yapanlar, birer ikişer bu tür başkaldırmaları gördüğünde ibreyi öteki tarafa yatırmaya başlayacak. Doların tüm para birimleri karşısında değer kaybetmeye başlaması ise, belki ABD’yi daha da çıldırtacak, ama tersine bir domino etkisini güçlendirecek.
Bugün bazıları “ABD seçimlerinde ‘Trump gelsin,’ dediniz, iyi mi oldu?” diyerek mevcut gündemi farklı iç tartışmalara kurban ediyor ama Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinin, Obama’nın yanlışlarının bir sonucu olduğunu unutuyor. Trump’ı ‘Reyiz’ diyerek bağrına basanlar için bir şey diyemem ama ben tam da bugünler için Hillary Clinton’ın yerine onu tercih ettiğimi, Clinton’ın Batı ittifakını dağıtmadan üstü kapalı yapacaklarını Trump’ın bugün olduğu gibi açıktan yapacağını, bu yüzden ABD içinde ve Batı surlarında çatlaklar oluşturacağını düşünerek, ve kendisinin küresel sistemi yeniden tahsis etmek yerine Truva atı gibi içeriden çökertebileceği ihtimalini azımsamayarak dile getirdim.
Göreve geldiği gibi Paris İklim Anlaşması gibi Transatlantik ittifaklarından çıkan, UNESCO gibi uluslararası kuruluşlardan çıkıp İsrail’i de peşinden sürükleyen, en son olarak BM Genel Kurulu’nda ABD’nin Kudüs’le ilgili skandal kararına karşı çıkan tasarıya bozulup BM İnsan Hakları Konseyi’nden dahi çekilen, NATO gibi kritik bir ittifakı dahi kendi tehditleriyle topun ağzına getiren Trump’ın, ABD liderliğinde kurulan küresel sistemi yeniden boyunduruğu altına almak için bu kadar bastırıyor olması, bana kalırsa birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’yi küresel sisteme tehdit olarak gören ortak ve bütünleşik bir Batı cephesinden çok daha iyi.
“Demokrasi, insan hakları” ve benzeri kılıflara bürünmemiş, çıplak haldeki acımasız Amerikan politikalarının gizlendiği perde arkasından sahne önüne çıkmasını da şimdi “Ha şöyle, gerçek yüzünüzü görelim,” diyerek seyretmekteyim. Savaşlar başlarken önce gerçeklerin öldüğünü zaten biliyoruz; gerçekler ortaya çıkmaya başlarsa savaşların bir süre şiddetlense bile sonunda biteceğini de lütfen öngörelim ve biraz sabredelim.
Çünkü sonunda üzerine “Tanrı'ya güveniyoruz,” yazılı dolarları olanlar değil, “Onların dolarları varsa bizim de Allahımız var,” diyenler kazanacak. Buna eminim.
Kaynak: http://mervesebnem.com
HABERE YORUM KAT