Dostoyevski’de Batı eleştirisi
Dostoyevski'nin Batı modernleşmesi karşısındaki konumlanışına dair yazı dizisinin ikinci bölümünde Rusya'da modernleşme ve edebiyat bahsi inceleniyor.
Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER
Dostoyevski’de Batı eleştirisi
Dostoyevski’nin Batı karşısındaki konumlanışına bir önceki yazıda genel hatlarıyla değinmiştik. Aslında mesele Dostoyevski ile sınırlandırılamayacak kadar kapsamlıdır. Pekâlâ, Dostoyevski’den yola çıkarak bu tartışma Müslüman toplumlara da genişletilebilir.
Modern dünyanın modern münzevisi: Dostoyevski
Türkiye’nin yaşadığı modernleşme süreci de birbirini takip eden sancılı, siyasal, ekonomik, sosyal birçok olayı içerisine alarak günümüze kadar geliyor. Modernleşme bir düşünme biçimi olarak kendisini merkeze koyduğundan beri hegemonyasını kendisinin dışındaki dünyaya dayattı. Bu durum başta Hristiyanlık olmak üzere doğu dinlerini ve inanış-yaşayış biçimlerini çok temelden etkiledi. Tabi ki İslam dünyası da bu yaşananlardan etkilendi, etkilenmeye devam ediyor. Modernizmin düşünme melekemiz üzerinde kurduğu tahakküm o kadar etkili oldu ki İslam dünyasında, İslam’ın buna cevap veremeyeceğini düşünerek modernleşmeyi esas alan toplumsal bir grup var oldu. Bu kırılma çok esaslı bir problem olarak hala önümüzde durmaya devam ediyor. Müslümanların düşünce sorunlarını çözmek yolunda atacakları her adım aslında biraz evvel zikredilen sürecin daha iyi anlaşılması ile mümkün gözüküyor. Eleştirel bir bakış açısına sahip olmamız gerektiği tartışma götürmez. Modernizmin belirleyiciliğinden kurtulmak ve onunla hesaplaşmak için önce kendi halimizin farkında olmamız ve buradan hareketle ölçülü, adil bir cevap vermemiz gerekiyor.
Müslümanların yaşadıklarına benzer bir durum Rusya’da da yaşanmaktadır. İki ekol etrafında örgütlenen Rusya’daki entelijansiya Slavcılar/milliyetçiler ve Batıcı-liberaller olarak ikiye bölünmüştü bile. Bu noktada Dostoyevski’nin kendisini konumlandırdığı yer ise çok net bir şekilde belirlenmiştir. Milli bilincin dini bir hassasiyetle örüldüğü ve Batının fiili, felsefi kuşatmasına buradan hareketle çözüm geliştirilmesi gerektiğine düşünmektedir. Bu sebeple Hıristiyanlık vurgularının ötesinde Ortodoksluk teması çok belirleyicidir. Ortodoks bir yönüyle Rus’un milli dinidir. Tabi burada ırkçı-faşizan bir yönelimden bahsetmek doğru olmaz ancak milli-dindar çizgiyi Rusya’nın Batı karşısındaki tek dayanağı olarak görmektedir.
Laissez faire (bırakınız yapsınlar) düşüncesinin en hâkim olduğu yıllarda Dostoyevski, buradan hareketle esaslı bir çıkarımda bulunarak ‘bireyselleşmeyi’ hedef aldı. Batı (veya Avrupa) insanı hazcı kültüre hapseden bir ‘ben’lik idealine savunuyordu buna karşı birlikçi düşünce çözüm olabilirdi. Rus uygarlığı ise benlik düşüncesinden bihaberdi. Coğrafyası dahi tek başına yaşamayı mümkün kılmayan bir Ana Vatan’ın evlatları nasıl olurda ben’liklerine sığınarak sadece eğlence/zevk için yaşayabilirlerdi. Ömrünün son on yılında bu yüzden Batı ile ilişkili her şeye menfi anlam yükledi. Dostoyevski’nin ahlaki-dini-milli inancının son çözümlemedeki formülü şudur: Bir yanda bencillik=Katoliklik=İsa düşmanlığı=Avrupa; diğer yanda kardeşlik=Ortodoksluk=İsa=Rusya.1
Her milliyetçi gibi Dostoyevski de tutarsızlıklarla dolu düşüncelere sahipti. Rus insanı olarak idealize edilen tipolojinin bireysellikten uzak olması yalnızca tam anlamıyla Batılılaşmış olmamasıyla izah edilebilecek bir durumken farkındalık hali ile oluşmuş bir konumlanış değildi. Aynı zamanda Dostoyevski buradan kalkışla, Rus insanı tipolojisini “Batı’nın öğretmeni hatta kurtarıcısı” olarak lanse etmektedir. Dostoyevski’nin fazlasıyla etkilendiği Slavist ekolden Danilevski isimli yazar bu bağlamda Rus’u “bütün-insan” olarak kavramsallaştırmaktadırlar. Ancak bu noktada Slavistler Rusya’nın ‘emperyalist’ bir devlet olduğu fikrini ise sadece reddetmekle yetiniyorlar. Rusların Batılıları ne ölçüde etkilediği bahsi bizim yeterliliğimizi aşmakla birlikte oldukça da tanıdık gelen bir fikir olma özelliğine sahip. Savunmacı refleksler oluşturulan fikirler en temelde ‘Batı bu işleri bizden öğrendi’ söylemi üzerinde şekillenmektedir. Benzer tavır alışlar Müslüman toplumlarda da alışık olduğumuz bir söyleme denk geliyor ne yazık ki. E. Hallet Car bu düşünceler için ‘oldukça soyut’ ifadesini kullanmaktadır.
Bu tatsız kısımları geçersek Dostoyevski’nin Batıya yönelttiği değerli eleştirilerin şekillendiği metin, Slavistler için -aslında bir bakıma bütün Rusça yazan isimler için- ‘büyük ağabey’ olan Puşkin'in anıtının açılışı için yapılan söylevdir.
“Rus ruhunun fevkalede, eşsiz tezahürü” olarak Puşkin
En temelde mesele Puşkin ile ilişkili görülse de aslında Batıcı-Slavist kavgasının bir devamı olarak değerlendirilebilir. Taraflar en ağır toplarını sahneye sürer. Bir yanda Dostoyevski diğer tarafta ise Turgenyev vardır. Kalabalık ve Puşkin’in önemi düşünüldüğünde politik bilinç ile hareket eden Dostoyevski’nin konuşmasında doğrudan Batıcıları değil Batı’yı hedef alması akıllıcadır. Zira salonda azımsanamayacak derecede Turgenyev yanlısı da vardır. Zaten kalabalığı buraya çeken temel faktör de ikisi arasındaki gizlenmesi mümkün olmayan rekabettir.
Herkes Puşkin’i kendi zaviyesinde anlatır. Turgenyev, Puşkin’i Avrupa edebiyatı bağlamında incelemiştir. Rusça edebiyatın da pekâlâ ‘Avrupalı’ olduğunu kanıtlamak için Puşkin’i bir “uzlaşı sembolü” haline getirmeye çalışmıştır. Dostoyevski ise Puşkin dehasının Avrupa’daki yaratıcılığa eşit olmaktan çok öte, üstün olduğunu ileri sürerek gardını epey yukardan almış ve kurduğu karşıtlık üzerinden kitleyi derinden etkilemiştir. Netice olarak tarihe geçecek olan bu tarihi konuşma Dostoyevski’nin ve dolaylı yoldan Slavist ekibin kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. Ancak Dostoyevski bir incelik yaparak konuşmasında Turgenyev’den de kısa da olsa övgüyle söz ederek kendi konumunu daha güçlü bir yere yerleştirmiştir.
İşin özünde Puşkini Dostoyevski için de bir semboldür. Benlik bilinci ve bireyselleşmeden uzak, bütün-insan olan Rus’un vücut bulmuş hali ve rol modeli olarak Puşkin gösterilmektedir. Bütün-insan olarak Rus, Puşkin’den kendi kimliğine sahip çıkmayı, başkalarına öykünmemeyi ve bağımsız bir gelecek edinme misyonunu öğrenmelidir.
Dostoyevski, Puşkin’i kendi Rus mesih inancının ve o anda dinleyicilerin büyük çoğunluğunun hissiyatıyla da mükemmel şekilde bağdaşan, kendi yüceltilmiş “halk” anlayışının bir simgesi haline getirmiştir.2 Bu halk bütün insanlığın ortak kurtuluş ülküsüne hizmet etmelidir. Bu husus Dostoyevski’yi basit bir Rus milliyetçisinden öteye taşıyan ve bütün dünyada bir karşılık bulmasını sağlayan noktadır. “Biz diyoruz ki bugünkü ekonomik yoksulluğumuz içinde, hatta bundan da feci yoksulluklar pençesinde bile, sevgi temeline dayanan evrensel bir kardeşlik kavramını benimsemek, el üstünde tutmak mümkündür. Tatar istilasından sonraki ya da Rusya’yı tek başına milli birlik bilincinin kurtardığı Güçlükler Çağı’ndan sonraki devirleri hatırlayın. Öylesine yoksulluklar içinde bile bu gücü korumak el üstünde tutmak mümkündür. Sonra da şu var; bütün insanları sevmek, insanlık birliği ülküsünü içimizde canlı tutmak mı istiyoruz; bize benzemiyorlar diye yabancı milletlerden nefret etmeme gücünü yitirmemek mi istiyoruz; illa her şey bizim olsun deyip öbür milletleri soyup soğana çevirecek kadar (Avrupa’da böyle düşünen, böyle yaşayan milletler yok değildir, bilesiniz) bencillik duygularımızın ölçüsünü elden kaçırır bir hale gelmemek mi istiyoruz; bütün bunlar için zengin bir millet olmamız, Avrupa’nın toplum düzenini benimsememiz gerekiyorsa, yarın yerle bir olabilecek bu Avrupa düzenine maymunlar gibi öykünmeye ne zorumuz var?” Putin bunları okusa fena olmazdı değil mi?!
Evet, Avrupa yayılmacılığının had safhaya çıktığı bir dönemde Dostoyevski’nin, Batının sonunun geldiğine yönelik sarsılmaz bir inancı vardı. Avrupa gezileri esnasında farkına vardığı bu durum Katolikliğin bencilliği ile birleşen modernleşmenin ahlaksızlığı ile özetlenir. Çok sert ifadelerle Avrupa’nın idealleştirilmesine karşı çıkar. Avrupa’nın toplayıp kilerine yığdığı bütün zenginlikler bir araya gelse Avrupa’yı çöküntüden kurtaramayacak, çünkü göz açıp kapayana kadar bütün zenginlikler de yerle bir olacak. İşte bu irin tutmuş, kokuşmuş toplum düzeni, her ne pahasına olursa olsun ulaşılması gereken bir hedef olarak sunuluyor halka!
Batılılaşmanın bir sonucu olarak yaşanan kimlik krizi de edebiyatın temel meselelerindendir. Bizde de Tanzimat romanı olarak adlandırılan eserler hep bu hususu işlemiştir. Bu konuyla irtibatlı bir diğer mesele ise aydın sorunudur. Aslında Puşkin Konuşması ile Dostoyevski, Batıcı Rus aydın tipini incelikle ele almış yer yer çok sert ifadelerle ve kendine has tarzıyla topa tutmuştur. Yurdunu seven ama ona güvenmeyip onu aşağılayan ve ondan ümidini tamamen kesmiş olan aydın kesim belki de kurtuluş yolunda en büyük engeli oluşturmaktadır.
Kimlik krizi ve aydın eleştiri hususu -bizce Dostoyevski’nin biraz haksızlık yapılan müthiş romanı- Budala’nın Prens Mişkin’inde de incelenir. Aynı şekilde kimlik krizinin daha üst evreye çıkıp bir akıl hastalığına dönüştüğüne şahit olduğumuz Öteki romanı da bu bağlamda ele alınabilir. Bir başka yazıda daha etraflıca incelemeden evvel Budala romanından ufak bir alıntıyla bitirelim: Avrupa hayranlığını bırakalım artık, aklımızı başımıza toplayalım. Burada her şey, bütün bu yurt dışınız… bütün bu Avrupa’nız… hepsi hayal bunların, yurtdışındaki biz Ruslar da hayalden başka bir şey değiliz… unutmayın bu dediğimi ileride görüp anlayacaksınız!
HABERE YORUM KAT