“Dosdoğru Olmak” Kimlere Emredilmişti?
Bırakın siyaseti, bürokrasiyi, ticareti neredeyse akrabalık, komşuluk hatta evlilik ilişkilerinde dahi toplumun kahir ekseriyeti doğruluğa, dürüstlüğe, samimiyete susamış durumda. Aldatılmışlık duygusu, istismar edilme şüphesi, cemiyet ilişkilerinde değersizlik hissi salgın hastalık misali toplumun en münzevi kesimlerine değin bulaşmış durumda. Çünkü zenginlik ve konforun artması, iletişim ve teknolojik imkânların ilerlemesi imaj açısından alabildiğine mütebessim ve iyiliksever fakat gerçekte olabildiğince somurtkan ve ümitsiz fert ve toplum modeli inşa etti maalesef.
Ümit ve güven duyguları aşağıdan yukarıya olduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru da önemli bir takım etkiler oluşturur. Bir yönüyle layık olduğumuz gibi yönetiliriz diğer yönüyle yöneticilerimizin karakterine uygun bir hayat modelini içselleştiririz. Her iki durum da ortalama insan ve toplum karakterine uygundur. Ancak tecrübelerin teyid ettiği üzere karakter bakımından güçlü olan, fikri bakımdan tutarlılık arz eden ve ahlaki bakımdan üstün olan taraf her zaman belirleyici olur. Bu itibarla makul ve adil bir siyaset öncelikle birey ve toplumun karakterini güçlendirmeye, fikri tutarlılığını beslemeye ve ahlaki vasıflarını temiz tutmaya yatırım yapar. Bu yatırım güvenliğe, teknolojiye, sanayi ve tarıma yapılan yatırımlardan daha önemli ve belirleyicidir çünkü.
Adalet ve Doğruluktan Zarar Gelir mi?
Hud Suresi 112. ayeti kerimede Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’a ve beraberindekilere hitaben “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealinde hitap edilmiştir. Aynı ayeti kerimede tevbe etmeye ve aşırılıktan sakınmaya yönelik açık ve net emirler vardır. Yine her hafta Cuma Hutbesi’nin sonunda imam Nahl Suresi 90. ayeti kerimeyi okur ve şu meali paylaşır cemaatle:
“Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşa(edepsizlikten)dan, münker(fenalık)den ve bağy(azgınlık)den meneder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.” Açıkça görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ ihsan ve ikramdan önce bütün mü’minlere adaleti emretmektedir.
Adalet bahsinde benzer vurguları daha güçlü olarak Nisa Suresi 135.ayeti kerimede şu şekilde görmekteyiz: “Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahidlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahidlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahidlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” Adalet ve adil şahitlik emredilirken ne akrabalık ilişkisi ne de sınıf bilinci gibi ayrımcı yaklaşımlara itibar edilir. Allah-u Teâlâ bütün kullarına yakın olduğu için bize düşen kayırmak değil eğip bükmeksizin, doğruluktan sapmaksızın şahitlik etmek olarak belirlenir.
Bu ayeti kerimeleri ve daha fazlasını, Hz. Muhammed (a.s.)’ın siyer ve sünnetinde adalet, doğruluk ve merhamet karakterinin nasıl güzel bir örnekliğe kavuştuğunu az çok hepimiz biliyoruz. Fırsat buldukça bu ayetlere atıflar yapıyor, Hz. Muhammed (a.s.)’ın örnekliğine imrenerek hayatımızı şekillendirmeye çalışıyoruz. Fakat son dönemde Müslüman toplum siyasete, iktidar ilişkilerine ve konforlu hayat hesaplarına angaje olduğu oranda düşünce ve davranış biçimleri bulanıklaşmaya, çarpıklaşmaya hatta düpedüz aykırı modeller üretmeye başladı. Mahrumken, yasaklıyken, iktidar sınıflarının tasallutuna maruz kalırken Müslümanları motive eden temel ilkeler epeydir kenara çekildi. Üstüne bir de karşı çıkılan, lanetlenen ne kadar davranış modeli, örgütlenme ve idare biçimi varsa “zaruret icabı ve geçici olmak kaydıyla” meşru hale sokuldu.
Fasıklardan Yol Arkadaşı Olur mu?
Rüşvetle, hırsızlıkla, yolsuzlukla, iltimasla, usulsüzlükle, kamu malını israfla mücadele seçim zamanları üzerine birkaç süslü kelam edilen, seçmenlerin gönlünü alma kabilinden konulara döndürüldü. Oysa rüşvet ve yolsuzlukla, iltimas ve israfla mücadeleyi Fethullahçı veya Kemalist cunta faaliyetlerinden ayrıştıran siyaset çürümeye de çözülmeye de mahkûmdur. Rüşvetin, iltimasın, kamu malını israfın, komisyonculuğun dipçiği tankı yok amma ve lakin meşru siyaset ve toplum açısından en az dipçik kadar, tank kadar yıkıcıdır.
Ancak şimdilerde tuhaf ve tutarsız bir tez, yolunu şaşıranların imdadına yetişti ve neredeyse can simidine dönüşen bir fetva halini aldı. Hayrettin Karaman hocamızın “Doğrucu Davut olmak düşmanın elini kuvvetlendirir” şeklinde formüle ettiği bu yaklaşıma göre bazı uyarı ve tenkitler bindiğimiz dalı kesmek kabilinden sayılır ve şu zamanda meşru değildir. Üstelik kamu gücünü elinde bulunduran siyasilerin etrafında ahlakı düşük, şahsi menfaatini önde tutan, rüzgârın yönüne göre yön değiştiren, dalkavuk, eyyamcı, yağcı vasıflarıyla meşhur olmuş fasıklardan müteşekkil bir çevreye işaret ettikten sonra fakih kimliğiyle maruf bir hocamızın, uyarı ve tenkitlerimizin kötü niyetli kişilerin işine yarayabileceği kaygısıyla men etmesi hakikaten çok manidardır.
Sözümüz elbette hikmetle söylenmeli, feraset ve basiretle öncelik sıralaması da yapmalıyız. İyi ama sürekli olarak “düşmanın eline koz vermeyelim” kaygısıyla hareket ederek ne zaman, hangi şartlarda ve hangi zeminde “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” ibadetini yerine getirebileceğiz? Yalanı meslek edinmiş, mücrim karakteriyle meşhur olmuş, fasık ve münafık kimliğiyle bulunduğu her çevreyi bozguna uğratmış, kibir ve israf tutkunu hastalıklı tiplerin yol açtığı zararlarla mücadele ne zamana kadar ertelenebilir acaba? Ya da ertelenebilir mi?
Türkiye’nin İslamlaşma sürecinde değerli katkılarıyla biline muhterem Hayrettin Karaman hocamız son yazılarında açıkça ahlak, liyakat, adalet, hakkaniyet gibi en kritik alanlarda arızalar yaşandığını, eksikler olduğunu hatta bu sebeple çürümeler yaşandığını da teslim ediyor. Ne var ki; Kur’an-ı Kerim’de son derece önemli bir yer tutan “ıslah ve hikmet”e uygun uyarı ve tenkitlerin nasıl dile getirileceği ve pratiğe döküleceğine dair somut örnekler vermekten imtina ediyor. Oysa Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere bütün Resul ve Nebilerin, hayırda yarışan ümmetlerin ortak vasfı olan ıslah ertelenebilir, gündemden çıkarılabilir bir ibadet değildir.
Islah etmekten geri duranların ister istemez ifsadın bir parçası olduklarına dair kıssalar bu sebeple tekrar tekrar anlatılır. Basitçe formüle edersek Kur’an-ı Kerim’de çerçevesi çizildiği üzere ıslah ve ifsad arasında “negatif korelasyon” vardır; biri artarken diğeri azalır ve biri azaldıkça diğeri de artar.
Aksine ıslah takva sahibi olmak isteyenler için namaz, oruç, infak, anne babaya iyilik gibi hayatın sonuna değin sürecek bir ibadettir. Islah ederken ıslah oluruz, ıslah olurken de ıslah ederiz çünkü. Ancak “düşmanla savaş halindeyiz şimdi yakınlarımızı ıslah zamanı değil” gibi bir konseptin Kur’an ve Sünnet’te yerini bulmak hiç de kolay olmayacak. Islah olmaktan ve ıslah etmekten vazgeçmiş bir toplum olursak düşmanla mücadele etmeyi değil ne kadar çok benzeştiğimizi veya ne kadar az ayrıştığımızı tartışmaktan başkaca gündemimiz kalmayabilir.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT