Dört Terim
DİN (İnanç/Hayat/Siyaset’in Bölünmezliği)
SİYASET (Hayat’a Dair Fıkhetme Ameliyesi)
İBADET (Hayatın Her Alanına Yayılmış Salih Amel Üzere Mücadele),
HİKMET (Vahye, İstişareye/Ortak Akla ve Emeğe Dayalı Tecrübi Birikim)
Din-Siyaset-Hayat Bölünmüşlüğü
“Rasyonalite dini”nin tanımları maalesef günümüz insanının zihnini kuşatmış durumda. Hayat hiç de parçalı olmadığı halde, hayatı ekonomik, siyasi, kültürel diye parçalara bölmek insanın işini kolaylaştırdığı zannedilen ama aslında insanları bütünden koparan bir işlev görmekte. Aslında çağdaş anlamda “şirk” diye nitelendirebileceğimiz unsurlar bizatihi hem bu parçalı halin tasvirini, hem parçalara yüklenen değerleri, hem de parçaların kendi içerisindeki bölünmüşlüğünü oluşturmakta. Parçaların yetmediği yerde de onları birleştirip ‘ekonomi-politik’ten, ‘sosyo-politik’likten bahsetmekteler. Oysa bütün bu alanlar insanın belli bir zihinsel bütünlükten yola çıkarak oluşan ‘yapıp etmeler’ine tekabül etmekte. Hatta ‘yapmayıp etmedikleri’ne!
Günümüzde insanlığın genel tutumu Batılı anlamdaki aydınlanmadan mülhem saiklerle siyaset etme üzerine kurulu. Siyasi Alan-Siyasi Olmayan (dini, kültürel, bireysel vb.) Alan; Kamusal Alan-Özel Alan gibi terkiplerle düşündürtülüp itikadi sorumluluklarımızı da bu bölünmüşlüğe kurban etmekteyiz çoğu zaman.
Siyaset daha önce kralın/halifenin, aristokratın/mele-mütref sınıfının, kilisenin/ulemanın işiyken, bugün aslında herkesin bu mekanizmada hakkı olduğuna ilişkin bir çerçeve çizilmekte. Öte yandan bu algı biçimi siyasete belli bir alan belirlemekte. Yani siyasetin kendisine özgü alanları olduğundan bahsedilmekte. Bu alanı da en güçlü pozisyonuyla ‘devlet’ oluşturmakta. Günümüzde de geçerliliğini koruyan, hatta son iki yüzyılın tartışmalarını fazlasıyla işgal etmiş olan ‘Birey-Toplum-Devlet’ üçgeninde yer alan tartışmalar da, Batı’daki bu bölünmüşlüğün zihinsel formülasyonlarını bize sunmakta. İnsan tekinin ya da toplumun dünyevi anlamda maksimum tarzda mutluluğu, bütün siyasi formülasyonların yegâne amacı. Kimisi bunun liberallerde olduğu gibi mutlak anlamda ‘birey’den yana tavır koyarak, kimisi komüniteryen (toplumcu) görüşlerde olduğu gibi‘toplum’, kimisi de ‘devlet’i merkeze koyarak gerçekleşeceğini umuyor. Ve bu tartışmaların serencamı, bu bitmek tükenmek bilmez sarmalın içerisinde bir o yana bir bu yana seyrüsefer ediyor. Ama vakıa o ki her üçünde de devlet önemli bir yer tutuyor ve elbette devlete hâkim olmak da! Demek ki siyaset dediğimizde, aydınlanmadan mülhem rasyonalitenin buyurduğu ve tanımladığı alanda, bugün itibariyle ulus-devlet konteksi içerisinde güçlünün borusunun öttüğü, güç ilişkilerinin kontrolü, çıkar çatışmalarının pragmatistçe yönetimini anlamak zorunda kalıyoruz. Bu konuda sadece modern dönemi günah keçisi ilan etmek doğru olmaz, kadimde de formel farklılıklarıyla birlikte bu böyleydi. Siyaset, yönetim sanatıydı. Bunu herkes beceremezdi. Herkes bu işe soyunduğunda fitnenin çıkması kaçınılmazdı. Bu arada en önemlisi de hayata dair itikadımız ayrı konuydu, siyasaya/politikaya ilişkin sorumluluklarımız (daha doğrusu sorumsuzluklarımız) ayrı. Oysa bu tanımlamanın ve bölümlemenin/parçalamanın tam da kendisiydi siyasi olan. Yani belli bir zihnin amaçladığı şekilde hayata bakmak, sorumluluklarımızı bizim dışımızda geliştirilen parametrelere göre kuşanmak (ya da kuşanamamak). İşte tevhid mesajının insanlığa kazandırdığı en büyük nimet, bu bölünmüşlüğe hem zihinsel, hem de pratik anlamda itiraz ve bu bölünmüşlüğün kaderini inkılabi bir tarzda dönüştürmekti. Aslında siyasetin ne olduğunun ve nasıl anlaşılması gerektiğinin en veciz ve kuşatıcı yönü tevhide nasıl baktığımız ve onu nasıl yorumladığımızla yakından ilgili. Ve elbette günümüze nasıl tercüme ettiğimizle de. Bu babta, ‘siyaset’in hayat, ‘ed-din’in ahiret bilinciyle siyaseti de kuşatan bir bütünlük olduğunun altını çizmek gerekiyor.
'Din-Devlet', 'Din-Siyaset', 'Kültür-Siyaset' Kadar 'Tevhid-Siyaset' Ayrımlaştırmasının da Zaaflı Olduğunun Farkına Varmalıyız
“Laiklik” bahsinde bunu sarih olarak gözlemleyebiliriz. Rasyonalite dininin materyalist ruhbanlarının bize söyledikleri şey; Batı’da din ve devletin birbirinden ayrıldığıdır. Bizde bu, Kemalizm sayesinde ‘din-siyaset’ ayrımına dönüştürülmüştür. Oysa Batı’da da ‘din-siyaset’ ayrımı diye bir şey yoktur. Batı’da Hıristiyanlık kızağa çekilmiş, yerine 'rasyonalizm dini' konmuştur. Devlet/Egemenler, kendi çıkarlarına uygun daha güçlü bir dine kavuşmuşlardır. Bu dinin en güçlü mezhebi de liberalizm olmuştur. Üretilegelmiş bu din-devlet birlikteliğini görmeden, bize hala rasyonel zihnin sorularına cevaplar buldurulmaya çalışılıp, “Fransız laisizmi mi, Anglo-sakson laiklik mi? Kırk satır mı, kırk katır mı?” problemleri çözdürülmeye çalışılmaktadır. Oysa din ve siyaseti iki ayrı kelime olarak kullanmak da, dini bu siyasetin dışına itip tanımlamak da aynı zihnin ürünü.
Dolayısıyla ‘Din-Devlet’ ayrımı, ‘Din-Siyaset’ ayrımı gibi terkipleştirmelerin hepimizi kuşatan bir irade/rasyonalite dini'nden kaynaklandığını farketmek ve bundan kurtulmak gerektiğine ilişkin farkındalığımız kadar; bu zaaflı nitelendirmelerin farkındalığına varıp 'Tevhid-Hayat', 'Tevhid-Siyaset' ayrımlaştırmalarının ayırdında olamamak da benzer zaaflı bir muhafazakarlaşmayı ve tersinden sekülerleşmeyi üretebilir. Kelami/kitabi bir tarzda doğru nitelemelere sahip bir tevhid tanımı, aynı doğrulukla hayatın/siyasetin/anın doğru fıkhedilmesini de beraberinde getirebilmelidir. Tevhid, "bulaşmamanın"(!) değil; dosdoğru ve adilane bir tarzda müdahil olmanın, ictihad etmenin, tahlil etmenin, çözüm üretmenin anahtarı, reçetesidir. Dolayısıyla tevhidi, hayattan, siyasetten, aktüel gündemlerden, tedricten, pratik şahitliğin zaruretini içeren ortamlardan koparıp tanımlayamayız. Tanımlamalarımız bu önkabuller üzerine inşa edilmek zorundadır. (Bunu mefhumu muhalifinden de kavrayabiliriz. Bütün şirkle malul dinler hayatı tanımlama, geçmiş ve gelecek kurgularıyla birlikte sürekli anın vacibine göre moral değerler üretip hayata müdahil olma momentlerini gerçekleştirmektedirler. An be an; saniye saniye. Her daim şikayet ettiğimiz kültürel, siyasi, askeri, ekonomik, psikolojik kuşatmaların insan teki ve toplumlar üzerindeki “başarısı” da, şirk unsurlarını yeniden, gün be gün üretmeye devam ederek hayatı dönüştürme çaba ve ameliyesinden kaynaklanmakta.)
Özellikle Türkiye’deki muhafazakâr kesimlerin ‘siyaset-kültür’ ayrımı da bu anlayıştan beslenmekte. Dolayısıyla devlet, hayatın her alanında siyaset etme (aslında itikat ve amel belirleme) özelliklerini bünyesinde barındırmakta ve insanlara da buna itaat etmekten başka bir seçenek bırakılmamakta. Bu durumu kabullenmeyen seküler yapılar, aynı ulus-devlet refleksleriyle siyaset etmekteyken, muhafazakâr kesimler ise, ya bu siyasetin parçası olma, ya da tamamen dışında kalma seçeneğiyle başbaşa bırakılmakta. Vahiy merkezli siyaset etmenin bütünlüğünü göremediğinden de kaderine, rasyonel siyasetin bir parçası, bir nesnesi olmayı kabullenmek düşmekte. Din ise bir kültür unsuru, bireysel ritüeller sayesinde bireysel huzura ermenin bir vechesi olarak görülmekte. Tevhidi çevreler ise, aynı bölünmüşlüğü “tağuti olandan kendilerini reel anlamda beri kılma” siyaseti sayesinde aşageldiklerini düşünmekteler. Oysa rasyonel siyasetin tağuti yapısı, hayatın bütününe ilişkin serdettiği ifsad edici özellikleriyle, ondan kaçmayı değil, bilakis üzerine gitmeyi gerektirmekte. Tağuti olanı dönüştürmek çabası, ıslah edici/inkılabî bir siyasetin olmazsa olmazıdır. Bu sadece devlet mekanizmasıyla ilintili bir husus değildir. Konu, güç olmakla alakalı değil, zihnin, fikrin, inancın, amelin/adil duruşun, şahitliğin gücünü göstermekle alakalıdır. Bu anlamda “dini alan”, “dini özgürlükler” kavramsallaştırmaları da zaaflıdır. Hayatın bütünü dinin alanıdır. Çünkü din hayatın bütününe ilişkin söz söyler. Böyle olmasaydı onun Rabbaniliğinden söz edilemezdi. O halde Başörtüsü sorunu da, Kemalizm’in buyurganlıkları ve günahları da, Kürt sorunu da, yoksulluk meselesi de, işkenceler, etnik-ırkçı politikalar da dinî meselelerdir.
Hayatın içinde ‘din dışı’ alan nasıl yok ise, hayatın bir parçası olan ‘dini alan’ diye bir şey de söz konusu değildir. O halde hayatımızı kuşatan bütün konular, sorunlar, çözümler dinin alanın içerisindedir. Hac mevsimini, Ramazan orucunu dört gözle bekleyen, onun getireceği ibadi hazlardan umut bekleyen Müslümanlar, aynı ibadi bilinçle, kitlelerin umudu olabilmek için onu kuşatan tüm sorunlara müdahil olmakla yükümlüdürler; siyaseten ve ibadeten.
Sünnetullah 'Değer Merkezli Yasalar'ı İçerir. Ve Hayata İlişkin Hikmetli/Hikmetsiz Tutumlarımıza Göre Bu Yasalar Bizimle Birlikte Harekete Geçer.
İslam’ın temel hedefini, "sünnetullaha uygun bir tarzda kitlelerin ıslahıdır", diye kısaca tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Sünnetullahın ise, (pozitif yasalar olabileceği zannından kurtulalı çok oldu ama) toplumsal değişim yasaları olup olmadığını da artık tartışmamız gerekiyor. Bir sünnetullah tartışmasını bu sınırlı alanda yapmak zor ama şu kadarını ifade etmekle yetineyim ki, sünnetullahın toplumsal değişimden ziyade, ‘değer merkezli yasalar’ olduğunu düşünmekteyim. (Hz. Yunus’un gittiği beldede yüz bin kişi de iman ederken, aynı değerleri götüren Hz. İbrahim’in toplumunda pek az kişi iman ediyorsa, bu değerlerin toplumsal dönüşüm yasalarını içerdiğini söylemek, sosyal bilimlerin zihinlerimize kazıdığı "rasyonel ve ölçülebilir yasalar" tespitinin etkisinin hala üzerimizde etkili olduğunu düşündürtmekte.) Ve zaten vahiy de bize bu değer merkezliliğin bizlere neleri kazandırıp, -uzak kalındığında da- neleri kaybettireceğinden bahsetmekte. Yani vahyi akıl, bizleri rasyonel düşünün dehlizlerinde siyaset etmekten kurtarıp, tamamen değer merkezli alana çekmekte. Bu anlamda siyasetin her ne pahasına olursa olsun bir “kazan-kazan” meselesi değil; itikadi tercihlerimizin belirginleştiği ve akidelerimizin billurlaştığı inanç ve ameller bütünü olduğunu öğretmekte. Bizi ‘meselelerimiz’in ‘güç’ olduğumuzda çözüleceği zannından kurtarıp, bizatihi hakiki ‘meselemiz’in her hal ve şartta değerlerin şahitliğini yapmak olduğunu göstermekte. Bunun en veciz örneklerinden birini A’raf suresinde görmekteyiz. Geniş bir topluluk verili zulüm mekanizmalarının farkında olmakla birlikte, onlara karşı herhangi bir girişimin fayda getirmeyeceği noktasında bir ortak zanda birleşmekteydiler. Anlatıdan bunların statüko yanlıları değil, önemli bir kesiminin muhafazakar yapıya sahip olduklarını da öğreniyoruz. Egemen zümreyi uyarmaya gidenler ise şunu söylemiyorlar: “Gideceğiz ve çok şey değişecek, kitleler peşimize düşecek, hedefimize(!) ulaşacağız!” Bizim dikkatimizi iki noktaya çekiyorlar; 1) Ahiret gününe: “Rabbimize mazeretimiz olsun için...” 2) Dünyaya: “Belki öğüt alırlar...” Bu kıssada tüm zamanları kapsayan bir cevap olduğunu düşünüyorum. İşte sünnetullaha uygun siyasetin de bu olduğu kanaatindeyim. Önemli olan doğru bir itikadla, anın getirdiği sorumlulukları kuşanmak! Gerçek siyasi hedefimiz bu. Bundaki amaç kitlelerin, nefislerinde olanı dönüştürebilecekleri bir şahitliğin serdedilmesi. Kendi kurtuluşumuzun da insanları kurtarabilme çabasından geçtiğini kavrayabilmek. Bu da bir anda başarılabilecek/sergilenebilecek teatral bir durum değil. Süreklilik, biriktirmek, tecrübe ve bunların hepsini kuşatacak bir ahlakiliği/hikmeti gerektiriyor.
Kavramlarımız ve Biz
Kavramların en sahih tarzda tanımlanması çabası, bizlerin şirk unsurlarından temizlendiği, rucz/kirlerden arındığı ve kimliğimizin inşası sürecindeki kazanımlarımızı ifade ediyordu, halen de öyle. Ancak bence asıl sorun, bu birikime rağmen toplumsal/siyasi sorunlarla mecz olmuş bir şekilde bu kavramları hayatlaştırmada yaşanılan başarısızlıktaydı. Demek ki bu kavramların keşfi süreci henüz tamamlanmadı ve süreç halen devam etmekte. Zira Tevhidilik bir süreçtir; tedrici bir süreçtir. Eğer hayatın bir vechesinde keşfedilmiş olumlulukları/güzellikleri yaşadığımız toplumla buluşturma, onun zihnine hitap etmede, bunları günümüze tercüme etmede halen güçlükler yaşıyorsak, esas bu konu üzerinde ciddi anlamda düşünmek zorundayız. Tevhidilik bir süreç derken de kastettiğim bu. Tevhidilik, hayatın bir vechesinde keşfettiklerimizi dondurup, kendimizi koruma adı altında bu keşifler üzerinde yıllarca yazıp çizmek, yıllara yayılmış ders halkalarını çoğaltmak değil; buralarda yetişmiş kadroların tecrübelerini hayatla buluşturma ameliyesini içerir. Mesela “Şahitlik” kavramının anlam ve önemini kavramışsak, bunun üzerinde yıllar yılı -tabiri caizse- kelami tartışmalar yapmaktan daha fazla sorumlulukları kuşanmamız gerektiğini kavramış olmamız gerekir. Yaşadığımız coğrafyanın şirk unsurlarını ve hastalıklarını tespit edip, bunların üzerine gidip, ardından çözümler sunma sadedinde görünür olmak, sözünü, tavrını, tutumunu açık etmek ve bu meyanda kitlelerin dönüşümüne/kurtuluşuna vesile olucu bir kimliğin inşası için mücadele etmektir şahitlik. Ders halkalarını ve zamana yayılmış ders konularını gerçek amaçlarıyla buluşturup, hayatlaştırmaktır. Irkçılık, milliyetçilik üzerine çalışıp Türkçülükle, Kürtçülükle hesaplaşmamak olmaz. Kürt sorununu görmezden gelmek, sadece kirli bir savaş olarak niteleyip insanların taleplerine gözlerini kapamak; Kemalizmin tarihine ilişkin resmi tezler dışında okumalar yapıp Ergenekonla hesaplaşmada geri durmak; Darbeci anayasaların demoklesin kılıcı gibi halkların tepesinde sallanmasını “bu sorunları tağutlar üretti, kelam eder, taraf olmaya kalkışırsak kirleniriz” mantığıyla kendimizi dışarıda tutmak ne kadar tevhidi bir tutumdur, üzerinden düşünmek gerekir. Hele ki sorunların “İslam geldiğinde çözüleceği”nden dem vurmayı sorunlardan uzak durmanın meşruiyet kalıbı haline getirmek hiç olmaz. Ki kanımca biz varsak, İslam gelmiştir; İslam, gelinmesi beklenen bir mehdi değil; iradeleri özgür kılınmış insanların imtihan alanıdır. Dolayısıyla insanın olduğu yerde, Müslümanın sözünün olduğu her yerde İslam var demektir. İslam’ı mutlaka kendisine ulaşılması gereken bir sistem olarak görmeyi bırakıp, hayata mü’mince bakıp, onu dönüştürebilmenin yegâne reçetesi olduğunu kavramamız gerekiyor. Kavramlarımıza sadakatin onları yaşamlaştırma fıkhımızı geliştirmekten geçtiğini görmemiz gerekiyor. Kavramların, onların hakkı hayatın içerisinde layıkı vechiyle verildiğinde sulanıp yeşereceğini ve insanlar için imrenilecek iman umdeleri haline geleceğini kavramamız gerekiyor. Bunu kavrayıp yerine getirdiğimizde kullanageldiğimiz kavramların gerçek karşılıklarını bulacağı, insanları dönüştüreceği ve sorunların çözümünde de gerçek reçeteler haline dönüşecekleri izahtan varestedir.
Tevhidilik, Kirlilik/Ruczlar İçeren Siyaseti Gücümüz Oranında Geriletip Vahyi Olanın Şahitliğini Rasyonel Tecrübelerle Pratiğe Aktarmaktır
Müslümanların, öncelikle dini yaşamanın, bizatihi siyaset etmenin kendisi olduğunu kavramaları gerekiyor. “Şu şu alanlarda olursak kullanılırız, yönlendiriliriz, cürmümüz ne ki? Hazır değiliz!” gibi terkipler anın getirdiği sorumlulukları üstlenmekten kaçınmamızı getirmemeli. Elbetteki gücümüzle doğru orantılı ama sürekli anlama, fıkhetme, müdahil olmaya çaba gösterme azmiyle birlikte yürümeli bu tespitler. Yoksa verili siyasetten tamamen beri olmanın bahaneleri olarak öne sürülmemeli. Bu yolda ilerleyen Müslümanların maslahatlarına en uygun çözümleri hayatın içerisinde üreteceklerine inanmaktayım. Duracağımız yeri en sahih tarzda belli edecek husus, hayatın içerisindeki koşuşturmacamız olacaktır. İstişari zeminler ve örgütlülüğümüzün getireceği ahlaki zemin, salih amellerimizin sürekliliğiyle alakalıdır; yoksa oturduğumuz yerden yapacağımız tanımlarımızla değil...Gerek küresel egemenler, gerekse yerli zalimlerle bu coğrafya zeminindeki mücadelemiz, elbette kendi bağımsız kimliğimiz ve mesajlarımız üzerinden yürüyecektir. Lakin usuli birikim, tarih bilinci, toplum ve sistem tanımlarımızdaki netlik ve gelişmişlik bu konulardaki en önemli rehberimiz olacaktır. Bu bilinçlilik hali ise hayatın içerisinde biriktirdiğimiz tecrübeler sayesinde gelişecektir. Adaleti, hikmet ve basireti kuşanabilmek, tecrübeleri biriktirmekle yakından alakalıdır. Sosyalleşme, öğretir ve ahlakı geliştirir. Unutmayalım ki ilahi vahiy bize “her insanın kendi emeğinin karşılığından” bahsetmektedir. Yola çıkmadan, düşe kalka ilerlemeden, emek harcamadan, alın teri dökmeden, hiç bir şey bize altın tepside sunulmayacaktır. Bununla dünyevi başarı/kazanç/karşılıkları değil, imtihanı başarmada sarp yokuşlara tırmanmaya azmetmiş olanların elde edecekleri karşılıkları kastetmekteyim. Unutmayalım ki hiçbir konuda siyasetsizlik gibi bir seçeneğimiz yoktur. Dosdoğru siyasi tutum ise, hayatın dikenli yollarında kazanılacak ahlaki-tecrübi birikimlerle oluşacaktır. Bizler çabalarımızın sonuçlarının rasyonel anlamda nereye varacağı ile ilgilenmekten çok, zorunda olduğumuz için öyle hareket ederiz. Dolayısıyla değer merkezli yasalar (sünnetullah) gereği hareket ederken, ahlakımızı geliştirecek yegâne ve kaçınılmaz itikadi davranış biçimimiz olan zulme, haksızlıklara, gaspedilen haklarımıza ilişkin mücadelede; istişari ortamlarımız, tecrübî birikimlerimiz, örgütlü çabalarımız ve toplumsal-siyasi konulardaki azim ve emeklerimiz belirleyici olacaktır. Yoldaki işaretleri bu türden bir şahitlikle taçlandırdığımızda, kendi siyasamızın niteliği de belirginlik kazanacaktır.
YAZIYA YORUM KAT