Doksanlı Yılların “Milli Güvenlik Devleti” ve 28 Şubat
Türkiye siyasal tarihinin en belirleyici unsurlarından birisi ordunun siyasal hayatta oynadığı roldür. Açık askeri müdahaleler ve sonrasındaki askeri rejimler. Beyanlarla siyasal gündeme müdahaleler. “Sivil” rejimler içerisinde hakimiyetini sürdüren Milli Güvenlik Devleti formu ve onun yasal, kurumsal ve ideolojik her türlü düzenlemesi. Sıkıyönetim, olağanüstü hal gibi istisnai durumların olağanlaşması. Oyak, askeri sanayi ve askeri harcamalar üzerinden iktisadi hayatın içinde varoluş ordunun siyasal hayatımız içerisindeki rolünü anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Her darbe ordunun siyasal alandaki gücünü artırıcı düzenlemeleri beraberinde getirmiş; güç merkezileşerek “elit” bir hiyerarşi de toplanmış, özerkleşerek iç ve dış siyasette meşru siyasal iktidar yanında derin bir otorite tesis edilmiştir. Bu otoritenin en belirgin özelliği perde arkasından meşru iktidara sufle vererek hareket etmesidir. Gerektiğinde bedel ödemek üzerine kurulu olması arzulanan sorumluluk bu şekilde sahiplenilmemiştir.
Bunun yanında her bir darbe kendi tarihsel-toplumsal bağlamı içerisinde cereyan etmiş ve bu doğrultuda farklı düzenlemeler inşa edilmiştir. Bu yeni düzenlemelerin ne olacağı, nasıl şekilleneceği tek başına ordunun irade, karar ve eylemleri ile gerçekleşmemiş sosyal ve siyasal aktörlerinde müdahil olduğu güç ilişkileri ve dünya ölçeğindeki küresel siyasetle bağlantılı olarak hayat sahası bulmuştur.
İşte bu müdahalelerden birisi 19.yıldönümünü yaşadığımız ve 35 yaş üstü hemen herkesin öyle ya da böyle bilgi sahibi olduğu 28 Şubat’tır...
1990’lı yıllara gelindiği zaman 12 Eylül darbesinin gölgesinde ortaya çıkan Anap’ın çözüldüğüne ve ülkenin hızla “siyasal yönetememe” krizine evrildiğine şahitlik etmekteydik.
Bu yılların siyasal atmosferine bakıldığı zaman ön plana çıkan dört temel unsurdan bahsedilebilir. Birbirlerini grift bir şekilde besleyen bu unsurlar; neoliberal politikaların tetiklediği siyasal yönetememe krizi, kürt sorununun militarizasyonu, siyasal islamcılığın yükselişi ve milli güvenlik devleti paronayası üzerinden siyasetin “güvenlikleştirilmesi” olarak sınıflandırılabilir.
1991-95 ve 99 seçimlerinde birinci çıkan partiler %27 ile % 21.3 arasında değişen oylar alır. Merkez partilerin yanında Rp/Fp ve Mhp gibi partilerde siyaset sahnesinde etkili olur. Bu seçimlerin sonucunda kurulan hükümetler kırılgan, zayıf koalisyon hükümetleridir. Tablo hiçbir siyasal partinin ülkenin sınıf ve kimlik siyasetine yönelik sorunlarına ve bu sorunların muhataplarına seslenebilen projeler üretemediğinin, geniş toplumsal kesimlerden rıza devşiremediğinin resmidir.
Kimlik siyasetinin merkezinde kürt sorunu ve laiklik/islami kimlik sorunları başat sorunlardır. Dönemin merkez partileri ordunun bu meseleleri militarize etme hamleleri karşısında durmamış hatta bu politikalara aktif desteklerini de vermişlerdi.
Sonuç olarak, neoliberal kapitalizmin siyaseten yönetememe krizi anlamına gelen krizin yaratttığı boşluğu ordu doldurmuş “zinde güçleri” harekete geçirmişti. Güvenlik paranoyasına dayalı yönetim anlayışı, tek yönetim formu olarak hakim kılınır, artık yönetim neoliberal milli güvenlik devletinin elindedir.
Ordunun siyasal alandaki vesayetini sağlayan unsurlar göreceli olarak üretilen iç ve dış tehdit algılarıdır. İç tehditlerden birisi kürt sorununun militarizasyonudur. Özellikle 1992-93 yıllarında “düşük yoğunluklu savaş stratejisi” çerçevesinde bölgede süregelen Ohal yönetimi yanında legal-illegal bağlantıları ile bir savaş aygıtı inşa edilmiştir. Köylerin boşaltılması, koruculuk sisteminin yaygınlaştırılması, Jitem gibi yapıların kurulması, faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bögelerde hayatının bir parçası haline getirilmiştir.
1990’lardan sonra TSK’da önemli değişimlere şahit olunur; ordu “düşük yoğunluklu savaş” konseptine uygun olarak yeniden örgütlenir. Özel harp dairesi yerine Özel kuvvetler komutanlığı kurulur. Gerilla tipi savaş için tümene dayalı yapı yerine kolordu-tugay-tabur yapısına geçilir. Hem ordu hem polis güçleri arasında özel komando birlikleri ve özel hareket timleri oluşturulur.
Belirlenen diğer bir strateji ise “alan hakimiyeti” politikasıdır. Buna göre köy ve mezralar boşaltılır. 1993’de uygulamaya konulan bu politikadan sonra faili meçhuller, kayıplar, yargısız infazların sayısında ciddi oranda bir artış gözlemlenir. Zaten varolan köy koruculuğu sistemi biçim değiştirerek devletin dost-düşman belirleme siyaseti haline dönüştürülür. Korucular devlet yanlısı, korucu olmayanlar pkk yanlısı toptancılığına gidilir.
Milliyetçilik temelli propaganda ile “kahraman Türk askerinin” iç tehdit olgusuna karşı fiili olarak mücadele ediyor oluşu, ülkede milli güvenlik kurulunun ve milli güvenlik ideolojisinin merkeze yerleştiği bir devlet formuna meşruiyet kazandıran işlev görmektedir.
Ordunun siyaset üzerindeki vesayetini devam ettirmede kullandığı bir diğer argümanda siyasal islamcı hareketin gelişimidir. Siyasal olarak yönetememe krizinin yarattığı boşluğu doldurma konusunda Refah Partisi’nin ön plana çıkması, yerel seçimlerde Ankara ve İstanbul gibi büyük kentleri kazanması, genel seçimlerde %21,3 ile birinci parti olması, üçüncü parti olan DYP ile koalisyon kurarak hükümet olmasını beraberinde getirir.
Refah Partisi’nin siyasal söylemleri tekelci kapitalizmin, Batıcılığın ve Kemalizmin karşıtlığı üzerinde şekilleniyordu. Liberal demokrasi yerine dini cemaatlerin kendi dini hukuklarıyla yönetileceği bir proje sunuyordu.
Ancak RP’nin iktidara gelişi ve kamusal alanda islamileşmeye yönelik pratik ve sembolik hamleleri, Müsiad ile kurulan organik bağı, islami yönelimli devletlerle iktisadi ve siyasi işbirliği girişimleri, ABD ve AB hegemonyasına karşı uluslararası alternatiflerin dillendirilmesi ordunun, burjuvazinin (Tüsiad, Tobb, Tisk), örgütlü emeği büyük oranda temsil eden sendikaların (Disk, Türk-iş) vb. çevrelerin tepkisini çeker.
28 Şubat’a gelinen süreçte yaşananlar darbeye meşru zemini sağlama noktasında kurgulanan ve bu kurguya bilinçli veya bilinçsiz alet olanların örnekleri ile doludur. Sayılan güç odaklarının rahatsızlığını toplumsal tabana yayıp bu tabanı mobilize etmek ve aktif rızasını kazanmak stratejisini devreye sokan TSK sonuç olarak 28 Şubat 1997’de alınan MGK kararları ile siyasete müdahalede bulunur.
Alınan kararlar içerisinde öne çıkanları; “laiklik hassasiyetle korunmalı, tarikatlara bağlı yurt ve okullar MEB’na devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitim olmalı, dini tesisler DİB’nca incelenmeli, tarikatların faaliyetlerine son verilmeli, irticai sebeplerle ordudan atılan subayların orduyu dine karşı gösteren medya yayınları ve ordudan atılanların başka kurumlarda istihdamı engellenmeli, diğer kurumlarda da dinci sızmalara son verilmeli, belediyeler yasası ve “kılık kıyafet kanununa” aykırı uygulamalar engellenmeli, kurban derileri rejim aleyhtarlarınca toplanmasına karşı tedbirler alınmalı, “millet yerine ümmet” kavramını kullananlar ve “Atatürk’ü koruma yasasına” uymayanlar cezalandırılmalı” olarak hatırlayabiliriz. Bu kararlardan da net olarak anlaşılmaktadır ki; 28 Şubat darbesinin hedefinde İslam ve müslümanlar vardır.
Ordunun bu dönemdeki pozisyonun anlayabilmek için kamuoyunda “gizli Anayasa” olarak anılan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” de anılabilir. Bu belgede “Kürt hareketi” ve “İslamcılık” birinci derecede tehdit olarak anılıyor, Türkiye’nin batıya yönelik yüzünde kararlılık ve küresel sistemle işbirliğinde devamlılık öne çıkan kararlar olarak siyaseti belirliyordu.
28 Şubat’ta islamcılığın siyasi-iktisadi gücünü, eğitim-medya alanındaki etkisini yok etmek ve Türkiye siyasetini kendi tekelinde dizayn etmek için alınan kararlar uygulamaya koyulur. Baskılar sonucu koalisyon hükümeti dağılır. Ocak 98’de Refah Partisi, 99 seçimleri sonrası halefi Fazilet Partisi kapatılır.
28 Şubat’ın siyasi aktörleri ve görünen yüzü kadar bir de arka planında yaşanlar vardır ki; Türkiye yakın tarihine kara bir leke olarak geçen zulümler hala zihinlerimizi tırmalamakta ve hala zulümlerin devam ettiğine şahit olmaktayız.
İslami kimliğinden dolayı eğitim hayatları bitirilen, tabusal alana çevrilerek zindana dönüştürülen kamusal alanlarda çalışmaları engellenen, tutuklanan ve cezaevlerine konulan kardeşlerimizin varlıkları hafızalarımızdan silinmiyor.
Darbeci gelenekle hesaplaşma adına atılan adımlar, kısmi de olsa bu mağduriyetlerin giderilmeye çalışılması, iadeyi itibarlar ile göreve ve okula dönüş konusunda alınan kararlara rağmen, 28 Şubat mağduru müslümanların hala cezaevinde olması darbeyle hesaplaştığını dillendiren yetkili mercilerin garabeti olarak güncelliğini korumakta.
Dünya müstekbirleri ile zulümlerin yaşandığı islam beldelerinde ters düşen günümüz iktidarının politikalarını desteklerken, dünya müstekbirlerinin yerli işbirlikçilerinin yaptığı darbenin zulmüne maruz kalanların mağduriyetlerinin giderilmemesini görmezden gelmemeliyiz. Cezaevlerinde kardeşlerimiz var unutmayalım, unutturmayalım ve tez zamanda özgürlüklerine kavuşmaları için eylemlerimiz sıklaştıralım. Düzenlenen eylemlere destek olalım. Allah’ın selamı yeryüzüne tevhid ve adaletini yayma mücadelesi verenlerin üzerine olsun...
YAZIYA YORUM KAT