Doha barışı kalıcı olacak mı?
Lübnan'da Kasım 2006'da patlak veren ve 8 Mayıs 2008'de silahlı çatışmalara dönüşen hükümet krizinin ateşi Katar hükümetinin çabalarıyla şimdilik olsa da düşürülebildi.
Her ne kadar Katar Emiri Şeyh Hamid bin Halife El Tani bu yeni uzlaşmanın arkasında Lübnanlı liderlerin sorumluluk bilinci içerisinde cesaretli davranmaları ve akla, hikmete, vicdana başvurmalarının yattığını ileri sürmüş ise de aslında Ortadoğu'nun önde gelen pek çok gücünün başaramadığı bu çözüme ulaşılmasında Katar'ın etkisinin belirleyici olduğu ve bu anlamda El Tani'ye verilen destek bakımından, Katar'ın başta Suriye, ABD, İran gibi sorunun doğrudan ve dolaylı muhatabı olan ülkelerle yakın ilişkiler içerisinde olduğu gerçeği inkar edilemez. Kuşkusuz bu başarıya varılmasında Doha'nın yanı sıra Lübnan'daki sivil toplum örgütlerinin harekete geçmesi ve kendi liderlerine 1958 ve 1975 yıllarında yaşanan iç savaşlar acısının bir kez daha yaşanmasına tahammüllerinin bulunmadığı yönünde baskı yapmaları da son derece etkili olmuştur. Doha anlaşması bağlamında gündeme getirilen ve önümüzdeki günlerde gerçekleşmesi beklenen kesin bir barışın sağlanması anlamında: Yeni devlet başkanının seçimi, bir ulusal mutabakat hükümeti kurulması, muhalefet bloğunu oluşturan 8 Mart İttifakı'na yıllardan beri talep ettiği ve Başbakan Sinyora'nın kabul etmediği veto hakkının verilmesi, Hizbullah'ın askerî gücünü iç politika anlamında bir silah olarak kullanmasının yasaklanması ve Lübnan'ın 1960 yılında son şeklini alan Seçim Kanunu'nda reform yapılarak Beyrut genelinde yeni bir seçim kotasının belirlenmesi yönündeki kararların hayata geçirilmesi şarttır.
Kim ne kazandı, ne kaybetti?
Söz konusu uzlaşının Lübnanlılar arasında son dönemde giderek derinleşen yaraların kapanması açısından yeni bir sürecin başlangıcı mı yoksa savaşa yönelik kısa bir dinlenme arası mı olacağı sorusunun cevabını Lübnan parlamentosu devlet başkanlığı seçiminde kullanacağı oylarla verecektir. Bu bakımdan anlaşmanın maddeleri yerine getirildiği takdirde elde edilecek ilk sonuç aylardan beri devam eden iç siyasi çekişmeler nedeniyle 19 kez başarısız olan devlet başkanlığı seçiminin bu kez sonuca ulaşması ve daha önce kimliği üzerinde mutabakata varılan Michel Souleyman'ın yeni cumhurbaşkanı seçilmesi olacaktır. Bununla birlikte Hizbullah'ın silaha sarılması sonrası patlak veren ve Doha uzlaşmasına kadar devam eden bunalımdan kimin kazançlı kimin zararlı çıktığının muhasebesini yaparken aşağıdaki hususların dikkate alınmasında fayda görmekteyiz:
Kuşkusuz bu krizden en zararlı çıkan taraf iktidar gücünü elinde bulunduran, Sünni lider Saad Hariri, Dürzi lider Velid Canbolat, Falanjistleri temsil eden Emin el Cemayel ve Samir Jaja'nın oluşturduğu 14 Mart hareketi olmuştur. 2 yıl boyunca Lübnan'ın eski devlet başkanı Emil Lahud'un istifasını istemesi, Emel ve Hizbullah güçlerine yönelik kışkırtıcı demeçler vermesi akabinde orduya sığınarak silahlarını teslim etmekten çekinmemesi, ABD ve Fransa gibi dış güçler ile işbirliği yaparak politika geliştirmesi söz konusu ittifakın yaşanan bu mücadelede kaybeden taraf olmasının arkasında yatan temel nedenler arasındadır.
14 Mart gücü ile dirsek teması içerisinde olan Sinyora hükümeti ise krizden zararlı çıkan diğer taraftır. İki ay öncesine kadar resmi telefon şebekesine alternatif olarak, Hizbullah'ın geliştirdiği, önemli bir kazanç kaynağı olmasının yanı sıra İsrail'e karşı savaşta büyük avantaj sağladığı Winograd raporunda dahi gündeme getirilen bu haberleşme ağının yasaklanması; hemen ardından Beyrut havaalanının güvenliğinden sorumlu Şii kökenli Refik Şukayr'ın özel uçaklara ayrılan 17 No'lu pisti Hizbullah'ın denetimine bıraktığı iddiasıyla görevden alınması, kararlarından geri adım atması Sinyora hükümetinin büyük prestij kaybına uğradığını açık bir biçimde göstermektedir.
Hizbullah'ın Doha Barışı ile birlikte bu mücadeleden kazançlı çıkan taraf olup olmadığı ise tartışmalıdır. Her ne kadar rakip güçlerin komuta kontrol merkezlerini, medya organlarını birkaç saat içerisinde denetimi altına almış ve kendisini siyasi anlamda köşeye sıkıştırmaya çalışan 14 Mart Hareketi karşısında askerî gücünü hâkim kılmayı başarmış, örgüt Katar'da siyasal taleplerinin büyük bölümünü kabul ettirmiş, ülkeyi dış güçlerle işbirliği yaparak yeni bir maceraya sürüklemek isteyenlerin geliştirdiği "büyük komplo"yu engellediğini iddia etmişse de kriz esnasında sergilemiş olduğu tutum ve davranışları birçok soru işaretini beraberinde getirmiştir. Öncelikle Hizbullah'ın Hariri'ye bağlı "el Moustakbel" gazetesi ve televizyon binalarını işgal ederek yayınları engellemesi, dünyanın gözü önünde Sünni ve Dürzi pek çok kişiyi silah zoruyla "esir" alması ve örgütün bu gövde gösterisinin arkasında İran ve Suriye'nin bulunduğu izleniminin hâkim olmasının 2000 yılından beri İslam âleminde elde etmiş olduğu İsrail'e karşı tek başına direnen güç imajına zarar verip vermeyeceği yakın zamanda anlaşılacaktır.
Krizde asıl itibar kaybına uğrayan güç ise hiç kuşkusuz Amerikan yönetimi olmuştur. Hizbullah, Emel, Michel Aoun'dan oluşan 8 Mart Bloğunu kışkırtarak krizin boyutunun artmasına sebebiyet veren ve de Suriye, İran, Hamas ile işbirliği yaparak bölgesel ve uluslararası bir güç olan Hizbullah'ı yerel bir güç konumuna sokmak istemeyen Washington, yaşanan krizden büyük zarar görmüştür.
Doha'da ortaya çıkan tabloyu göz önünde bulundurduğumuzda Suriye de önemli ölçüde rahatlamıştır. BM Güvenlik Konseyi'nin Hizbullah'ın da içinde bulunduğu güçlerin silahsızlandırılması hususundaki 1559 ve Refik Hariri suikastını soruşturmak üzere bir uluslararası mahkeme kurulmasına ilişkin 1701 sayılı kararların belli bir süreye kadar rafa kalkması bu anlamda Şam yönetimi açısından nefes alma imkânı sağlayacaktır. Bununla birlikte gerek bu son gelişmeler gerekse Golan konusunda Türkiye'nin arabuluculuğunun kabul edilerek İsrail ile barış konusunda adımlar atılması da Suriye'ye büyük faydalar getirecektir.
Sonuç itibarıyla özellikle Hizbullah'ın, Katar'da elde ettiği kazançlarla yetinerek ülkeyi yeni bir krize sürüklemekten kaçınması ve böylece 19. yüzyıldan beri devam eden ülkeye yönelik dış müdahalelerin önünün kesilmesi hususunda büyük bir sınav ile karşı karşıya geldiği bilinmelidir. Bununla birlikte her ne kadar mezhep ve etnik kimliklerin ilk plana geçtiği ve ülkede bir Lübnanlılık kavramının henüz yerleşmediği bu krizle birlikte bir kez daha görülmüş ise de Lübnan'daki temel güçler arasında yıllardan beri devam eden bir dengenin söz konusu olduğu ve bu dengeyi kolay kolay kimsenin bozamayacağı, en küçük bir müdahale yapıldığı takdirde bütün ülkenin bundan zarar göreceği anlaşılmış bulunmaktadır.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT