Diyarbakırlı Ziya Gökalp’e kulak verilseydi..
Yasin Aktay, tarih bilgisi olarak günümüze aktarılan bilgilerin üzerine yeterince düşünülmediğini vurguluyor.
Yasin Aktay/Yeni Şafak
Diyarbakırlı Ziya Gökalp’e kulak verilseydi..
Cumhuriyetin 101. Yılının idrak edildiği şu günlerde Kürtlerle Türklerin ilişkisi üzerine Ziya Gökalp’e de atıflar yapılarak yürütülen tartışmaların yine 101 yıldır “düşünülmeyen” alanlara tıkanmış birçok soruyu serbest bırakması mümkün olabilir. Cumhuriyet kutlamaları esnasında reklam, medya, kutlama heyecanları arasında sıkça tekrarlanarak üzerinde asla “düşünülemez”, dönüp bir sorgulanamaz hale gelen zanlardan veya algılardan biri, bu milletin tarihinin sanki 101 yıl önce başlamış olduğudur. Gerçek şu ki, Cumhuriyet bu milleti kurmadı, belki bu milletin bin yılı aşkın tarihi içinde bir Cumhuriyet sayfası açıldı.
Evet Cumhuriyet 101 yaşındadır ama bu millet 101 yaşından çok daha köklü bir tarihe, çok daha geniş ve evrensel bir kimliğe sahiptir. Yine bununla ilişkili ikinci bir konu, Cumhuriyetle birlikte bu millet eskisine nazaran daha da büyümüş, gelişmiş değil, bilakis öncekiyle birlikte düşünüldüğünde üç kıtaya yayılmış bir büyük dünya devletinden Anadolu’ya, Misak-ı Milli sınırlarından bile daha az bir kısma razı edilerek çekilmek söz konusudur.
Elbette bu büyük çekilme, bir büyük dünya savaşının neticesinde mağlup olmanın neticesi bir büyük ricattir. Bu mağlubiyetle birlikte elde avuçta kalanı koruma adına can havliyle yapılmış bir mücadelenin sonucunda kurtarılmış bir vatanda kayıplar üzerinde hiç durmadan sürekli kurtarılabilen üzerinde bir zafer sevinci ve coşkusu inşa etmenin anlamı üzerinde hiçbir zaman durulmadı. Muhammed Arkoun’un dediği gibi bu da bir “düşünülemeyen” alan olarak sınırlanmıştır. Bu da kaybedilenin neden ve nasıl, kimlerin ihmali, gaflet, delalet ve hatta ihaneti yüzünden kaybedildiği üzerinde hiçbir zaman durulmamasını temin etmiştir.
Kürtlerle Türklerin dini ve siyasi kardeşliği de Cumhuriyetle birlikte başlamış değildir. Bilakis Cumhuriyet’in ilan edilmesinden kısa süre sonra, hatta bu kardeşliğin dini ve tarihi boyutlarından bahseden Ziya Gökalp’in de vefatından kısa bir süre sonra, girilen yeni ulus tanımından sonra bir sorun oluşmaya başladı.
Ziya Gökalp’in soyunda Kürtlük olup olmadığı hep tartışılmış olsa da bu hiç önemli değildir. Zaten Kürt olsa bile Türklüğe atfettiği anlam bir ırktan öte bir anlamdır ve bu ülkeyi bir arada tutacak harcı işlemeye çalışıyordu o. Bu harç hiçbir şekilde ırk olamazdı. Taha Akyol’un da “Ziya Gökalp’i Anmak” üzerine yazısında da işaret ettiği gibi onun için ırk bir “fenn-i mevaşi” (hayvan-bilim) konusudur. Onun Türkiye için tasavvur ettiği yeni millet tanımı içinde Türkler de Kürtler de başka kavimlerden olan insanlar da pekâlâ bir siyasal beden bütünlüğü içine anlamlı bir millet oluşturabilirlerdi. Bu önerisiyle aslında Osmanlı düşünce tarzından, millet tasavvurundan fazla uzaklaşmış sayılmazdı ve İslam hala bu milleti birleştirici, kaynaştırıcı bir harç olarak işlevini yerine getirebiliyordu.
Onun vefatıyla aynı zamanlarda girilen yolun (Hilafetin kaldırılması, bilahare devletin bir dininin olmadığı ve laik olduğunun ilan edilmesi, alfabe değişikliği, Osmanlıca alfabenin ve Arapça yazının yasaklanmasının) sosyolojik sonuçları konusunda alarm verebilecek biriydi. Çünkü bu uygulamalar Türkiye’de sağlıklı bir toplumsal ve siyasal beden bütünlüğünün oluşmasını epeyce engellemiş uygulamalar. Sadece dindarlarla devlet arasında değil, Türklerle Kürtler arasında da kapatılması zor mesafeler oluşturdu.
Akyol’un da isabetle işaret ettiği gibi Gökalp’in vefatıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki sosyolojik akıl yok oldu, bunun yerine Antropolojik akıl devreye girdi ki, o akıl kaybolan harcı ırkta, kanda, kafatasında bulmaya kalkıştı. Afet İnan’ın Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki antropolojik çalışmaları, Türklüğü kafatası ölçümlerinde aramaya koyuldu. Binlerce kafatası mezarlarından çıkarılarak yapılan ölçümlerle Türk ırkına ait özellikler tespit edilmeye çalışıldı. Türklüğü tarih boyunca ortaya koyduğu şaheserlerle emsalsiz bir biçimde yüceltmiş olan Mimar Sinan’ın bile, ırksal kökeni sorgulanmak üzere, kafatası mezarından çıkarılıp üzerinde incelemeler yapıldı ve yerine konulmadı bir daha.
Bu akıl o kafatasları incelemesinden Türk ırkının bilimsel özelliklerine varamadı. Çünkü hem Anadolu binlerce yıldır birbiriyle kaynaşmış bir kavimler topluluğudur hem de ırk öyle kolay bilim konusu yapılacak bir şey değildi. Çok açık bir şekilde Avrupa’dan esen furyayla icat edilen ırklar çağında yaşıyorduk ve bir süre bununla oyalanılacaktı.
Sonradan Türklüğü ırka dayandırmaktan vazgeçilip vatandaşlık esasına dayandırmaya başlandı ama bir şeyler kırılmıştı artık. Olan Türklerle Kürtlerin bizzat Ziya Gökalp’in söyleminde en güzel ifadesini bulmuş olan kardeşliğine olacaktı. İşin trajik tarafı, Türklüğü Kürtlerle araya mesafe oluşturacak şekilde yorumlayanların büyük çoğunluğu Türk değildi. Türkçülüğün teorisyenliğini Tekin Alp ismiyle yazdığı yazılarla ve faaliyetlerle yapanlardan biri Yahudi Moiz Kohen’di mesela. Siyonist bir Yahudi de olan, İsrail’in kuruluşundan sonra tam desteğini vermiş olan Moiz Kohen’in ve çoğu kendisi gibi Siyonist Yahudi olan başkalarının Türklerle Kürtlerin arasını bu kadar açacak bir Türkçülükten ne beklentileri olabilirdi?
Bu da Cumhuriyet tarihimizin ve teo-politiğinin bir türlü “düşünülmeyen” bir başka konusu.
Bugün geldiğimiz noktada, vefatının 100. Yıldönümü dolayısıyla Diyarbakırlı Ziya Gökalp’in sonradan askıya alınmış dini ve siyasi kardeşlik yaklaşımını hatırlamak neresinden bakılırsa çok hayırlı.
HABERE YORUM KAT