Diyalektik düşüncenin korkulu suları
İnsanal dünyayı anlamanın çetrefil bir iş olduğu aşikâr. Bu konuda en başta gelen zorluklardan birisi, anlamak istediğimiz olguların iç içe geçmişliği. Bu zorluğu bertaraf etmek için ister istemez, farklılıkları tespit edip bazı ayrıştırmalarda bulunuyoruz.
Bunu soyutlama yeteneğimizle yapıyoruz. Sınıflandırmalar, tiplemeler, kavramlar ayrıştırma işini taçlayan araçlarımız. Başlangıç itibarıyla işimizi kolaylaştıran bu işlem, zaman içinde düşünmemizin ayak bağını oluşturmuştur. Berrak bir şekilde söylemek gerekirse, ayrıştırma işinde o denli ileri gitmişizdir ki, ayrıştırdıklarımızı ne için ayrıştırdığımızı bile bilemez duruma gelmişizdir. Oysa her ayrıştırma bir 'ilişkilendirme' ödevini de içerir. Bu ödev, ayrıştırdığımız şeyin bütündeki yerini okumayı ifade eder. Daha doğrusu, ilişkilendirmeyi daha sağlam yapabilmek için başvurulan ayrıştırma, geçici bir metodolojik aşamadır. Tuhaf olan aşamanın -yani aşılması gerekenin- bir durağa dönüşmesidir. Bu durakta ilişkilendirmeyi artık ihmal ediyoruzdur. İhmallerin sorumsuzluğa açılan bir unutkanlığa dönüştüğü bile söylenebilir. Ama en kötüsü, ilişkilendirme konusundaki zaaflarımızı adına uzmanlık denilen bir kavramla taçlayarak meşru görmeye başlamamızdır. Her uzmanlık nihayetinde bir kısmicilik ya da perakendeciliktir. Uzman, elindeki soyutlama ürünleri ile baş başadır ve eğer uzmanlığından sıyrılıp bu ürünleri içinden çıkartıldığı bütüne göre değerlendirmezse pek az şey yapmış olacaktır. Uzmanlaşmayı eleştiren bilim felsefesi çevrelerinin yer yer söylemekten kendilerini alamadıklarını hatırlamakta fayda var: Uzmanlık bir bakıma bir dar görüşlülüktür ve bazı durumlarda bir cehalet göstergesidir. (Bu durumu gidermek için geliştirilen disiplinler arası çalışmalar kısmen faydalı olsa da mekanik bir çözümdür. Çünkü çoğu kez bilgileri ilişkilendirmekten çok yan yana getirmeyle sonuçlanır.)
Siyahın içindeki beyaz, beyazın içindeki siyah...
Ayrıştırmaların sağladığı kolaylıklardan birisi de karşıtlıklar üzerinden düşünebilme avantajı sağlamasıyla alakalıdır. Karşıtlıklar üzerinden anlamak istediğimizi daha berrak görebiliriz. Ama görmek, anlamak için tek başına yeterli değildir. Marx, metodolojisinde Aristo metafiziği olarak adlandırdığı mantığı alabildiğine hırpalar ve hocası Hegel'den aldığı diyalektik metodu seferber eder. İleri sürdüğü teze göre parçalar, Aristo'nun düşünmüş olduğu üzere kendi saf zatiyetleri içinde boşlukta salınmaz; karşıtlarıyla birlikte bir bütünlüğü oluşturur. Buraya kadar diyalektik düşüncenin söyledikleri ikna edici olmakta ve ilişkilendirme sorununu çözmüş gözükmektedir. Ama, karşıtlıkları bir çatışma evreninde değerlendirmek ve "eski"-"yeni", ya da tarihsel olarak "eskimiş güçler" ve "taze güçler" arasındaki mücadeleye dönük yorumlamak -yine Marx'taki olumsuz anlamıyla kullanalım- bir başka metafiziği üretmiştir. Bunu, "tez" ve "anti-tez" arasındaki karşıtlığın, "eski" olanı "yeni" içine katan bir senteze dönüşmesine yönelik açılımları kollayan titiz bir anlama uğraşı olmaktan çıkması ve politikleşmesiyle ilişkili görüyorum. Bir bakıma ünlü 11. Tez, diyalektik kavrayışı örselemiş ve metafiziğe dönüşmesine yol açmıştır. Bu diyalektik görünümlü metafizik, karşıtlıkları tasfiyeci (devrimci) bir okuma üzerinden ele alır. "Yeni"nin "eski"yi tasfiye edeceğini-Marksist jargondaki karşılığıyla- "tarihin çöp tenekesine göndereceği" bir zorunluluk olarak okur.
Oysa, diyalektik, politik beklentilere dönük devrimci heyecan ve sabırsızlıklarla değil de, anlamayı disipline eden bir şekilde okunsa karşıtların serencamının, değişmek ile değil, dönüşmek ile bağlantılı olduğu görülebilecektir. Diyalektik düşünüş tarihsel derinliği olan bir gelenektir. Kendi nam ve hesabıma, özellikle mistiklerin diyalektiği daha derin kavradıklarını düşünüyorum. Mesela kaynağını kadim Uzakdoğu hikmetinden alan, bijüterik bir üründe dile gelen bir simge diyalektik kavrayışı daha sağlam bir örneğini veriyor. Bu simgede "siyah" ve "beyaz" arasındaki karşıtlığın birbirine nasıl dönüştüğü görülmektedir. Simge bize "siyah"ın içindeki "beyaz"ı, ya da tersinden olarak "beyaz" içindeki "siyah"ı görmeyi telkin ediyor. Bu zihnimize önemli bir şeyi, karşıtlıkları mutlaklaştırıp abartmamayı ikaz ediyor. Algılamalarımız bizi yanıltabilir. "Aydınlık" içinde yatan "karanlığı, "karanlık" içinde yatan aydınlığı görün. Aynı ikazı ya da telkini ahlak düzeyinde okursak, iyi'yi mutlaklaştırmayın; iyi içinde yatan "kötü"yü; ya da tersinden; "kötü" içinde yatan "iyi"yi görün demektir bu. Estetik düzeyde aynı ilişkilendirmeyi "güzel" ve "çirkin" arasında da yapabiliriz. Buna göre "güzel" olanı tanımlamak, "çirkin"den ayrıştırmak o kadar da zor değildir. Zor olan, "güzel"de yatan "çirkin"i, ya da "çirkin"de yatan "güzel"i görmektir.
Bu kavrayışın, dünya algılamalarımızı disipline edeceğini ve daha incelikli kılacağını düşünüyorum. Ama daha önemlisi belki de kendimizin bile taşımakta zorlandığımız ağır yargılarımızı hafifletip daha serinkanlı ilişkiler kurabilmemizi sağlayabilecektir. Bu kolaylıkların insanın hem kendisini ve hem de ötekisini algılamasıyla ilgili olarak açılımları var. Modern dünyanın "ben" ve "öteki" arasındaki ayrıştırmaların sert biçimlerde formüle edildiği bir dünya olduğunu biliyoruz. Ayrıştırmaların sertliği büyük ölçüde içerdiği ontolojik saflaştırmalarla ortaya çıkıyor. Her ontolojik saflaştırma, kısa sürede kendi metafiziğini oluşturuyor. Mesela modern kültür tarihlerinin şafağında "Batı" kendisini "Doğu"nun boy aynasında inşa etmişti. Saf bir Batı ancak saf bir Doğu üzerinden inşa edilebilirdi. "Saf bir Batı" ya da "saf bir Doğu"ya özgü bilgiler ve değerlendirmeler, tarihselliği solduran ve tarihsiciliği parlatan bir metafizikler ortaya çıkardı. Antropolojinin "ilkellik" ve "uygarlık", sosyolojinin ise "toplum" ve "topluluk" farklılıklarını işleyerek bunu takviye ettiğini biliyoruz. Politolojiye gelince, o da diğerlerinden farksız olarak "hakimiyet-ta'biyet", "iktidar-muhalefet" "özgürlük-kölelik", "devlet-millet", "devlet-sivil toplum" gibi ayırımları işleyen metafizikleriyle anılır oldu. Bu ayırımların başlangıçta bazı kolaylıklar sağladığını teslim etmek gerekir. Oysa orta vadede bu avantajlar dezavantajlara dönüşmekten kurtulamadı. İlişkisellik gözden kaçırıldı. İlişki terimi, kendi saflıklarıyla anılan iki parça arasındaki ilişkiler olarak yavanlaştırıldı. Oysa ilişki, titiz bir diyalektik okumada, saflığın sadece zihinlere yakışan ayrıştırmacı bir basitlemesi değildir. Mesela devlet-sivil toplum ilişkisi iki ayrı alanın ya da kürenin ilişkisi olmaktan çok, devletin sirayet ettiği sivilliği ve sivilliğin sirayet ettiği devleti odağına alır. Örnekleri çoğaltalım: özgürlük ne kadar köleliği, kölelik ise ne kadar özgürlüğü içerir? Hakimiyette yatan ta'biyet, ta'biyette yatan hakimiyet nedir? Muhalefet nelere muktedirdir? Ya da iktidar nelere muhaliftir? ilh ..
Modernliğin kurguladığı, eski moda karşıtlıkların günümüzde etkisinin azalmasına aldanmamak gerekiyor. Modernite eleştirilerinin yeni karşıtlıklar üzerinden tezahürü bunun göstergesidir. Üstelik yeni kurgular eskilerinden farklı olarak çok fazla entelektüel işçilik gerektirmiyor; doğrudan günlük hayattan besleniyor. Nevzuhur ayırımların günlük hayattaki tınlamalarının yüksek oluşunun büyüsüne kapılmamak gerekir. Ayırımların günlük hayat üzerinden temellendirilmesi onun tarihsel kıvamda ele alındığına delalet etmez. Üstelik yeni kültürel ayırımların tıpkı eskileri gibi ciddi anlamda bir ilişkisellik zaafı gösterdiğini dikkate almak gerekir.
Dönüşümlerin önemini öncelikli kılan diyalektik düşünüş ve kavrayışın başat etkisinin insanın kendisini ve ötekini algılamasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Eğer "ben" ya da "biz" ile "öteki(ler)" arasında geçirgenliğe dayalı ilişkisellikler gözetilirse, sert algılamaların önüne de geçmek mümkün olabilecektir. Burada geçirgenlik süreçlerine özellikle itibar edilmeli. "Ben (Biz)" ve "Öteki(ler)" arasındaki farklılaştırmaların ne derecede kof olduğunu gösterecek olan budur.
"Ben (Biz)" dediğimiz, nihayetinde fıtratımız, seçimlerimiz ve eylemelerimizden mürekkep bir oluşumlar dünyasıdır. "Öteki" ise aynı bağlamda, fıtratı, seçimleri ve tercihleri ile bize aykırılaşan -ya da öyle olduğunu düşündüğümüz- başka bir oluşum dünyasını imler. Farkındalık elde etmek için bu ayırımlar işlevseldir. Ama farkındalık sağladığımız durumlar birer hayat sabitesi olarak görülmeye başlanıyorsa sorun başlıyor demektir. Öncelikle farkındalıkların durumsal ve geçici olduğunu, mutlaklaştırmaya gelmeyeceğini görmek gerekiyor. Taassup farkındalıklarımızın mutlaklaştırıldığı yerde başlıyor ve sahiplerini dar görüşlülüğe mahkûm ediyor. Çünkü farkında olduğumuz yani Ben(Biz)'i sözüm ona farklı kıldığını düşündüğümüz ne varsa eylemeler dünyasında esniyor. Öte yandan veri bir farkındalığın dışarıda bıraktığı ne varsa içimize sökün ediyor. Bir süre sonra farklı, yabancı, ötekine ait gördüğümüz şeylerin bizdeki tuhaf tezahürleriyle yüzleşmeye başlıyoruz. Zihniyetimiz bu durumu ne kadar yerli yerine koyacaktır acaba? Eğer diyalektik temrinler üzerinden işleyen bir zihin ise, bu durumu olağan görecek, tasarruflarını işleyen bu süreçleri bir zenginliğe dönüştürmenin yollarını arayacaktır. Eğer tersi olur da, farkındalıkta ısrar ederse en az üç düzeyde bir macera bekler onu. En bildik tepki biraz daha içine kapanmaktır. Bu durumda ilişkisizlik mutlaklaştırılmaktadır. Amin Maalouf'un Işık Bahçeleri'nde anlattığı Pattig'in boğucu hale gelen ve fakirleşen dünyasıdır bu. J. Baudrillard'ın yazmış olduğu üzere en baş edilmez virüsler ya da hastalıklar steril yoğun bakım ünitelerinde ortaya çıkar. Oysa ne kadar ihtimam edilirse edilsin geçirgenlik sürmektedir. Bu durumda birikenlerin ağırlığı sorunu olarak gördüğüm ikinci düzeyin sorunlarıyla karşılaşılması muhtemeldir. Taşınması güç ağırlıkların oluştuğu yerde ise bu kez farkında olmadan şizoid bir ruh dünyasının iflah olması güç sıkıntılarının içine yuvarlanacağızdır. En dramatik olan ise üçüncü aşamadır ve reddettiği ne varsa onlarla özdeşleşmeye bile varabilecek bir savrulmayı anlatır. Tesettürün modalaşıp defileleştiği, "Sarı Zeybek"in, "Mustafa"ya dönüştüğü, üniversite kapılarından kovulan, ikna odalarında sıkıştırılan tesettürlü genç kız ve kadınların onları bizzat bu duruma getirenler tarafından partili yapıldığı, Alevilerin kendi ortodoksilerini yarattığı, Kürtlerin biraz daha Türkleştiği, Türklerin ise de biraz daha Kürtleştiği; kadın haklarının erkekleşmiş kadınlar marifetiyle yürütüldüğü; dünyalarında, üçüncü cins olmanın bırakın nitelemesini, imasının bile cinayet işlemelerine yettiği maço kalabalıkların Diva'larını bağırlarına bastığı bir noktadır bu..
Yaşadığımız hayatlar ne kadar bizim?
Yoksa bizler isteyerek ya da istemeyerek başka hayatları mı biriktiriyoruz içimizde? Yoksa "Ben" dediğim bir tarafıyla "Öteki"nin içimdeki aks-i sadası mıdır? Ötekileştirerek bundan kurtulmaya mı çalışıyorum? "Öteki" olarak dışarıda bıraktığım beraberinde benden neler götürmektedir acaba? Benden ona gidenler arasında değerli gördüklerimi tarihsel bir kayıp olarak nitelendirip; kaba mülkiyet davaları üzerinden kurtarmaya çalışmam bu yüzden midir? Ya da "öteki"ne sızmış olan "ben"i, onun üzerinde bir iktidar kurmanın haklı gerekçesi saymam bu yüzden midir? "Öteki"ne kızmamın saiki bana istemediğim bir "ben"i göstermesi midir? Kendime kızamadığım için mi o'na kolayca kıyabiliyorum?
Öteki'ni anlamak, onu farklı kılan ya da bize göre farklı kıldığını düşündüğümüz şeyler üzerinden mümkün gözükmüyor. Anglosaksonların "empaty" kavramıyla murad ettiklerinin hayatta karşılığı yok. Buna karşın Alman felsefesinin "einfuhlung" olarak kavramlaştırdığı ve Türkçeye "duyumsama" olarak çevrilen bakışın daha etkili olduğunu düşünüyorum. Kimse kendisini başkasının yerine koyamaz, ama içindeki "öteki"yi; ya da öteki'nde yatan "ben"i çok fazla zorlanmadan duyumsayabilir. "Öteki"ni anlamak, onun içimizdeki aks-i sadasına duyarlılık kazanmakla mümkün. Bu bakışla birlikte artık, "ben" o kadar "ben", "o" da o kadar "o" olmayacaktır. Elbette aynılaşmayacak-çünkü en titiz kopyalama bile farklılığı yok edemez- ama en azından yakınlaşacağızdır. Bu asır, dünyevileşerek gelişen dindarlığın, dindarlaşarak gelişen dünyeviliğin; kadınlaşarak gelişen erkekliğin ve erkekleşerek gelişen kadınlığın; devletleşen sivilliğin ve sivilleşen bir devletliliğin, çocuklaşan bir ergenleşmenin ve ergenleşen bir çocukluğun; küreselleşen yerelliğin ve yerelleşen küreselleşmenin dünyası. Bu dünyada sözü edilen karşıtlıkları yarı-akademik yarı-politik skolastikler haline getirmek, dondurmak ve mevzileştirmek elbette ki mümkün. Büyük ölçüde yapılan da zaten bu. Ama bir başka seçenek bu diyalektik geçirgenliği bir 21. yüzyıl bereketine açmak.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT