Dinlerini Parça Parça Edenler…
Fıtri özelliklerden ve vahyi ölçülerden uzaklaşmaya ve uzaklaşanlara karşı yürütülen tevhid ve ıslah mücadelesi Hz. Adem’den bu yana sürmektedir. Tarihte de günümüzde de ed-din’in muhkem ölçülerini terk etme veya bu ölçüleri bulandırma gayretleri olmuştur. Hatta bu yabancılaşmayı veya sapmayı yaşayanlar kendilerini “ıslah ediciler” olarak (2/11) bile takdim edebilmişlerdir. Kur’an’da dinin asılları ve kavramları üzerinde oynayan aldatıcıların insanları Allah lafzıyla (17/64) bile aldatabilecekleri beyan edilmiştir. Bu tarz yaklaşımlar ed-dini parçalamaya veya ihmal etmeye çalışan tutumlardır. En’am Sûresi’nin 159. ayeti bu konudaki inhirafı beyan eden en önemli Rabbani bildirimlerden birisidir:
“Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar ile senin bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. İleride onlara ne yaptıklarını bildirecektir.”
İmam Şatibi, bu ayetteki “din” ifadesini önce akaid olarak algılamış, diğer alanlarda da “yakin” olarak “ilim” anlamında değerlendirmiştir. Ayette belirtildiği gibi dinin parça parça edilmesi ise dinin tahrifi veya zayi edilmesi halidir. Ayrıca ayette dini parçalama hatasını işleyen inananların maruz kalacağı akibetin tehlikesine işaret edilmektedir.
Burada “gruplara ayrılanlar” ifadesi, iki kıraatle de okunmaktadır. İlki “fe-ra-ka” dır ki “tefrik” köküne dayanır. Tefrik, bütünü oluşturan parçaları birbirinden ayırmaktır. İkinci olarak “fa-ra-kû” kıratı ile okuyanlar vardır ki o da bir şeyi terk etmek, ondan ayrılmak demektir.
Bu ayeti faraka veya farakû; yani ister dini parçalara ayırmak ister dinden uzaklaşmak şeklinde okuyalım, aslında bu ifadeyle ümmetin vahdet ipini bırakmaktan, iman kardeşliğini bulandırmaktan ve birbirlerine hasım haline gelmekten bahsedilmektedir.
Rabbimiz Âl-i İmran süresinde “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük azap vardır” buyurmaktadır. Müfessirler ve dil bilginleri arasında dini parça parça edenlerin Ehl-i Kitab ya da bid’atçı İslami fırkalar olabileceği üzerinde durulmuştur. Şatibi ise hitabın özel değil genel olduğunu belirtmektedir.
O zaman bu eksende Bakara Sûresi’ndeki Rabbimizin “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkar mı ediniyorsunuz?” hitabı, delilsiz ve nefsani teviller yoluyla hidayeti terk eden Ehl-i Kitab’a da Müslümanlığını zedeleyen veya örtmeye çalışanlara da yöneliktir.
İlk dönem İslam tarihinden beri ümmeti dini hakkında gruplara ayrılanların dört önemli zaafını şöyle özetleyebiliriz:
1- Şura ve ehliyet umdelerini önemsemeyen iktidar-yönetme tutkusu. (Bu sapkın tutku Emevilerle beraber Saltanatçı yorum ve uygulamaları getirmiştir.)
2- Soy ve nesep taassubu. (Bu taassup Rasûlullah’ın (s) Veda Haccı’nda sakındırmaya çalıştığı kabileciliği, kavmiyetçiliği; ayrıca Emevi yönetiminde de Arap-Mevali ayrımıyla Arap kavmiyetçiliğini kamçılamıştır. Ve bu müfsid tutum son iki asırdır olumsuz anlamda kavmiyetçilikten ulusçuluğa inkılap etmiştir.)
3- Usulu’d-din konusunda taklid ve mezhepçilik asabiyesi.
4- Allah’ın dini konusunda delilsiz ve keyfi rey kullanma yanlışı. (İlk dönemlerde bâtıni ve işârî kelam tartışmaları, Helen kültüründeki taşkın/sudur felsefesinin tercüme-telif yoluyla İslam Felsefesi olarak takdim edilmesi bu yanlışlığa örnektir.)
Tabii ki Kur’an’daki delaleti açık akaid umdeleri, yaşantımızla ilgili helaller ve haramlar; ayrıca Mütevatir Sünnet’teki örnek ibadet uygulamaları “rey” veya “keyfi rey” kapsamında değildir. Bu konular dışında kalan fikri ve ameli ihtiyaçlarımızla ilgili rey, içtihad veya yorumlar, Kur’an ve Sünnet’teki muhkem ölçülerle çatışmaması ve mutlaklaştırılmaması şartıyla çözümleri veya değişebilir sabiteleri oluşturur.
İşte Kur’an ve Mütevatir Sünnet temelli “sabitelerimiz”e veya “değişebilir çözümlemelerimiz”e (içtihadlarımıza) dikkat etmeksizin dini alanla ilgili rey’de, yorumda bulunmak tamamen nefsaniliktir, delilsizliktir veya Yahudilerin kelimeleri yerlerinden değiştirmesi gibi (4/46) ölçüsüz tevilciliktir.
Bu tür zaafları derinleştirmek için İslam düşmanlarının her zaman kurdukları fikri ve sosyal tuzaklar da oldukça önemlidir. Bu zaaflar delilsiz, Kur’an ve Sünnet’siz olarak nefsani arzuları tahrik etmek veya nass üzerinden yapılan aşırı rey veya yorumlarla da güçlenmek eğilimindedir. İslam düşmanlarının insanları vahiyden uzaklaştırmak veya İslami kavramlar konusunda tefrikaya düşürmek konusunda 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasına telkin ettikleri modernist proje ve tutumların önemli olan bazılarını sıralayabiliriz:
1: 19. yüzyıldan bu yana İslam dünyasında yaygınlaştırılmak istenen Batı kaynaklı en önemli fitne, ulusçuluk olmuştur. Ulusçuluk zaaflı pozisyona düşmüş olan ümmeti seküler kutsallar çerçevesinden daha da parçalamaya ve kavramsal olarak da dinlerini tahrif etmeye dönük bir fitnedir.
2: Bugün Batılı cahiliyyenin bizlere yaşattığı yönetsel, ekonomik ve yaşam tarzıyla ilgili temel sorunları hesaba çekmeliyiz. Ama modernizm bu sorgulamayı yapabilecek bazı Müslüman entelektüelleri usulu’d-din konusundaki yetersizlikleri veya hevaları nedeniyle zihinsel olarak dönüştürmeye, İslam’ı liberal veya sol değerlerle uzlaştırmaya çalışanların da önünü açmaya çalışmaktadır.
3: Değişim-dönüşüm hedefini bir muslihun sorumluluğunda değil de; Batı’da liberal reformları, anarşist yıkıcılığı, marksist mülkiyet tanımazlığı veya faşist darbeciliği ifade eden “revolution” yani “devrim” kavramının çağrıştırdıklarıyla izah eden Müslümanlar olabilmektedir. Kur’an’daki “sünnetullah” ve “ıslah” kavramları veya rasûllerin metodik örnekliği yeterince idrak edilemediği için vahyi eksenden uzaklaşılmakta; ya da içeriği netleşmemiş heyecanlı bir “devrim” algısı içinde Kur’an’ın yönlendirdiği dönüşümle ilgili ibadet anlayışımız muhteva yoksunluğuna uğramakta ve parçalanmaktadır. Oysa “devrimcilik”, ancak “ıslah” kavramıyla, yani yeniden fıtrata ve vahye köklü dönüşüm anlamıyla irtibatlandırılarak anlam kazanabilir ve ödünç olarak kullanılabilir.
4: Rasûlullah’ın vahyi bilgi kaynağını şairlerin veya azizlerin ilhamı gibi gösteren ve bu ilhamı da bir beşer olarak kendi dönemindeki Arapça ve Arap kültürü ile ifade ettiğini söyleyen Montgomery Watt, Rudi Paret gibi İslamiyatçı oryantalistlerin çalışmaları biliniyor. Bu tür oryantalistlerin oluşturdukları Kur’an’la ilgili tarihselcilik söylemini, Müslümanların kültür hafzasına taşıyan Türkiyeli bazı ilahiyatçılar veya İranlı Suruş, Şebuşsteri gibi felsefeciler de dini parça parça etmeye vesile olmaktadırlar. Çünkü dinin “hakikat” boyutunu ve vahyin “ilme’l yakîn” ifade eden korunmuş olan kaynağını göreceli, tartışmalı hale getirmeye çalışmaktadırlar…
5. vd.: Türkiye yönetiminde yer alıp da “ekonominin dini-imanı olmaz” diyen musallilerin; Irak’ta Şii-Sünni kutuplaşması içinde birbirini yok etmeye çalışan mezhepçiliğin; Suriye’de Müslüman kardeşlerimizin katledilmesine stratejik hesapları uğruna göz yuman İran’daki Rehberiyet makamının; İslami kavramlarını milli/ulusal kavramlardan ayrıştırmayan hocaların yaptıkları da Kur’an akaidine, Kur’ani kavramlara ve şeri muhkem delillere dayanmayan delilsiz, keyfi ve nefsani yorumlardır. Bu tür şaz yorumlar din konusunda insanların ve gençliğin kafasını bulandırmakta ve dini parçalayan tefrikalar oluşturmaktadırlar.
Rabbimiz dini parçalayan ve “gruplara ayrılanlar”la ilgili ayette, İslam’ın ilahi olan mevsuk değerlerini tartışan, muhkem ölçülere dayanmayan ve nefsani yorumlarını, reylerini piyasaya ilmi bir içtihatmış gibi sunan saptırıcılarla ilişkimizi kesmemizi istiyor. Çünkü bu kişilerin çoğunluğu Kur’an’ın ve İslam’ın muhkem değerlerine rağmen zan ifade eden delilsiz felsefik ve nefsani görüşlerini piyasaya ilim olarak sunmaktadırlar. Veya İslam’ı öncelikle muhkem ölçüleri ile yaşamak yerine, vehim ve zanna dayanan görüş ve felsefelerini asıl gündem haline getirmeye çalışmakta veya lüzumsuz cedelleşme ortamları oluşturmaktadırlar. Ayrıca Rabbimiz bu tür batıl veya sanal gündemlerle oyalanmamamızı, selam verip geçmemizi (25/63); yoksa rüzgârımızın kesileceğini (8/46) belirtmektedir.
Rabbimizin vehim, zan ve vesveselerini asıl gündem maddesi yapmaya çalışan bu tür kişilerle ilgili gösterdiği yol, bu kişilerle ilgiyi kesmek doğrultusundadır. Böylece şaz-aykırı ve oyalayıcı söylemlerin yaygınlaşmasına vesile olunmamış olunur. Onlar hakkında nihai hüküm verecek olan bizler değiliz. Onlar için Rabbimiz buyurmaktadır:
“Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, onlara yaptıklarını haber verecektir.”
Bu delilsiz ve nefsani eğilimler karşısında bize düşen sorumluluk, İslam ve tevhid anlayışımızın itikadi ve ameli sahalarda sabit ölçülerini yaşantımızla tanıklaştırabilmektir. Değişkenlerimizin yani yorumlarımızın içtihadi delilleri de açık ve ulaşılabilir olmalıdır.
Hadis külliyatında dinlerini parçalayanların 72 fırka olduğunu belirten muhtelif rivayetler vardır. Ve bir de Fırkayı Naciye’den bahsedilmektedir.
Bu konuda Kur’an bütünlüğünden ve tüm rasûllerin siretinden çıkarttığımız ders ve örneklik, topluca hakkın şahitliğini yapmamızdır. Ayrıca “emri bil maruf nehyi anil münker” yolunda olabilmemiz ve bu görevi ifa edebilecek bir ümmet nüvesi halinde olmamız (3/104) veya bunu oluşturabilmemiz en temel ibadi görevimizdir. Taassup ve taklitçilikten korunma bilincinde olan Müslümanların her asır takip etmeleri gereken çizgi de bu istikamettir.
Bu istikameti sürdürebilmemizin yolu, dinin asılları konusunda yeterli ve tutarlı şahitler olabilmemize bağlıdır. Yaşadığımız sorunları Rabbimizin rızasına ve Kitab-ı Kerim’e uygun olarak istişari temelde çözümleyebilmek, hikmet ve basiret işidir. Rabbimizden bu nimetleri niyaz ederiz. Bize düşen Rabbimizin yardımı için çabalamaktır.
YAZIYA YORUM KAT