Dink kararı ve hükümete düşen görevler
12 eylül günü halkın büyük teveccühüyle onaylanan 26 maddelik Anayasa değişikliği paketinde en büyük gürültüyü koparan iki madde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi’ne dair olanlardı. Yani doğrudan yargı sistemimizi, yargıda oluşan kast ve kooptasyon geleneğini yıkan düzenlemelerdi bunlar.
Evvelki gün, yani Hrant Dink’in doğum gününden bir gün önce, AİHM, yargı sistemimizin nasıl çürüdüğünü, vatandaşlarını nasıl mağdur ettiğini ağır bir mahkûmiyet kararı ile tescil etti. Bunlardan ilki, bilirkişi raporunun “suç unsuru yoktur” tesbitine rağmen yerel mahkemede 301. Madde’den Dink’in mahkûm olduğu, temyizde Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin, sonrasında ise Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun onadığı karardı.
Dünkü Taraf’ın Dink kararına ayırdığımız sayfasında yer alan Tuba Tekerek’in haberinde, kararda imzası olan bir Yargıtay üyesinin duygu ve düşünceleri vardı Dink hakkında.
Yargıtay üyesi “İçimiz paramparça. Ben sizden bin kat fazla üzülüyorum. Siz bir karar verebilirsiniz ama düşünceniz başkadır. Karar başka bir şey, insanın içi başka şey. O kararın öyle alınması gerekiyordu” diyordu.
Üye, görevde olduğu için isminin açıklanmasını da istemiyordu.
Bu nasıl bir yargı sistemidir ki, bir üye, içi paramparça olduğu, vicdanı ve aklıyla çeliştiği halde böyle bir karar vermek zorunda hisseder kendini?
“O kararın öyle alınması gerekiyordu...”
Kilit cümle bu olmalı... Çünkü bu kararı mahkûm eden, Hrant’ı oybirliği ile aklayan AİHM, gerekçesinde “O kararın neden öyle alındığını” açıkça deşifre etmişti:
MAHKEME, YARGITAY’IN, ASLINDA FIRAT DİNK’İ, 1915 OLAYLARININ SOYKIRIM TEŞKİL ETTİĞİ GÖRÜŞÜNÜ İNKÂR ETMESİNDEN ÖTÜRÜ DEVLET KURUMLARINI ELEŞTİRDİĞİ İÇİN DOLAYLI OLARAK CEZALANDIRDIĞI GÖRÜŞÜNE VARMIŞTIR.
İsmini vermek istemeyen Yargıtay üyesinin samimiyetle itiraf ettiği gerekçenin aslı, işte bu zihniyettir.
Yani, adaleti ve hakikati araması, tecelli ettirmesi, suçu olmayan kişileri aklaması gereken bir mahkeme, kendi vatandaşına ideolojik gözlüklerle bakıyor, onun siyasi duruşu ve etnik kimliğine göre karar veriyordu.
19 Ocak’tan beridir, Hrant Dink’in ölümünün, onun tıpkı yaşarken hayatını adadığı gibi, ülkesindeki demokrasi mücadelesine büyük bir katkısı olacağı ümidini taşıdığımı ifade ettim ve bu tarihin bir milat olacağını söyledim.
Nitekim, Türkiye’nin Dink’i bir neo-nazi ile bir tutan savunması sonrasında açıklanan bu ağır mahkûmiyet, hükümetten ümit verici açıklamaların gelmesini sağladı. Her iki olayda da hükümetin bu pespaye kararların ardında durmaması, ciddi bir zihniyet devrimini beraberinde getirebilir. Yoksa, Ak Parti de, korakor mücadeleye girdiği yargı vesayetinin yanına düşen bir görüntü verir.
AİHM’in birleştirip gördüğü diğer dört davanın sonucu ise, Dink cinayeti davasında Trabzon Emniyeti ve Jandarması, Samsun ve İstanbul Emniyeti’nin cinayeti önleyebilecek bilgilere sahipken bu görevlerini yapmadıkları, cinayet davası sürecinde ise, sözkonusu devlet yetkilileri hakkında soruşturma izni verilmediği, gereken davaların açılmadığı, yani cinayet davasının birkaç tetikçi ile nihayetlendirilmesine çalışıldığının tescili oldu.
AİHM bu kararında hem üslup, hem içerik hem de teknik olarak Türkiye’ye çok kararlı ve sert bir mesaj verdi.
Bunu zaten Türkiye Cumhurbaşkanı Gül düzeyinde kabul etmişti. AİHM kararından sonra ise, Dışişleri Bakanlığı karara itiraz edilmeyeceğini ve karar hükümlerinin uygulanmasına yönelik çalışmalar yapılacağını açıkladı. Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise “Biz yaşama hakkı sözkonusu olduğunda anlamsız savunma yapmanın gerekli olmadığını düşünüyoruz. Türkiye artık savunulmaması gereken konularda savunma yapmayacaktır” dedi.
Bu açıklamalar Türkiye için bir devrim niteliğinde. Ancak işin lafta kalmaması için hükümetin bu vaatlerini ete kemiğe dönüştürmesi lazım. Çünkü AİHM kararı bağlayıcı nitelikte talepler içeriyor.
Konu hakkında hem Dink ailesi avukatı Fethiye Çetin, hem de Malatya davası avukatlarından yazar Orhan Kemal Cengiz dostlarımı aradım, hukuk sistemi içinde, Dışişleri’nin vaat ettiği karar hükümlerinin uygulanmasına yönelik çalışmaların neler olabileceğini konuştuk.
Öncellikle, hükümet, ihmal ve kastı bulunabilecek, AİHM ve Başbakanlık Teftiş Kurulu kararında da tescillenmiş devlet kurumları ve sorumlu görevlileri hakkında acilen soruşturma açmalı ve suç varsa ana davaya eklenmeleri, cinayetin tüm yönleriyle ortaya çıkması sağlanmalı.
AİHM kararı bu yetki ve görevi Adalet Bakanlığı’na açıkça veriyor.
İkinci olarak da, Hrant’ın haksızca mahkûm edildiği 301. Madde davasıyla ilgili olarak, Anayasa’nın 90. maddesinin 5. fıkrası, Türkiye’ye kesilen cezaların kararda imzası bulunanlara eşit biçimde rücu edilmesine olanak tanıyor. Bu, yasalar çerçevesinde hükümetin yargı sistemine verdiği çok net bir mesaj olacaktır. Böylelikle bu tür düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller bir daha tekrarlanmayacaktır.
Teşekkürler Hrant.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT