Dini meselelerle alakalı iyi niyetli olmayan tartışmalardan uzak durmak
‘’Din Yalnız Allah’ın Oluncaya Kadar Mücadele Etmek’’ Emrinin İlkeleri, Ahlakı ve Sınırları
‘’Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur’’ (Bakara 193)
Ayeti celilede geçen ‘Ve katiluhum’ kelimesi ‘onlarla savaşınız’ anlamındadır. Burada kastedilen ‘savaşınız’ eyleminin tek emir kelimesinden ibaret olmadığını ancak birbirine bağlı hükümlerin bir sonucu olduğunu belirtmeliyiz. 190. Ayetten itibaren konu bütünlüğü içinde detaylar veriliyor. Savaş açan müşrik topluluğa karşı ‘nefsi müdafaa’nın yani onlarla savaşın şart olduğu (savaş izninin verildiği şeklinde okuyanlar da var), vazgeçerlerse savaşın durdurulması gerektiği emrediliyor. Devam eden ayetlerde misillemenin şekli, müşriklerin ve işbirlikçilerin yaydıkları yalan haberlerin, iftiranın ve kafa kargaşasının önüne geçilmesinin şart olduğu -ki tüm bunlar fitne olarak tanımlanmıştır, aktarılıyor. Savaş esnasında Mescidi Haram’ın eminlik kuralına dikkat edilmesi gerektiği ama tuzağa da düşülmemesi uyarısı yapılıyor. Haram aylar ayrıntısıyla ölçü hatırlatılıyor ve yine müşriklerin tuzak taktikleri konusuna dikkatler çekiliyor. Ve ‘fitne kalmayıncaya din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız’ emri geliyor. Ayetlerdeki bu bütünlüğün bilinmesine müfessirler önem vermişlerdir. Konunun öznel ayrıntıları bunlar. Ama ayetlerden genel ilkelerin de çıkartılması gerekmektedir: Fitne karşısında her zaman teyakkuz içinde olmak lazım. Cahili yaşam biçiminin cazibeli tuzaklarına, fikri bulanıklıklara kanmamak gerekmektedir. Mücadelede yöntemin ölçülerini Kitabımızdaki ayetlerden ve Sireti Rasul’den çıkartmak lazımdır. Fitne bir imtihan durumudur. Dikkatli kararlar alınmalıdır. Önemli olan imtihanlar karşısında planlı, ilkeli ve kararlılık içinde, ahlakı muhafaza ederek mücadele edilmelidir. Sonuçta ‘mücadele’ siz bir ‘mukatele’den bahsedilemez. ‘Ve katiluhum’ kelimesini İslami mücadele sürecinin aşamaları üzerinden, yani bir mücadele sürecinin en nihayetinde ki bir eylem biçimi olarak okuduğumuzda kastedilen mantıksal bütünlüğü/hikmeti de kavramış oluruz.
Fitne ölümden daha ağırdır!
‘’Fitne’ kelimesi; Allah’a ortak koşma, İslam’ın değerlerine, inançlara ve Müslümanlara karşı mücadeleye girişme hali olarak açıklanmıştır. Kişiyi yaşadığı yurdundan çıkarmak, dininden dolayı zora sokacak sıkıntılara uğratmak fitnedir; bu durum öldürmekten daha ağırdır. Şirki, cahiliyeyi yaymak, İslam’dan uzaklaşmak/ dönmek, Allah'ın yasaklarını çiğnemek birer fitnedirler. Müminin dininden dönüp kâfir olması öldürülmesinden daha ağırdır. Müslümanları cazip tekliflerle küfre çağırmak da, zorla küfre/cahiliyeye sokmaya çalışmak da birer fitnedirler. Haram ayda ashabdan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu Müslümanların gücüne gitmişti. İşte bütün bunlar "Fitne öldürmeden daha ağırdır." prensibinde özetlenerek harb ilânının sebebi kısaca ifade buyurulmuş ve Müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda ya gazi veya şehid olmaya teşvik edilmişlerdir’’ (Elmalılı H. Yazır/ Bakara Suresi Tefsiri). Âyetin sonunda “fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur” buyurularak savaşa dair hamleden geri çekilmek gerektiği vurgulanmıştır. (Reşîd Rızâ, II, 211).
Bu ayeti celile; aktüel, siyasal, metodik birçok konuda dine, inançlara ve yöntemlere dair gündemler söz konusu olduğunda üzerinde en çok durulan ayetlerden biridir. Ayette yüce Rabbimiz net olarak müminlere nefisleri ve toplumu ifsad eden ‘fitne ile mücadele etmeleri’ ni emrediyor. Ayetler dizininde İslam’ı ve Müslüman şahsiyeti hâkim kılmak sorumluluğuna vurgu yapılıyor. Bakara Suresinin 190-195. ayetleri birlikte okunduğunda görülecektir ki; dini aidiyetin, imkânların ve kazanımların müdafaası için fitneyle mücadele şarttır. Mücadelenin en önemli boyutu, vakti geldiğinde mallardan ve canlardan fedakârlık ederek Allah yolunda savaşmaktır ki bu, Müslüman olmanın ve İslam kalmanın en temel şiarlarındandır. Dini ve Müslüman kimliği, İslam düşmanlarının baskı altına almaları tehlikesinin karşısında, her zaman tam bir teyakkuz, tedbir hali ve mücadele içinde olmak gerekiyor.
Dini meselelerle ilgili iyi niyetli olmayan sorgulamalar geçiştirmeye gelmez. Fitneye dönüştüğünde vereceği zarar büyük olacaktır!
Fitne; Müslümanları baskı altına almaya çalışan fiili zorbalıklar kadar, insanları ifsada yönelten bozuk fikirleri de kapsar. İslami aidiyeti terk edenlerin İslam’ı ve bu yoldaki çabaları eleştirmeleri fitneyi besleyen sebeplerdendir. Günümüzde İslam’ın temel umdelerininin hayatı anlamlandırma boyutunda bilgi kaynağını felsefeye odaklamış bazı eski İslamcıların, ‘İslam savaş dinidir’ ‘din işgali öngörür’ tarzında batı menşeili rasyonalist tezlerle dini itham etmeleri elbette fitnecilerin elini güçlendirmekten öteye bir işe yaramamaktadır. Hiçbir zaman İslam’ı bir şarkiyatçı edasıyla sorgulamak işi masumane karşılanamaz ve fikir özgürlüğü gibi bir safsatayla da izah edilemez: ‘’Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır’’(Ali İmran 85), ‘’Hani sizden söz almış ve Tur Dağı’nı tepenizde yükseltmiştik ‘Size verdiğimize (Kitab’a) kuvvetle yapışın ve söz dinleyin’ demiştik. Dediler ki: ‘İşittik ve isyan ettik’ Küfürleri sebebiyle ‘buzağı sevgisi’(1) onların kalplerine içirilmişti. De ki: ‘Şayet müminlerseniz, imanınız size ne kötü bir şey emrediyor!’’ (Bakara 93), ‘’ Kim de hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra Rasûl’e muhalefet eder (2) ve müminlerin yolunun dışında bir yola uyarsa, (batıl yolu ona süslü göstererek) onu yöneldiği yola havale eder ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!’’ (Nisâ 115)
İslam; adalet, merhamet ve hakkaniyete dayalı; bozulmamış fıtri değerler üzerinde bir inanç sistemi kurmayı hedefler. Bu hayat metodunun niteliği; insanlık âleminin rahmani ilkeler üzerinde inşa amacını içeren ve en güzeli var kılmayı amaç edinen bir düşünce sisteminden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ı Kerim bize bu amacın gerçekleşme yollarını hikmetleriyle açıklamaktadır. Bu bir insanlığın kurtuluş reçetesidir. İnsanlık bu nimetten yoksun kaldığında ki günümüzde bu çok açık müşahede edilmektedir, bütün insani ahlaki fıtri değerler kaybetmeye mahkûm olacaktır.
Müslüman, rabbinin ona yüklediği, yeryüzünde sulh adalet ve ahlakı temin etmek sorumluluklarını üstlenen kişidir. Bu sorumluluk insanları zorla iman ettirmek anlamına gelmez. Onun anlamı; Allah’ın dinini yeryüzünde üstün bir güç haline getirmektir. Cihad, inanç içindir, bu inancı kuşatma altına girmekten, ablukaya düşmekten korumak, baskıya uğramaktan korumak içindir. Bu inanç sistemini ve pratik hayatı düzenleyen ve sulha kavuşturan şeriatı savunmak içindir.
“Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez.” (Bakara 190)
Burada kastedilen savaş insanlığın savaşlar tarihi boyunca tanımış olduğu başka hedefler uğrunda yapılmayacak; sadece “Allah için” olacaktır. Yoksa ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna, maddiyat ele geçirmek uğruna veya bir sosyal bir sınıfın diğerini boyunduruğu altına sokmak uğruna yapılmayacaktır. Yeryüzünde bu mücadele yüce Allah’ın sözünün üstünlüğünü (ilâh-i kelimetullah’ı) sağlamak için olmalıdır. Bunun dışındaki çabalar kabul gören mücadeleler değildir.
"Sadece Allah'ın adı yüce olsun diye (i'lay-ı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 281-282). Allah’ın Rasulü (sav) "İnsanların hangisi daha üstündür?" sorusuna "canıyla, malıyla Allah yolunda savaşan mümindir" buyurmuştur (Buhârî, Cihâd, 2)
‘İ’layı kelimetullah’ (Allah’ın adını yüceltmek) için savaşmak istila ve işgal amaçları taşımaz. ‘’İslam yeryüzündeki dengeleri ve toplumlar arasındaki düzeni bozmak isteyenleri kötüleyen bir dindir. İstilâ, tecavüz ve sömürü amacı taşıyan saldırıları asla tasvip etmez (Bakara 11-12, 205; Nisâ 94). İslamiyet ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, inançları konusunda baskı altında kalmalarını önlemek, kendilerine ve ülkelerine yönelik tehditlere karşı koymak için yapılan savaşı Allah yolunda verilen mücadele olarak meşru görür. Cihadın kapsamı içinde; Müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızâsını temin için İslâm esaslarını öğrenmesi, öğretmesi, ferdî ve içtimaî planda yaşanmasını sağlamaya çalışması hususu bulunmaktadır. İslâm’ı tebliği ve bu hususta karşılaşacağı engelleri aşmak gayreti de cihadın konusu içindedir. Fitne kalmayıncaya din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşmak (Bakara 193; Enfâl 39) emrinin kapsamı bu konuları içermektedir. Hiçbir Müslümanın inancı konusunda baskı altında kalmaması, insanların her türlü beşerî ihtirastan uzak olarak Allah’a inanmaları ve inançlarının gereğini yerine getirmeleriyle Allah yolunda istenen savaş hedefine ulaşmış, diğer bir ifadeyle ‘İ’layı kelimetullah’ gerçekleşmiş olur’’ (İsl. Ansk. Diyanet /İlayı Kelimetullah)
“Allah yolunda savaşmak”; “Allah’ın ismini yüceltmek ve O’nun dinini güçlendirmek için cihad etmek” izninin ilk kez Hac Sûresinin 39. ayetiyle ‘savunma amaçlı’ olarak emredildiği görülmektedir.( Zemahşerî (I, 118)/Diyant. Tefsr.)
Allah Rasulü (sav) tüm savaşlarda ve nefsi müdafaa eylemlerinde aşırılığı yasaklamıştır. “Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, müminlerdir.” (Ebu Davud) “Allah’ın Nebisi bize savaşta yağmacılığı ve işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı.” (Buhari) “Bureyde (ra) şöyle dedi; Allah’ın Rasulü, bir ordu başına bir komutan atadığı zaman yakın arkadaşlarının yanında ona takvalı olmayı ve birlikte savaşacağı mücahidlere iyi davranmasını tavsiye eder, şöyle derdi: `Allah için, Allah yolunda savaşın. Allah’ı inkâr edenleri öldürün. Savaşın, ama gaddar olmayın, işkence ile adam öldürmeyin, küçük çocukları öldürmeyin’’ (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)”
Günümüzde fitne yolunun en tipik temsilcileri olarak hemen akla; ellerine yetki geçtiğinde insanlığa ve kendi halkına zulmeden fanatik ideoloji sahipleri ve bazı yöneticiler gelmektedir. Bugün İslam âleminde yönetimde olan diktatörlük rejimlerinin kendi halklarına yaptıkları ortadadır. Yine onlara destek veren, onlarla kurdukları ittifaktan faydalanan batılı ülke yöneticilerinin tavırları da ortadadır. Bu çevreler İslam’ı arkaik, toplumları geri bırakan, saldırgan, uygarlık karşıtı olarak tanımladıkları İslam’ı değersizleştirerek Müslümanları gündemden düşürmeyi hedeflemektedirler. Ateizm propagandasını serbest bırakıp, zina ve alkollü toplumda olağanlaştırarak, Müslüman toplumun ahlaki kabullerini ve iffete, edebe dayanan ilke ve değerleri zayıflatarak İslam’ı etkisizleştirmeyi istemektedirler. İslâm inanç özgürlüğünü meşru olmak kaydıyla ön gören bir dindir. Allah Teâla dinde zorlamayı men etmiştir.
Kur’an’ı Kerim’de savaş ile ilgili ahlaki, insani ve toplumsal maslahatların sağlanmasına dayalı ilkeler bulunmaktadır:
Kâbe emin beldedir ve orada savaşılamaz. Haram aylarda savaşılmaz. Eman dileyene silah çekilmez. Suçu olmayan veya suçu ispatlanmamış olan cezalandırılamaz. Kelimeyi tevhidi ikrar eden/Allah teslim olduğunu söyleyen öldürülmez. Kadınlar çocuklar yaşlılar savaştan muaftırlar onlar asla öldürülemezler. Savaşta esir almanın şartları vardır ve bunlara riayet edilmelidir. Af yolu en güzel övülen yoldur mümkünse işler sulh yoluyla düzene konulmalıdır. Hudeybiye Anlaşması, Kudüs’ün fethi daha İslam tarihinden nice örnekler bu konuda tarihe derin kavi notlar olarak yazılmışlardır.
Cihad fedakârlık demektir. Kur’an’da ve Rasulullah’ın (sav) uygulamalarında Allah yolunda maddî yardımda bulunmak cihad bahsinin temel unsuru olarak tanımlanmış ve bu eylem övülmüştür. ‘’ Allah yolunda (mallarınızı infakta ve cihadda) harcayın. Sakın kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik yapın; hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever.” (Bakara 195) İnfaktan kaçınmak cihadı terk etmek kişinin kendini telafisi zor bir tehlikeye atması anlamına geliyor.
İslam evrensel bir barışı öngörür; bütün insanların huzur ve güven içinde yaşayabileceği bir ortam var etmeyi hedefler.
Allah’ın Rasulü (sav) Risalet görevini aldığı andan itibaren, onun bu tebliğ ve davet görevini nasıl yürüttüğüne bu konuda nasıl bir hassasiyet gösterdiğine tanık oluruz. O ilkin yakın çevresine başkalarının onlardan hissedeceği eminliğin temin edilmesiyle işe başlamayı öngörmüştür. Müminlere tüm insanlık âlemi ve evren ile ilgili tutarlı dengeli düşünmeyi ve Allah’ın rızasına dayalı hayat kurmayı öğretti. Cahiliyeye, haksızlığa, adaletsizliğe, iffetsizliğe, acımasızlığa, nefsini ilah edinmeye kaşı ‘la’ deme bilincine örneklik etmiştir.
Sahabesine yüce rabbe hamd etmeyi, şükretmeyi öğretti. Müslümanların ekonomik hayatlarını tanzim eden emirlerin pratiklerini gösterdi; zekâtın benimsenmesini sağladı, faizin yasaklanması, sadakanın uygulanması gibi emirlerde örneklik sundu. Böylece bu emirler vasıtasıyla, belli bir düşünce formuna sahip inananlar arasındaki ekonomik ilişkileri tanzim etmiş oldu. İslam uygarlığının temeli olan birlikte yaşamayı, sulhu, Rahmani ve Rabbani ilke ve esaslar üzerinde Kuran ahlakını gözeten tecrübeyi, anayasal mutabakatı ümmet ondan öğrendi. İşte Medine sözleşmesi örnekliği budur. Rasulullah (sav) ve müminler Medine’ye geldiği zaman, burada Yahudiler, putperest olan Araplar ve az da Hıristiyanlar yaşıyordu. Bu farklı etnik gruplarla bir arada yaşarken belli bir düzenin, belli bir hiyerarşinin oluşması gerekiyordu. Allah’ın elçisi bu düşünceyle diğer kabilelerle temaslarda bulunup görüşmeler yaptı ve onlara ‘sizlerle bir arada yaşayacağız, birbirimize karşı bir takım sorumluluklarımız bulunmaktadır. Bunu belli bir sözleşmeye bağlayalım’ teklifinde bulundu. Onlar da Rasulullah’ın bu teklifini doğru buldular. Ve işte bu tecrübeden İslam uygarlığının temelleri yükseldi ve insanlık tarihine çok değerli bir mühür vuruldu.
Yüce rabbimiz gönderdiği dinin merkezine merhameti yerleştirmiştir. Merhamet edilenin nesebi, din, aidiyeti sorulmaz. “Size ne oluyor ki, ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder.’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’(Nisa 75). Yine Kehf Sûresi’nde anlatılan Zülkarneyn kıssası, bu mananın en güzel örneklerindendir. Bir dünya ıslahçısı ve adil bir nefer olan bu mübarek zat, arzın doğusuna batısına seferler düzenliyor, mazlumları zalimlerin baskısından kurtarıyor. Günümüzde de Zülkarneyn misali neferlere ne kadar da ihtiyaç vardır!
“Allah’ın dinini hâkim kılmak” hedefi toplumları zorla İslam’a dâhil etmeyi kastetmemektedir. Zira Kuran bütünlüğünde bu konuya bakmalıyız. Kitabı Mübin’de “Dinde zorlama yoktur.” denilmektedir. Dinde tebliğ vardır. Rasulullah (sav) hiçbir insanı zorla İslam’a sokmamıştır. İslam fıtrat dinidir ve zorla dine sokmak fıtrata uygun değildir. “Dinin bütünüyle Allah’ın olması” Allah’ın insanlığa beyan buyurduğu; ahlakın, adaletin, infakın, hayatı ibadet bilinciyle kavramanın idrakine varmaktır. Elbette merhalenin ilk aşamaları bunlardır. Toplumsal ıslah benimsendikçe İslam tevhidi bütünlük içinde ahlaki, ibadi ve hukuki umdeleriyle hayatın rengini belirlemeye başlayacaktır.
İlginçtir ki; İslam uygarlığının ilk kapılarından biri ‘tevazu’dur. Allah’ın Nebisinin yanına gelen bir elçi onun manevi azameti karşısında titremeye başlar. Rasulullah (sav) şu sözleriyle o kişiyi yatıştırır: "Sakin ol, ben kral değilim; kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum."(İbn Mace, Et’ime, Kenzu’l-Ummal)
Kur’an’ın, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri Müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine (Ankebût 46; Mümtehine 8-9) ve Müslümanların tarihi boyunca gayri Müslimlerin İslâm beldelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşın Hristiyan âlemi papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkileri tercih etti. Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar, bu düşmanlığın günümüzde süren uygulamaları, Müslüman beldelerin yönetimine çöken diktatörlerin gerçekleştirdikleri darbeler ve katliamlara verdikleri destek derin kaygılar inşa etmiştir. Dün Bosna-Hersek’te, yakın dönemde Irak’ta, Afganistan’da şimdi Filistin’de, Keşmir’de, Suriye’de gerçekleşen, Müslümanların mal, can, namus, servetleri, kurumları gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler ve işgaller tarihte olduğu gibi günümüzde de Müslüman toplumların onlarla ilgili kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Sert ve zalim olan İslam değildir tersine Batı ve onun pragmatik değerlerini öngören ideolojiler ve siyaset felsefeleridir.
Cihad; Müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızâsını temin için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimaî planda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim uğrumuzda cihad edenlere elbette -bize ulaştıracak- yollarımızı göstereceğiz” (Ankebût 69) “Allah uğrunda -Allah’ın rızasına ulaşmak uğrunda- hakkıyla cihad edin” (Hac 78) mealindeki ayetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir. “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan âfiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” (Buhârî, “Cihâd”, 112, 156; Müslim, “Cihad”) diyen rahmet elçisi dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz.
İslâm’ın hayat anlayışı Kur’an-ı Kerîm’de iki yönüyle özetlenmiştir: ‘’Teslimiyet ve İstikamet’’
Teslimiyet: “De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah içindir” (Enam 162) İstikamet: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tâğūt) yolunda savaşırlar” (Nisâ 76).
Rabbimiz istikametten, hikmetten, dava bilincinden ve insanlığa karşı davet bilincinden ve merhamet yolundan biz mümin kullarını ayırmasın. ‘’Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!’’ (Ali İmran 147)
(1)Buzağı sevgisi: Bakara Suresinin 93. ayet-i kerimesinde vurgulanan “Buzağı sevgisi içirildi” ifadesi çok dikkat çekicidir. Kalp, Allah’a olan bağlılık ve sevgiyi bıraktığında onun yerine yerleşen sevgi, merak, tutkuların niteliği fikri istençler ve tutkuyla bağlanılan imgeler ve amaçlar olarak tecelli eder. Bu yöneliş ve itaat Allah’ın razı olduklarından başka merciinin veya referansın eline bırakılırsa artık insanın hangi meçhul vadilerde dolaşacağı bilinemez; “İman edenlerin Allah sevgisi, bütün sevgilerin üzerindedir…” (Bakara, 165)
(2)Agnostik (Laedri) eğilim sahipleri şayet dindar geçmişe sahiplerse İslam inançlarından başlattıkları söylemlerinde ‘yaratıcı, Rasul, kitap, vahy’ gibi kavramlarla ilgili sorgulamalarla kendilerini teyit etme yoluna gidiyorlar. Agnostisizm/Lâedriyye “şüphe edenler ve şüphe edip etmediklerinden de şüphe edenler” olarak tanımlanmıştır. Buradaki şüphe, bilginin imkânsızlığı hakkındaki kesin bir septisizmden çok bilinmezci bir tutumu ifade eder (Telḫîṣü’l-Muḥaṣṣal, s. 40). Pozitivizmin gölgesinde seyreden teolojik felsefi yorumların geldiği son noktalardan biri deizm olarak adlandırılan ‘kitap ve rasul’ün din ve ahlak tercihinde belirleyici olmadığı tezidir. İbn Teymiyye bazı İslâm filozoflarının Kur’an’ın lafız ve mânasının Tanrı ile ilişkisine dair görüşlerine, vahiy meleğini “faal akıl” olarak anlamalarına, rasuller dışındaki bazı seçkin insanların da bu akılla ittisâl kurabilecekleri şeklindeki iddialarına işaret etmiş ve bu anlayışı vahye dayalı ‘tevhid dini’ için tehlikeli bulmuştur. Bu anlayışta olanlar vahyin dindeki konumu yerine normatiflik kriterlerinin öncelenmesini dillendirmektedirler ki bu, inanç konularında temel referansın ‘akıl ve bilimsel tecrübe’ olduğu anlamına gelmektedir. Artık bu görüş sahiplerine göre dine dair üst referansta; rasule, vahye ihtiyaç kalmamıştır. (Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl, X, 210-211, 214-217; a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, XII, 21-23)
YAZIYA YORUM KAT