"Dini İbni Arabi ya da Mevlana Üzerinden Öğrenmek"
Faruk Beşer, bugünkü yazısında "İbn Arabî'nin ve diğerlerinin şeriatla telif edemediğimiz sözlerine nasıl bakmalıyız?" sorusunu soruyor, "yangından ilk kurtarmamız gereken evrak da bu efendiler değil, dinin asıl kaynaklarıdır.” diyor.
Faruk Beşer / Yeni Şafak
Bir önceki yazımızın son paragrafında şöyle demiştik:
“Biz herhangi bir zâtı çok sevebiliriz. Bu tabîdir. Ama eğer dinimizi tanıma konusunda bir belirsizlik varsa, yangından ilk kurtarmamız gereken evrak da bu efendiler değil, dinin asıl kaynaklarıdır”.
Güvendiğim ilim ehli bir vâiz bana kendisinin sevdiği bir hoca efendinin bir konuşmasını gönderdi. “Bu hocamızı seviyorum ama bu söylediklerini anlamakta zorlandım, ne dersiniz?” dedi. O hocaefendi diyordu ki: “Mevlana buyuruyor ki, Allah dostlarıyla oturup bir saat sohbet etmek bin yıl riyasız ibadetten üstündür. İmam Rabbanî de demiştir ki, şeyhleri övmek için dünya kadar kitap yazsam denizlerdeki bir damla kadar bir iş yapmış olmam.”.
Onlar böyle demişler mi dememişler mi bilmiyorum. Ama Mevlana'yı ya da İmam Rabbanî'yi kurtarmak, onların büyük olduğunu ispat etmek için bunların tevilini aramamıza gerek yok, biz biliyoruz ki, sevabı da günahı da belirleyen Allah'tır.
Biz İbn Arabî'nin ve diğerlerinin şeriatla telif edemediğimiz sözlerine nasıl bakmalıyız? Dini bunlar üzerinden mi anlamalıyız? Bu gerçekten çok kafa karıştıran bir şey. Çünkü bu ve benzeri zâtların söylediklerinin bazıları çok anlaşılmaz ve zahiren şeriata zıt şeylerdir.
Ben şahsen bu insanların büyük oldukları kanaatindeyim. Bunca yüz yıllardır kendilerinden söz ettirmeleri sadece hataları sebebiyle olamaz. Ama benimki sadece bir hüsnü zandır, onları tezkiye etme hakkımız da yok. Derecelerini ancak Allah bilir ve onlara bilgisiyle muamele eder.
Kesin olan şudur ki, kim olurlarsa olsunlar böyle zâtlar ve onların söyledikleri edille-i şer'iyyeden, yani dinin delil saydığı şeylerden değildir. Onlar söylemişse doğrudur demek dinin gittikçe kıyıya vurması anlamına gelir. Bütün dinler bu yolla safiyetini kaybetmiştir. Anlaşılan o ki, aynı durum İslâm'ın başına da gelmiştir ve gelmektedir. Bir farkla ki, hakkı temsil eden âlimler kıyamete kadar İslâm'ı bozulmaktan kurtaracaklardır. Ama bu arada müslümanlar da çok büyük zayiatlar vermektedirler.
Mesela İbn Arabî için şöyle düşünmemiz bence meseleyi hâlleder: Bu zât benim doğru bildiklerime ters ve anlamadığım şeyler söylüyor ama ben onlardan sorumlu değilim. Onların bir kısmı bir yorumla doğru olabilir. Ama bir o kadar da yanlış olma ihtimali var. Bu söyledikleri sadece dindar zeki ve bilge bir zâtın zihinsel egsersizleri, kendi düşünceleri, varlığı kendince anlamlandırmak için yaptığı felsefî yorumlardır. Kafası o kıratta çalışan insanların kâinat dalgaları arasında böyle zihinsel sörfler yapmaları hem tabîdir, hem haklarıdır. Aynı dalgalar arasında yine böyle sörf yapan bir başkası, İmam Rabbanî gelir ve meselâ “vahdet-i vücûd”un bir yanılgı olduğunu tespit eder, onun yerine “vahdet-i şühûd”u koyar. Bir başkası da gelir bunun da bir yanılgı olduğunu ciddi delillerle anlatır ve bu sörf böylece sürüp gider.
Bu kabil zihinsel sörfler kaçınılmazdır, hatta olmalıdır ki, tefekkür ve nazar denen ve insandan istenen eyleme engel konulmamış olsun.
Bu sebeple dini öğretmek için mesela Fütûhat, Mesnevî, Mektubat ya da Risale okunmaz. Bu çok azim bir hataya götürür. Ama din asıl kaynaklarından öğrenilirken bir zevk-i zihnî olarak bunlardan yararlanılabilir. Çünkü bunlar da İslâm düşüncesinin birikimleridir. Aksi takdirde Selefîcilik sığlığına da düşülebilir.
Sözünü ettiğimiz kitaplar ve benzerleri Sünnet örneğindeki Kurân-ı Kerîm'in yerine konulup merkeze alınırsa, din bunlar üzerinden anlatılırsa birkaç adım sonra sapmaların ve tefrikaların olmaması mümkün değildir, vakıa öyle de olmaktadır.
Oysa bu zâtların her birerleri bile bunun yanlış olacağına zaten dikkat çekmişler, ama bağlıları ve sevenleri, o tevazuundan böyle söyler, o bütün hakikatleri anlatmıştır, her dediği işin en doğrusudur diye düşünürler.
Mesela Said Nursî esas olanın, ilmi Kur’ân-ı Kerîm'den almak olduğunu, bunun da üç muhtemel yolunun bulunabileceğini söyler ve bunları şöyle anlatır: 1. Ya âlimlerin eserlerine olan ilgiyi kırıp, bu ilgiyi sâdece Kur’ân'a çevirmek. Bu yolun tehlikeleri vardır ve insafa da sığmaz. 2. Veya şeriatı anlatan kitapları Kur’ân'ın birer tefsîri gibi düşünüp onları Kur’ân'ı anlatıyorlar bakışıyla okumak ve bu yolla Kur’ân'ı anlamaya çalışmak. Bu yol da uzundur ve zordur. 3. Ya da halkın nazarını mevcût perdelerin üstüne çıkararak onlara doğrudan doğruya Kur’an'ı göstermek. Kuran'ın halis malı olanı yalnız ondan istemek. Başka vasıtalara muhtaç olan bilgileri ise o vasıtalardan (müçtehitlerin kitaplarından) aramak. İşte ancak bu takdirde dağılmış olan teveccühlerin hepsi birden Kur’ân'a yönelecektir...
Benzer uyarıları İmam Rabbanî ve diğerleri de yapar. Ama “varak-ı mihr'u vefayı kim okur kim dinler”.
HABERE YORUM KAT