Dindarlığımızın ataletini, taklitçiliğini veya asabiyesini aşmalıyız!
Ukrayna’nın işgal edilmeye başlanmasıyla bir kez daha belirginleşen istikbâra ve müstekbirlere dikkat çekmek zorundayız. Bombalanan, muhasara altına alınan ezilen erkeklerin, kadınların, çocukların çaresizliği ile ilgili sorumluluklarımız, son dönemin en önemli güncel gündemini oluşturuyor. Rusya’nın Kafkasya’da, Suriye’de, Kırım’da, Libya’da gösterdiği emperyalist işgal, katliam ve yayılma politikalarını ve Haleb’te İran’la beraber 30 bin binayı bombalaması on binlerce insanı katletmesi gibi tecrübeleri Doğu Avrupa’daki Ukrayna’ya taşımasıyla ilgili, Özgür-Der yaptığı protesto eylemleri ile Türkiye halkını ve Müslüman kamuoyunu uyarmaya çalıştı ve tavır almaya davet etti.
Konuyla ilgili Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibinin “ahlakçılık” ile “gerçekçilik” marjlarını gözeterek yürüttüğü dış politika içinde Ukrayna’yı yalnız bırakan NATO’ya ve Batı Bloğu’na ayrıca işgalci Rusya’ya yöneltme dirayeti gösterdiği eleştirilerin mahiyetini bile kavrayamayan bir muhalefetle karşılaştık. Ayrıca birçok AK Parti yandaşı gazeteci, siyasetçi ve akademisyen; televizyon ve gazete; ayrıca sosyal medya trolleri adalet ölçülerinden sıyrılmış bir pragmatizmle Rusya propaganda sürecinin adeta reklamcıları konumuna düşmüşlerdir. Bu konu Cuma hutbelerinde, duahanların münacatlarında, dindar kesimin platformlarında ve üç aylar içinde gündeme gelen Miraç Kandili kutlamaları ve mevlit törenleri duaları arasında yer bulup hayatla ilgili İslami ve insani sorumluluklarımız bağlamında altı çizilemedi; gerekli beyanlar üretilemedi.
Aksine dindar kesimde Ukrayna konusu malayanı yaklaşımlarla konuşulmaktadır.
Bir yaklaşıma göre, “Azgın filler karşılıklı tepişiyor. Ukrayna gibi ayaklar altında kalan gayr-ı Müslimlerden bize ne” denilerek Müslimler dışındaki olaylara duyulan ilgisizlik söz konusu olabilmektedir. Oysa küffar arasında daha çok zararlıya karşı daha az zararlıyı gözetme stratejisinin Rum Sûresi’nin ilk ayetlerine dayanarak oluşturulabileceği hakkında müfessirler arasında bir icma vardır.
Ayrıca yeniden oluşan dünya dengeleri arasında yani “Yeni imparatorluk güçleri” arasında var kalmaya veya gücü oranında bağımsız bir topluluk olmaya veya Afganistan gibi bölgesel bir güç ya da devlet olmaya çalışan Müslümanlara “NATO’cu” veya “NATO karşıtı” veya zorunlu ilişkilerinden dolayı Amerikancı, Çinci, Ruscu denmesi fazla şablonik bir yaklaşım kalmaktadır. Zira sömürü, yayılma, işgal ve asimilasyon politikaları karşısında “çok merkezli güçler dengesi” arasında tarihteki Sasaniler karşısında kazanacak Rumlar gibi (30/2-4) daha az zararlı olanları gözetmek Resulullah (s)’in Sünnetindendir. Bu siyasi Sünnet, kendimize yeter bir güç oluncaya kadar, mü’min bir kitleye dayanarak kısmen de olsa Enfal Sûresi’nde işaret edildiği gibi düşman karşısında güç hazırlayıncaya (8/60) kadar “ilkeli seyyaliyet” olarak kavranılması gereken bir durumdur; dirayet ve ferasettir. Gözetilmesi gereken ise tek kutuplu dünyadan 3 ya da 4 kutuplu dünyaya doğru gidildiğidir.
Değişen konjonktüre göre güç dengelerinin ağırlık eksenlerinin ve yayılma emellerinin ne kadar değiştiğini kavramak veya daha ehven hale geldiğini gözetmek şûrâ kararı alabilecek niteliksel bir katılımın ve basiretin gereğidir.
Müminler, bu konuları takip edecek şûrâ işleyişi ile birlikte siyasi bir basiret kazanmadan, ümmet olarak geleceklerini ihya edemezler; anın fıkhının gereklerini yerine getirmedikleri için gaybi yardıma mazhar olacak gerekçeleri de üretemezler. Ayrıca vesilelere sarılmadan ve bedel ödemeden düşman tanklarını, uçaklarını ve füzelerini amelsiz dualarla durdurmak mümkün görülmemelidir.
Bu bağlamda bir diğer yaklaşım ise Nisa Sûresi’nde bahsedilen müstezaf erkekleri, kadınları ve çocukları (4/75) gündemimize alıp almadığımızdır. Yardıma muhtaç ezilenler, müstekbirler tarafından baskı altına alınan, itilip kakılan, aşağılanan ve sömürülen çaresizlerdir (4/98). Rabbimizin bu insanlar için savaşmayı, “Allah için savaş” ile aynı kategoride ele aldığını değerlendirebiliriz. Buhari’nin ve İbn Hanbel’in aktardığı hadis rivayetine göre Resulullah’ın “Esiri kurtarınız” (Sahih, 179; Müsned, IV, 394) emri bu kapsamda da değerlendirilmiştir. İşaret ettiğimiz ayetler bilinçli mü’minlerin dini hayatı ve sorumluluklarını kendi yakınları ve yaşadıkları memleketleriyle hatta İslam ümmeti ile sınırlandıramayacaklarını göstermektedir. Dünya ölçeğinde kendi imkânları ile çıkış yolu bulamayan ve fizyolojik olarak da yeterli güç ve kuvvete sahip olamayan yaşlı ve özürlü insanlardan, hastalardan, çocuklardan İslam cemaatinin belirli ölçüde sorumlu olduğu üzerinde duran birçok ihtisas sahibi alimimiz vardır.
Dindar kesimlerin Ukrayna konusunda olumsuz yaklaşımlarından bir diğer örnek de Batı ve Doğu Bloğu olarak tasniflenen 1991 öncesi çift kutuplu dünya politikaları konusunda ortaya atılan ideolojik propaganda söylemleridir. İran’ın konjönktürel bağlamda 1980’lerin başında ürettiği “Büyük Şeytan Amerika” sloganının ehemniyeti artık zayıflamıştır. Artık ABD gibi Rusya da Çin de Şeytan’ın cürümlerinin eşit kardeşleri olmak ve kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda daha çok yayılmak, sömürmek ve insanları kendi çıkarları doğrultusunda asimile etmek istiyorlar.
Artık kapitalist yolla kuvvetlenmek isteyen güç odaklarının durumu, menfaatlerine göre değişkenlik gösterebilir ya da gösteriyor. Artık NATO, Avrasya Paktı, AB veya BRİCS dayanışması gibi pragmatik güçleri savaşılacak veya desteklenecek güçler olarak değil, bu paklarla ve paklar içinde de kalpleri parça parça olan (59/14) küresel kapitalist güçlerin şerlerinden korunmak, küfür ideolojilerine “Hayır” demek ve hicret edeceğimiz yeni mekanlar ve yeni bir ümmet diriliğini inşa etmek için pozisyon almalıyız.
Ukrayna konusuyla ilgilenmek hususunda diğer bir itiraz da Başkan Vladimir Zelenskiy’nin Yahudi olduğu ve İsrail’i desteklediği ile ilgili arşiv bilgileridir.
1991 yılı hatırlanacak olursa Irak'ın işgaline de karşı öncü çabalar içinde yer alan Haksöz ve Dünya ve İslam çevresini, ABD emperyalizmini unutup, “Saddamcılık” yapmakla suçlayan dindar kesimler olmuştu. Evet Saddam, Arap ırkçılığı yapan tutumuna ve istibdatına muhalefet eden halkına kimyasal silahlar atan, İran’a ve Kuveyt’e yönelik işgal girişimlerinde bulunan yerli bir caniydi. Ama Saddam bahane edilerek ABD ve Koalisyon Güçleri ile bölge işgal edilmeye ve müslim olan halk taciz edilip katledilmeye çalışılıyordu. Zulmün küçüğü karşısında konuşanlar büyüğü karşısında susmamalıydı. Biz Ukrayna bağlamında da iki cahili güç arasında tercih yapmıyoruz. İşgalcilerin mustazaf konumuna düşürülen erkeklere, kadınlara, çocuklara bomba yağdırmasına ve çıkar amaçlı yayılmacı-işgalci tavra Kafkasya'daki, Kırım’daki, Suriye'deki, Libya'daki Rus katliamlarına ve işgaline karşı çıktığımız gibi karşı çıkıyoruz.
Müciz İsra vakıasını doğru kavramak
Yukarıda bahsettiğim Miraç kandili kutlamaları ve mevlit törenleri gündeminde okunan dualarda Ukrayna’da saldırıya uğrayan yaşlıların, kadınların, çocukların acıları yer bulamadı. Yine sözü edilen toplu dualarda Rusya’nın yayılmacı ve işgalci politikalarıyla Çeçenistan’da, Suriye’de, Libya’da şehid ettiği, mağdur bıraktığı kardeşlerimiz ve masum insanlar için de dayanışma ruhunu ifade eden rahmet okuma cümleleri yer alamadı. Ayrıca İsra Sûresi’nin girişindeki “Bir gece, kendisine delillerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. O, işitendir; görendir.” ayetinde de, Kur'an’ın bütününde de gaybi boyutu olan Miraç diye bir olay geçmemektedir. Yani Miraç konusu delaleti kat’i ve subut’u kati bir nass’a dayanan bir akaid umdesi değil, bazı müteşabih ayetlere atıfla yorumlanan kelâmi/zanni bir konusudur.Oysa gaybi konularda “Zan ‘gerçekten’ yana hiçbir değer taşımaz” (53/28).
İsra Sûresi’nin ilk ayetinde geçen “esra” (yürüttü) ile irtibatlı ve “sery” (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma) kökünden türeyen isrâ’ Kur’an’da mâzi sîgasıyla yer almış ve bu sûrenin de adı olmuştur.
TDV İslam Ansiklopedisi’nde Kadir gecesi dışında dört dini gecenin de varlığı anlatılır. Bu gecelerden farklı olarak Kadir gecesinin mübarekliği ve “bin aydan hayırlı” olması Kadir Sûresi’nde de anlatıldığı gibi Kur'an'ın değer ve kıymeti ile ilgilidir. Kur’an’da ve sahih rivayetlerde yer almayan ve mübarek olarak kabul edilen diğer kandil geceleri (Mevlid, Regaib, Mi’rac ve Berat) işarette bulunduğum hakemli ansiklopediye göre bid’at-ı hasene olarak ilk olarak hicri üçüncü asırda; ayrıca Mısır’daki Memlükler ve Fatimiler Yönetimlerinde dini bir ibadet formu kazanmıştır. Bu gecelere kandil denmesi de II. Selim (1566-1574) döneminde camiler aydınlatılıp minarelerde de kandiller yakılması olayıyla başlamıştır.
Mealini verdiğimiz ayeti kerimede ki İsra olayı “gece yürüyüşü” demektir. “Bir kısım ayetleri göstermek için” Resulullah’ın Mescid-i Haram’dan alınıp Mescid-i Aksa’ya yürütülmesidir. Resulullah ve yakın sahabisine Allah’ın yardımı konusunda mutmainlik sağlamak için gerçekleşen bu olay kimine göre ruhi, kimine göre bedeni, kimine göre de rüyada gerçekleştiğine dair kelâmi değerlendirmelerle veya bu tür rivayetlerle ele alınmıştır.
Bu hallerin mahiyetiyle ilgili yakîni/kesin bir bilgiye sahip değiliz; ama hepsi de olabilir, hepsi de Rabbimizin kudretindendir. İsra olayı’nın ne zaman gerçekleştiği rivayetlere göre tartışmalı da olsa, genellikle üç yıl süren boykot günlerinden sonra “hüzün yılı” olarak kabul edilen Resulullah (s)’in eşi Hatice annemizin ve hâmilik yapan amcası Ebu Talib’in ölümüyle oluşan moral durumunu takviyeye ve ashabını da teselliye dönük bir ümit ve motivasyon aşılamak ve kalplerin güçlendirilmesi amacıyla vuku bulduğu üzerinde durulur. Nasıl ki kalpleri mutmain olsun diye Musa (a)’ın Tur dağında “asası yılana ve eli ışık saçan hale” (28/31-32) dönüştürüldüyse, İbrahim (a)’a da “ölülerin nasıl dirilteceği” (2/260) gösterildiyse yani kalpleri teskin olsun diye müciz olaylar söz konusu olduysa, İsra mücizesi de bu özelliği taşır. İsra müciz vakıası öncelikle inkârcıları inandırmak için değil, Allah’tan ilahi yardım bekleyen ilk dönem müminlerine ve Resulullah’a motivasyon sağlamak için vukuu bulmuştur diyebiliriz. Ancak muhaddis Buhari, İsra olayı’nın, bağlı olarak da Miraç kültürü anlatısının, Resullükten önce olduğuna dair Sahih’inde rivayetler aktarmıştır (Buhari, Menakıb, 24; Tevhid, 38).
İlk kıble mahalli olan Mescid-i Aksa ifadesi İbranice Yerushalim / Allah’ın evi, Aramice bu şehrin adı olarak Beth Makdeşa veya Latince İlia, Arapça “kutsanmış ev” olarak Beytül’ Makdis olarak da kullanılıyordu. İslam’ın hakimiyetine girmesiyle “temiz, arı, mukaddes” anlamına gelen Kudüs olarak anılmaya başlanmıştır. Kudüs’ün fethi ile şehrin sakinleri için Ömer bin Hattab (r) şehrin sakinleri için yazdığı eman fermanında ise şehrin adı İlia olarak kullanılmıştır. Mescid-i Aksa’nın kelime manası “en uzak yerdeki mescid” anlamına geldiği için konu Yahudi oryantalist Montgomery Watt tarafından 100 km’den az bir mesafe tayini içinde ele alınmış, Vakidi ve Ezraki’nin tarihi nakillerine göre Mescid-i Aksa’nın Beyt-i Makdis olmadığı Resul-ü Ekrem’in zaman zaman Mekke dışında namazgâh olarak kullandığı Ci’rane’deki mescid olduğu rivayetlerine dayanan şek ve şüphe uyandıran yaklaşımlar olsa da ana eğilim Mescid-i Aksa’nın bugünkü Kudüs’te ilk kıble mahallimiz olduğudur.“Etrafını mübarek kıldığımız” ilahi ifadesine Süleyman Mescidi/mabedi ile bütünleşebileceği diğer yorumlara göre daha açıktır.
Fiziki alemdeki tabiat olaylarını aşan bir anlatım ve bildirim olan İsra vakıası bizim için bir itikad konusudur, ama bu olayın müteşabih boyutuna eklemelerle evrenin gayb boyutlarına Resulullah’ı yükselten ve Allah’la görüştüren rivayetlerden oluşan Miraç olayı ise zanni olan; sübut açısından da, delalet açısından da kat’ilik taşımayan; nur-u Muhammedi, Nur-u Ali inançları gibi delaleti açık bir çok ayetle çelişen bir algıdır. Mehdilik gibi eski muharref dini kültürlerde de bulunan Miraç türü rivayetleri Aleviler de “Şah” dedikleri Yaratıcıyla gayb katında temasta olduklarına inandıkları 40’lar Meclisi ile irtibatını kurarak “gayba taş atma” (18/22) konumuna düşmektedirler.
Mevlitlerin, miraciyelerin, Muhammediyelerin, Ahmediyelerin halk arasında yaygınlığı bizim için sadece ve sadece kültürel birer kaynak olarak değerlendirilmelidir; ama bu kültürel dini yorumlar,din kaynağı asla değildir. İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve onun uygulama örnekliği olan Resulullah’ın Sünnetidir. Resülullah’ın “üsvetu’l hasene” (33/21) olan Sünnet’i ise gayb ile ilgili değil, itaat etmemiz gereken vahyî uygulamalar (4/69) yani ameli konularla ilgilidir. Zira Resulullah da münzel vahiy dışında gaybı bilmez (27/65).
Zaten İsra Sûresi’nin 93. ayetinde müşriklerin Muhammed Aleyhisselamdan "Altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin” tarzında isteklerine Resulullah Rabbimizin hitabıyla "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?" diye cevap vermiştir.
İsra müciz vakıasında da görüldüğü gibi itikad anlayışını ve kültürel birikimini münzel vahiy ile ıslah edemeyen dindar kitlelerin, sosyal ve beşeri olaylara da sağlıklı bir usulu’d-din çerçevesinde yani Kur’an’ın nassları ve Resulullah’ın sosyal ve siyasi olayları değerlendirme Sünneti içinde yeterince algılayamadıkları bir hal ile karşı karşıyayız.
Rabbimiz bize itikadi, sosyal ve siyasi olaylara vahyin ölçüleriyle bakmayı, Sünnetin uygulamayla ilgili boyutunu ve hikmetini kavramamızı nasip eylesin. Bizlere mümince bir ferased, dirayet ve tahkik gücü nasip eylesin.
YAZIYA YORUM KAT