Dindarlar ve demokrasi
Bu başlık Ahmet Altan'a ait. 11 Temmuz tarihli Taraf'taki yazısında "Ben bu ülkede dindarlar içtenlikle katılmadığı sürece demokrasi olabileceğine inanmıyorum." diyor.
Ben de ona katılıyorum. Yine de zihnimi kurcalayan bir soru var: Burada kullandığı "içtenlik (samimiyet)" kime izafedir? Kendisine mi, dindarlara mı? Yani "Ben içtenlikle şunu düşünüyorum: Dindarlar katılmadıkça demokrasi olmaz" veya "Dindarlar samimi olmadıkça demokrasi olmaz." Hangisi? İfade muğlak olduğuna göre, İslam'daki iki ilkeden hareketle ben şöyle derim: Ahmet Altan ilkini kastetmiştir. Çünkü "Hüsn-ü zan asıldır" ve "şüphe kişinin lehine yorumlanır."
Bir yazısı dolayısıyla kendisine e-mail atan bir okur, "her seferinde samimiyet testinden geçirildiğimiz için fazlasıyla gücendiğini" yazmış. Altan da böyle bir algıya sebebiyet verdiği için yazıyı kaleme almış. Bir nezaket ve hassasiyet örneği bu. O e-maili göndereni çok iyi anlıyorum. Biz dindarlar -ben buna hayatlarında "dinlerini ciddiye alanlar" derim, fark etmez- laik aydınlar tarafından her defasında bu küçük düşürücü testten geçiriliyoruz. Türkiye'ye, AB için üyelik statüsü verildiği hafta Ali Kırca bizi Siyaset Meydanı'na çağırmıştı. Bana şunu sordu: "Siz, AB üyeliğini destekliyorsunuz, peki bütün Türkiye merak ediyor: Samimi misiniz?" Ben zaten hazırcevap değilim, bir anda aptallaşıp kaldım. Bunun samimiyetle ne ilgisi var? Bu politik bir meseledir ve insanlar herhangi bir politik karar verdiklerinde rasyonel davranırlar, çıkarlarını gözetirler, kararın neyi alıp neyi götüreceğini düşünürler. Kimse malihülyalı bir aşkla politik kararlar almaz. 28 Şubat'tan sonra dindarlar düşündü taşındı: Bu Kemalizm denen sistem, kendisi dışında kimsenin haklarına itibar etmiyor. AB üyelik süreci daha çok demokrasi, daha çok hak ve özgürlükler, daha çok hukuk devleti getirebilirse, herkes rahatlar. Bu kadar basit.
Yıllardır, aynı şeyleri vurguluyorum: Bu toplumun ana damarı dindarlardır. Onların demokrasi mücadelesine katılması elzemdir. Bu, başkalarını kendilerine benzetmeleri, başkalarının yaşama biçimlerine müdahale etmeleri için değil, herkes her ne ise ve kendini nasıl tanımlıyorsa, kendisi gibi olması ve yaşaması içindir. Biz sadece tebliğ ederiz. Başkalarının bizim gibi yaşamaması umurumuzda olmaz. Herkes hesabını Allah'a verecek.
Ahmet Altan, söz konusu mücadeleye "Kürtlerin ve solcuların da katılması gerekir" diyor. Ben, bunlara Alevilerin, işçilerin, yoksul kesimlerin ve artık "azınlık" olmaktan çıkıp herkes gibi yurttaş statüsünde algılanması gereken gayrimüslim cemaatlerin de katılması gerektiğini düşünüyorum. Demokrasi mücadelesi erdemliler hareketi (Hilfu'l-fudul) olmalı. Herkes kendisi olmak ve yaşamak için bu mücadeleye katılmalı.
Son zamanlarda bazı liberal aydın ve yazarlarla içine girdiğimiz ihtilafın sebebi, liberal felsefenin bizatihi kendisinin bana rahatsızlık vermesi değildir. Hepsi değil, ama özellikle bazıları çifte-standart davranıyor. Mesela Eser Karakaş'ın güzel deyimiyle "Benim birkaç hastalığım var, eğer şimdi böbrek taşını düşürmek gerekiyorsa, illa da prostatı da, mideyi de şart koşmayayım. Sıra ile hepsini tedavi edelim." Ama tabii ki hükümetin ilk günden demokratikleşmeyi ve rejimi normalleştirmeyi sağlayacak adımlar atmaması, parti kapatmaları zorlaştırmaması, DTP kapatılmak istenirken sesini çıkarmaması, Ufuk Uras'ın Meclis araştırmasına destek vermemesi, başörtüsü sorununu diğer sorunlarla paket haline getirip çözme yolunu seçmemesi büyük bir hata idi. Ve bu köşenin takipçileri bu vahim hataya her defasında dikkat çektiğimi bilirler.
Liberal yazarlarla olan ikinci ihtilafımız, bize şunu empoze etmeleridir: Taleplerinizi liberal dille ifade edin, çünkü başka bir dil özgürlük talebinin dili değildir. Veya susun taleplerinizi biz dile getirelim. Bu, ifade özgürlüğü, müzakereci siyaset ve demokrasi mücadelesi değildir, bizi farkında olmadan dogmatizme ve totalitarizme götürür.
Yine de bu tartışmalar faydalıdır, siyasi kültürümüzü zenginleştiriyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT