Dillerimizin Esiri Olmamak İçin!..
İlişkilerimiz, doğası gereği içinde çatışmalar barındırır! Bu çatışmaların belirli oranda varlığı normal hatta faydalı sonuçlar doğurur, hayra dönüktür. Ancak sonucu itibariyle yıkıcı olan, iletişimi sonlandıran çatışmaların oranı giderek artıyor maalesef! Tartışma ahlakından yoksun, muhatabını anlamaya değil alt etmeye dönük tavırlar, bizleri yıpratmaktan ya da seviyemizi düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Karşımızdakini hedef alıp, diğer insanları etkilemek ve egomuzu tatmin etmek için; dili demogojik kullanma, duygu sömürüsü yapma, acelecilik, özensizlik, yanlış genelleme, önyargılar, batıl inançlar, yetersiz bilgi, basite indirgeme gibi bilinçli ya da bilinçsiz tutumlar en azından bizim mahalleye yakışmıyor!
İlk bakışta ikna edici gibi duran ama yakından bakıldığında kendisini ele veren bu davranışlar genellikle iki şekilde ortaya çıkıyor; parçalardan bütüne genelleme ya da bütünden parçalara indirgeme. Kullanılan dildeki belirsizlik, çok anlamlılık, kavramların yanlış kullanılması, bir fikir ve olayın yanlış ifade edilmesi, yanlış anlama, konu dışına çıkma, batıl itikat ve inançlar, kulaktan dolma yanlış bilgiler nedeniyle sıkça yaşıyoruz bu handikapı! Tespit edebildiğimiz birkaç örneği paylaşalım inşaallah..
Ortaya atılan iddiaya cevap yerine, iddiayı dillendirene saldırılır, karalama yapılır çokça! Düşüncenin yanlışlığı; iddia sahibinin karakteriyle, hareketleriyle alakalandırılır ya da etnik geçmişi, politik tutumu, dini görüşüne saldırarak kabul ettirilmek istenir. ‘Üniversitelerin sayısı değil akademik seviyeleri yükseltilmeli yoksa gelecek nesiller heba olacak’ diyen bir akademisyene; ‘KHK’dan ihraç edldiğin için böyle düşünüyorsun!’ demek gibi! Oysa kişinin ihraç edilmesinin konuyla alakası yoktur.
Söylem-eylem çelişkisi tartışmalarda en etkili argümanlardan! Tabi ki bir insanın söylemi ile eylemi tezat oluşturmamalı. Bu bizim iman-amel ilişkisi üzerinden ısrarla vurguladığımız bir konu. Ancak kişinin eyleminin söylemine uymaması, söylemin yanlışlığına delil olamaz! Bu durum söylemi etkisizleştirebilir ancak yanlışlama için yeterli değildir. Örn; ‘sigara içmek zararlıdır, çeşitli hastalıklara yol açar, sigaraya hiç başlama, içiyorsan hemen bırak’ diyen bir kişinin sigara içmesi tezat olsa da, bu gerçeği değiştirmez!
Düşüncesini kabul ettirmek isteyen kişinin, ortak tutum zırhına başvurması sıkça karşılaşılan bir tavır . Büyük çoğunluğun anlayışına atıfla düşünce savunulur. Böylece yanlış bir davranış, doğru gösterilmeye çalışılır. İnanca başvurma da bu minvalde değerlendirilebilir. Ortaya atılan görüşü yanlışlamak ya da kendi görüşünü doğrulamak için; ‘insanların çoğu böyle inanmış, inanıyor sen onlardan iyi mi bileceksin?’ safsatasıdır! Oysa insanların çoğu bu konuda hüsranda olabilir!
Grup ya da bir dönemin moda tabiriyle mahalle baskısı üzerinden iddiasını kabul ettirmeye çalışmak bir diğer örnek. Ait olduğumuz ilişki ağlarımız var! Okul, iş, dernek, aile gibi. Bir çoğumuz bu ortamlarda değer çatışmaları yaşadık, yaşıyoruz! ‘Bu zamanda’ kipiyle başlayan cümleleri hatırlayalım! Bu zamanda bu giyim tarzı, bu zamanda bu yaşam tarzı gibi baskılar, bilinçli, bilinçsiz dayatılan anlayışlar, bir çok kişinin maruz kaldığı ve gruptan dışlanmamak adına tavizler verdiği durumlar! Özellikle çocuklarımızın zihnini iğdiş eden bir handikap bu; resmi tören dayatmalarında, çocuklarımızın yaşadığı travmaları hatırlayalım!
Duygu sömürüsü yapmak bir diğer problem. Kişinin, iddiasının doğruluğunu kabul ettirmek için insanların duygularıyla oynamasıdır. Falanca şampuanın kullanılmasıyla saçların gür ve parlak olacağı iddia edilir. Saçları dökülen ve bu yüzden üzülen bir kişi, bunun gerçekliğine inanmak ister ve şampuanı alır. Veya birileri; ‘yanmaz kefen’ imal edip buna inanmak isteyen kişilerin duygularıyla oynayabilir ve iddianın doğruluğuna inanılıp ürün satın alınabilir!
Korku yayarak iddiamızın doğruluğunu kabul ettirmek, en büyük silahımızdır muhtemelen. En masumundan en karmaşığına kadar. Yıllarca ‘dört tarafı düşmanlarla çevrili’ bir ülkede yaşadık! Hergün acaba nereden saldırıya uğrayacağız endişesiyle ‘zalim kurumları’ kutsadık! Bugünse; ‘biz gidersek felaket olur’ ya da ‘bunlar kalırsa dolar ümüğümüzü sıkar’ kaygısı!
Yeninin cazibesi her zaman vardır. Yeni olan bir şeyin daha iyi olduğu önyargısı bu cazibeyi besler. Bir şey yeni olduğu için daha iyi veya doğru değildir. ‘Yeni tasarlanmıştır, bu yüzden eskisinden daha iyidir’ demek; fabrikasyona ve kullan at tüketimine dönüşen kültürün gizli öznesidir! Bununla birlikte salt maddi alanı kapsamaz yenilik. Düşünce dünyasında ‘modern’ anlayışlar, ideolojik çıkarları için yenilik üretmekten geri durmazlar! Sürekli reddeden anlayış bireysel, rasyonel ve değişime açık insan profili; kapitalizm için biçilmiş kaftandır.
Geleneğe başvurmak ise bu durumun tam tersi yönde işleve sahiptir. Bir iddia veya fikir sadece eski, denenmiş, geleneksel olduğu için doğru olamaz! Bazı durumlarda doğru olsa da bu her vakada geçerli değildir. Bizim inancımız da gelenekten gelir, ancak içerisine inanç yaftasıyla karışmış ve kanıksanmış düşünceler de vardır. Doğruyla birlikte sunulan yanlışlar kabule zorlanır. Oysa iddianın doğrularla karışmış olması doğruluğu için kanıt olamaz!
Bütünleme; bütünün kendisini oluşturan parçalarla aynı özelliğe sahip olduğunu çıkarma hatasıdır. ‘Suriyeli’ler dilenci, kaba ve cahil’dir, diyen bir kişi, kaç Suriyeli ile muhatap olmuştur acaba?! Bu tavır aynı zamanda genelleme problemini de barındırır. Fransa’da Sarkozy’nin; bir Roman vatandaş, bir Fransız’ı öldürdü diye; bütün Romanları suçlayıp sınır dışı etmesi örneğinde olduğu gibi!..İndirgeme tavrı ise tam tersidir. Bütün için doğru olan bir özellik veya iddianın, bütünün parçaları için de doğru olacağını düşünme hatasıdır.
Tercihe zorlama hali bir başka problem! Başka seçenekler olduğu halde karşısındakini iki seçenekten birini seçmeye zorlamak yoluyla yapılır. Günlük hayatta iki seçenekten birine zorlandığımız durumlar vardır. ‘Ya bana karşısın ya da yanımdasın!’ ‘Ya Pkk’lısın Ya korucu!’ ‘Ya ülkeni sev ya da terk et!’ ‘Ya Ak Partilisin ya da hain!’ gibi sözlerle tercihe zorlandığımız zamanlar yaşamışızdır birçoğumuz.
Sözde sebep paranoyası batıl itikatlarımızdan doğar. Bir olayın olmasının, bir zaman sonra başka bir olaya neden olduğu sonucunu çıkarmaktan kaynaklanır. ‘Bu e-postayı 10 kişiye gönderirsen başına talih kuşu konacak ama 3 gün içinde göndermezsen çeşitli kötülüklerle karşılaşacaksın!’ tarzında mesajlara çoğumuz muhatap olmuştur. Mesajı dikkate almayan birisi, bir hafta sonra buzlu yolda yürürken ayağı kayıp düşse ve bacağını kırsa; hastaneden çıkar çıkmaz ilk işi, mesajı 10 kişiye göndermek olur herhalde! İki olayın birbiriyle alakası olamayacağı halde, bacağını kıran kişi bunun sebebi olarak mesajda yazan tehditi görür..
Bir iddianın yanlışlığının ispatlanamamış olması doğru olduğunu, ya da doğruluğunun ispatlanamamış olması yanlış olduğunu göstermez! Ancak her iki durumda da ispatlamaya mecbur bırakılırız! ‘Hayaletin olmadığını ispatlayamazsın, o halde hayalet vardır.’ Veya ‘Ahireti ispatlayamazsın, o halde yoktur!’ örneklerinde olduğu gibi.
Görecelilik ya da sübjektif tutum takınmak da arızalı bir başka durum. Tamam ‘bana göre’ diyebilme özgüvenimiz olsun ancak bu bana görelerin ayakları yere basmalı değil mi? Bir kişinin bir iddiayı sadece başkaları için doğru olabileceği ama kendisi için doğru olmadığını söyleyerek reddetmesi ne kadar doğru! ‘İçki ve kumar tüm kötülüklerin kaynağı!’ ‘Sizin için öyle olabilir ancak bana göre büyük bir keyf!’ tarzında bir yaklaşım özgüvenden değil müflislikten neşet eder!
Velhasıl örnekler çoğaltılabilir ya da bazıları tartışmaya açık olabilir. Ancak net olan bir durum var ki; bu üslup ve dil oldukça yakınımızda ve yaygın. Halbuki biz müslümanlar yaptıklarımız kadar söylediklerimizden de sorumluyuz. Kullandığımız dil, niyetlerimizle örtüşmeli değil mi? Niyet Allah’ı hoşnut etmekse, dilimizle de bunu gösterelim inşaallah! Hz. Ali’ye atfedilen bir söz var; ‘söz dilden çıkana kadar senin esirindir, dilden çıkınca ise sen onun esiri’.. Dilimizin esiri olmamak duası ile…
YAZIYA YORUM KAT