Devletin zombileri
Eğer bütün Kürtler korucu olsaydı Kürt meselesi çözülmüş olmaz mıydı? Kesinlikle olurdu! Çünkü ortada Kürt kimliği ile bütünleşen doğal hakları talep eden kimse kalmazdı. Tabii bu biraz maliyetli de bir proje olurdu, çünkü bunca Kürt’e maaş bağlanmasını gerektirirdi. Ayrıca asayiş sorunlarına da hazır olmak gerekirdi. Çünkü bunca Kürt’ün elindeki silahı nasıl kullanacağından emin olamazdınız. Ama yine de Kürt meselesinin bitirilmesi hedefini düşündüğünüzde tüm bu maliyetlere katlanmak daha ‘akılcı’ gözüküyor.
Bu ‘mühendislik’ projesi size çok uçuk, yadırgatıcı veya ahlaki normlar kullandığınızda vicdansızca gelebilir. Ama bence devletin bakışı bu... Osmanlı’nın son birkaç yüzyılını da içine alan bir biçimde, bu toprakların ‘devleti’ sorunları çözmeyi değil, sorun sahiplerini yok etmeyi veya dönüştürmeyi hedeflemekte. Bu stratejiye verilebilecek tek ad ‘totaliter toplum mühendisliği’ olabilir ancak. Burada nihai amaç nihai çözüme ilişkindir... Yani söz konusu kimliğin tümüyle ortadan kalkması, tarihe gömülmesi ve ideolojik olarak tarih dışı kılınmasıdır.
Korucu sistemi PKK nedeniyle keşfedilmedi. Yaklaşık yüz yıl önce Abdülhamit’in aklettiği Hamidiye Alayları bugünün korucu sisteminin sosyolojik arka planını oluşturur. Nitekim 1894-6 yıllarında Ermenileri yığınsal olarak katleden Hamidiye birliklerinin geldiği köy ve aşiretler ile, günümüzün korucu köy ve aşiretleri neredeyse bire bir aynıdır. Diğer bir deyişle Kürt toplumunun bir bölümü, uzun bir zaman öncesinden bu yana devlet tarafından devşirilmiş durumda. Bu insanların ne bölgesel ne de kimliksel aidiyetleri kalmamış. Güç kullanımının esas olarak gücün daha da artırılmasına hizmet ettiği bir çarkın içinde dönüp durmaktalar. Yerinden edilmiş bir milyonun üstündeki Kürt’le ilgili yaptığımız TESEV araştırmasında, korucuların şizofrenik sıkışmışlıkları ve bu sıkışmışlığın güç kullanımı üzerinden nasıl aşılmaya çalışıldığı, meselenin yan temalarından biri olarak ortaya çıkmıştı.
Aynen geçen haftaki insanlık dışı katliamın yaşandığı Zanqırt köyünde olduğu gibi, devletin korucu olma çağrısı birçok yerde köyleri ikiye bölmüştü. Ama şartlar eşit değildi... Bir taraf elindeki silahı ve arkasında ‘devleti’ ile ortalıkta dolanmaya başlarken, diğer taraf devlet korkusunun bizzat kendi insanları üzerinden cisimleşmesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu dengesizlik hali kısa bir süre içinde zorlamaları, tahrikleri ve çatışmaları getirdi. Ne var ki mesele sadece bir tarafın silahlı olması, ya da daha çok silah edinebilmesi değildi. Mesele, iş yargıya gittiğinde veya devletin hakemliği söz konusu olduğunda, korucuların kayırılmasıydı. Çünkü neredeyse bütün olaylarda Jandarma’nın ‘bilirkişiliğine’ başvuruluyor ve her vaka aynı şekilde karara bağlanıyordu. Böylece korucu olmayanların köylerini terk etmelerine yol açan bir dinamik üretildi. Devlet bu ortamı teşvik etti, çünkü korucu olmak istemeyenlerin PKK’lı olduğu varsayıldı. Ne devlete ne de PKK’ya yaranmak istemeyen, sadece insan gibi yaşamak arzusunda olan bir ‘Kürt’ tahayyülü devletin çok uzağındaydı...
Böylece o köyler ve mezralar boşaldı... Korucular terk edilmiş ev ve arazileri kullanmaya başladılar ve bir süre sonra da yine devlet marifeti veya salt emri vaki ile bu mülklerin üzerine oturdular. Güç kullanımı bir süre sonra bizzat korucular arasındaki ‘meselelerin’ de halledilmesi için geçerli yöntem haline geldi. Bu köy ve aşiretler arasında geçmişten kalma kadın, arazi, namus, kan ve benzeri gerilimler zaten mevcuttu. Ama gücün kullanımı kaçınılmaz olarak o gücü de ‘yeniden dağıtmaktaydı’ ve bu dağılım eşitsizdi. Bunun sonucu olarak bazı aşiretler çeteleşerek diğer korucu aşiretleri üzerinde hegemonik bir güç oluşturdular. Sistem yeni husumetlerin kaynağı olurken, silahlı gücün bir ‘meta’ olabileceği de keşfedildi. Yine TESEV çalışması sırasında ortaya çıkan bilgiler, korucuların bir bölümünün ülkenin başka taraflarında ‘bitirilmesi’ gereken ‘işler’ için taşeronluk yaptığını, hatta örneğin Edirne’ye adam gönderip kadın kaçırabildiklerini ortaya koydu.
Ama aynı araştırma korucuların ‘gerçek’ hayatlarına ışık tutabilmemizi de sağladı... Bunlar yalnız bırakılmış, kimliklerini kamusal alanda taşıma şansını yitirmiş, bizzat kendi insanları tarafından horlanan ve aşağılanan insanlardı. Güç kullanımı bu psikolojik baskıya verilen bir tepki işlevine de sahipti. O bölgede kimliksizleşmenin ne olduğunu ‘modern ve çağdaş’ kişilerin anlaması zor olabilir... Koca bir tarihin ayaklarının altından çekildiğini hissetmek, bu utanç damgasını taşımak zorunda kalmanın yüküyle var olmaya çalışmak ağır bir travma. Korucu psikolojisi, kişinin kendi gözündeki aşağılanmasına daha da ‘gayrı insanileşerek’ cevap vermesini mümkün kılıyor. Bütün korucuların bu ruh halinde olduğunu söylemek mümkün olmasa da, hepsinin bu eşikte durduğunu söyleyebiliriz.
Onlar ruhlarını devlete teslim etmiş olanlar... Karşılığında kendi kimlikdaşlarının zenginliğine sahip oluyor, onların hayatlarıyla oynuyorlar. Ama bu süreçte kendileri de birer zombi haline geliyor. Aslında belki ‘devletin’ istediği, ‘askerî çözümün’ ima ettiği de bu... ‘Devletin’ hayali bütün Kürtlerin zombileşmesi... Bunun bizzat devleti de zombileştirdiğini anlamak ise kolay değil. Özellikle siz de zombileşme yolunda birkaç adım atmışsanız...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT