Devletin 'Kürt siyaseti'
Bir süre önce Erdoğan "Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunları vardır" dediğinde haklı eleştirilerle karşılaşmıştı.
Çünkü her şeyden önce Kürtlerin sorunları devletin bu topluluğa etnik kimlikleri nedeniyle yaptığı kısıtlama, haksızlık ve düpedüz zulümden kaynaklanmakta. Diğer bir deyişle devlet onları 'Kürt' olarak algıladığı için bütün bu sorunlar doğdu. Şimdi Kürtlerin kendi ortak kimliklerini bir kenara koyarak 'birey' haklarıyla yetinmelerini istemek ve beklemek, hem saygısızlık hem de gerçekçi değil. Ayrıca Kürtlerin temel sorunu olan dil 'bireye' değil, topluluğun kendisine ait bir değer ve ancak topluluk ölçeğinde yaşatıp geliştirilebilir. Dolayısıyla Kürtçenin özgürce kullanılması tek tek Kürtlerin meselesi olmanın epeyce ötesinde, o toplumun aidiyet duygusunun zeminini oluşturmakta.
Gelinen noktaya tarihsel açıdan bakıldığında bu tespit daha da pekişiyor. Türkiye Cumhuriyeti bir demokrasi olarak kurulmadığı gibi, vesayetçi yapısından da ancak bundan sonra kurtulma fırsatı yakalayabilecek. Bu tarihsel arkaplan, Kürtlerin tek tek asimile edilmesine, buna karşılık bir bütün olarak tüm kültürel haklarıyla birlikte yok sayılmalarına yol açtı ve ne devlet ne de çoğunluk 'Türk' toplumu bu durumdan gocunmadı. Dolayısıyla şimdi tek tek Kürtlerin Türklerle eşitlenmesi yeterli değil... Kürtlüğün de Türklükle eşitlenmesi gerekiyor.
Şiddet siyasetinin de işin esasına dönüldüğünde hem pratik hem de ideolojik açıdan devlet tarafından üretildiğini akılda tutmakta yarar var. Pratik açıdan bakıldığında geçmişte devletin şiddet kullanan bir Kürt siyasetini barışçı ve müzakereci olana tercih ettiği açık. Bu alanda devlet stratejisinin askerin uhdesinde kaldığını düşünürsek, şiddet tercihinin yapısal olduğunu ileri sürmek de mümkün. İdeolojik açıdan bakıldığında ise, devletin Kürtler açısından şiddeti işlevsel bir siyaset haline getiren bir ortamı bilerek zorladığını teslim etmek gerek. Türkiye Cumhuriyeti Devleti demokrasiyi içselleştiremediği ve kuruluştan gelen bölünme/parçalanma korkusunu atlatamadığı için, insanla toprağı bağdaştırabilen bir bakışa hiçbir zaman sahip olamadı. Farklılıklar müstakbel bir toprak kaybının habercisi olarak görüldü. Bunda gayrimüslimlere yapılmış olanların yaratmış olduğu ve yüzleşilemeyen vicdan azabını rasyonelleştirme arzusunun da payı var... Ayrılıkçılığın gerçek bir tehlike gibi gösterilmesi, muhtemel ayrılıkçılıkla suçlanabilenlerin tasfiyesini meşrulaştırdı. Böylece toprakla insan iki bağdaşmaz unsur haline geldi, çünkü topluma kimliğini veren topraktı. Askerin 'vatan' kavramına sıkı sıkıya tutunmasının nedeni, ülke sınırlarını ima etmesi değil, 'Türklüğün' toprakla bağlantılı kılınması, dolayısıyla toprağı koruyanın 'Türklüğü' yönetebilmesiydi.
Bu iki unsurun uyumu ise ancak bütün insanların bu toprağın ima ettiği kimliğe tabi olmalarıyla, yani asimile olmalarıyla mümkündü. Diğer bir deyişle devlet toprağın insana değil, insanın toprağa uyması tasavvuru üzerinde inşa edilmişti. Bu durumda devletin Kürtlere 'mesajı' basitti: Bir dönemler MHP'nin sloganı olan 'ya sev ya terk et', yani ya bize benzeyin ya da buradan gidin... Sorun Kürtlerin tam söze dökmeseler de, tarihsel miras olarak 'hem size benzemiyoruz, hem de buradan gitmiyoruz' demesiydi ve dolayısıyla da devlet açısından süreklilik arz eden bir çıbanbaşı olarak algılandı. Ancak Kürt siyaseti 1970'lerde görünür hale geldiğinde bu sorun devlet açısından daha da büyüdü. Çünkü devletin koyduğu sınırlar veri alındığında Kürtlerin önünde iki yol gözüküyordu: Ya buradan gitmek ve giderken toprak da götürmek, ya da burada kalmak ve farklı kimliğini hukuki zemine oturtmak.
Böylece T.C. Devleti kritik bir yol ayrımına geldi... Her iki çözüm de ona uygun değildi. Birinci yol Türkiye'nin küçülmesi, ikincisi ise bir demokrasi olmasıydı ve askerler her ikisine de karşıydılar. Kürtlerin asimile olmalarının mümkün olmadığı anlaşılınca, topraksız gitmelerini sağlamak üzere bir strateji gelişti. Kısacası Kürtlerin 'toprak isteyen' bir konuma oturması ve böylece devletin Kürt kimliğine ilişkin talepleri gayri meşru kılabilmesi istendi.
Bu amaçla diğer Kürt siyasetleri değil, PKK desteklendi... PKK'nın diğer Kürt siyasetçileri öldürmesine ses çıkarılmadı. Askerin bir bölümüyle PKK arasındaki ruh benzerliğinin geçmişi bu ortak yararcılığa dayanıyor. Kürt siyasetinin ayrılıkçılığa itilmesiyle paralel olarak, devlet bu siyasetin şiddet üzerinden oluşmasını da bizzat kendi şiddetiyle tetikledi. Ne yazık ki Kürtlerin içindeki öngörülü kişiler zaten tasfiye olmuştu ve böylece devletin davetini kabule hazır, şiddeti bayraklaştıracak bir anlayış Kürtleri kendi tahakkümü altına alabildi. Öyle ki bugün devlet demokrasi olmak isterken bile, Kürt siyaseti hâlâ vesayetçi ortamın kodlarından kurtulamıyor.
Burada kalmak ve kendin olmak artık mümkün... Üstelik Kürtler de bunu istiyor... Ama şiddet sürüyor. Çünkü alternatif yol demokrasi olmak ve aslında Kürt siyaseti de, aynen devlet gibi demokrasiyi yadırgıyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT