Devletin ‘dördüncü kuvvet’i...
Şırnak Uludere’de 35 köylünün ölümüyle sonuçlanan facia, başka birçok şeyin yanı sıra ülkemizdeki “devlet gazeteciliği”nin çapını ve derinliğini de gözler önüne serdi. Ben, basınımızda benzer birçok performans gördüm, fakat “devlet gazeteciliği”nin bu ölçüde kristalize olduğu başka bir örnek bilmiyorum. O nedenle bu faciayı bir de basın faciası yönüyle ele almanın doğru olacağını düşündüm.
Fakat ondan önce bir parantezle “devlet gazeteciliği” derken neyi kastettiğimi ve bu gazetecilik türünün nasıl işlediğini anlatmaya çalışacağım...
Medyayı eleştirel bir gözle ve çok yakından izlediğim son 11-12 yıl boyunca bana ne zaman “Türk basınının temel sorunu nedir” diye sorulsa her zaman aynı cevabı verdim: “Kendisini toplumun değil devletin bir parçası olarak hissetmesidir...” (“Devlet gazeteciliği” de işte, kendisini toplumun değil devletin bir parçası olarak hisseden gazetecilerin yaptığı şeydir.)
Bu o kadar temel bir sorundur ki, bu duyguyla yapılan faaliyetin hakikaten gazetecilik olup olmadığını bile şüpheli hale getirir.
Neden peki?.. Kısaca bakalım...
Basın, neden dördüncü kuvvet?
Gazeteciliğin, üzerinde en fazla uzlaşılmış tanımının, onun “demokrasinin dördüncü kuvveti” olması boşuna değildir. Bu tanımın başlıca üç yönü vardır.
Birincisi: Devlet mekanizmasını kullanarak ülkeyi ve toplumu yönetenler, nasıl bir ülkeyi ve toplumu yönettiklerinin bilgisini ancak çoğulcu bir medya üzerinden edinebilirler... Bu bilgiye sahip olmadıklarında toplumsal ihtiyaçları da bilemezler ve dolayısıyla demokratik yönetimler oluşturamazlar.
İkincisi: Bir toplum için neyin daha iyi ve doğru olduğunun belirlenmesi ancak açık bir tartışmaya “media”lık (ortam) edecek bir basınla mümkündür... Çoğulcu bir basın olmaksızın çoğulcu bir tartışma yürütmek mümkün değildir.
Üçüncüsü: Demokrasinin üç gücü (yasama, yürütme, yargı) toplum-devlet ilişkisinin belirlendiği yerlerdir. Fakat bunların üçü de esasen devlet adına faaliyet yürütürler ve eğer üzerlerinde bir denetim olmazsa, eşyanın tabiatı gereği sürekli olarak devleti kayırırlar. Basın, işte bu üç “devlet gücü”nü denetleyen “toplum gücü”dür ve o nedenle “dördüncü güç”tür.
“Devlet gazeteciliği” ise bunların tam tersini öngörür ve uygular:
Öyle bir gazetecilik ki, onun için toplumsal dertler, talepler ve acılar değil devletin ihtiyaçları ön plandadır...
Öyle bir gazetecilik ki, derdi, toplumsal talepleri aşağıdan (toplumdan) yukarıya (devlete) iletmek değil, devletin topluma dair tasavvurlarını ve planlarını toplumun kafasına kafasına çakmaktır...
Öyle bir gazetecilik ki, toplumdaki bütün fikirlerin özgürce tartışılmasına aracılık etmek yerine, devletin hoşuna gitmeyen fikirlerin toplumun gözünde “öcü” haline getirilmesi için çabalar.
Böyle bir gazetecilik, doğası gereği, devletin ilgi alanına girdiğini ve muhtemelen de hoşuna gitmediğini düşündüğü gelişmeleri haberleştirmeden, yorumlamadan önce mutlaka devletin ağzının içine bakar, oradan gelecek sinyallere göre harekete geçer...
Uludere faciasında tamı tamına böyle oldu...
Devletten resmî bir açıklama gelene kadar büyük sessizlik...
29 aralık sabahı, hafta içi her gün olduğu gibi Açık Radyo’da Açık Gazete’yi izliyordum... Ömer Madra, 09:00’a doğru Cihan Haber Ajansı mahreçli bir “son dakika” haberi okudu. Habere göre Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar Şırnak Uludere’de PKK’lı zannıyla köylülere bomba yağdırmış, çok sayıda köylü hayatını kaybetmişti.
Açık Gazete ekibi, saat 09:00 civarında her perşembe olduğu gibi telefonla Cengiz Aktar’a bağlandı. Onun ilk sözü “Uludere’de kıyamet kopuyor” oldu.
Ben, kısmen Cengiz Aktar’ın cümlesinin kipinden (şimdiki zaman), kısmen haberdeki “son dakika” uyarısından, fakat esasen de böyle bir gelişmenin, vukuundan en fazla yarım saat sonra haberleştirileceğini varsaymamdan dolayı, “sehven bombalama”nın en fazla son yarım saat içinde gerçekleştirilmiş olduğunu düşündüm. Fakat Cengiz Aktar’ın, “Haberi yabancı ajanslardan izliyorum, bizimkilerde hâlâ bir şey yok” şeklindeki uyarısı üzerine, PKK’nın yayın organı Fırat Haber Ajansı’nın (ANF) sitesine girdim... Ve dondum kaldım... Çünkü olay aşağı yukarı 12 saat önce cereyan etmişti!..
ANF, bombardımana ilişkin ilk haberi saat 03:08’de vermişti ve şu andaki bütün bilgilerimiz o haberde vardı: Bombalama gece 21:20 civarında gerçekleştirilmişti ve haberin verildiği saate kadar “35 kişinin parçalanmış cenazesine ulaşılmış”tı. “Bombardımandan yaralı kurtulan Servet Encü adlı yurttaş köye gelerek olayı anlatmış, köylüler olay yerinde toplanmış”tı. Haberden, köye 15 ambulansın geldiğini, bombardımanda ağır yaralanan M. Ali Tosun ve Serhat Ürek adlı köylülerin Şırnak Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığını da öğreniyorduk.
İşte televizyonların 12 saat boyunca vermemeyi tercih ettikleri hakikat bu kadar çıplak bir hakikatti...
Fakat “devlet gazeteciliği” için hakikat değil, devletin onu nasıl tanımlayacağı ve nasıl sunacağı önemliydi... Bunun için de beklenmeliydi, ta ki devletten “resmî” bir açıklama gelene kadar...
O gece TV haber merkezlerinde “görünmez adam” olmak
Taraf’ın “20 Soru”sundan biri, malum, “Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz” şeklinde formüle edilmiştir. Bu soru bana 28 aralık’ı 29 aralık’a bağlayan o gece sorulmuş olsaydı, önce muhatabımdan iki yeteneğe birden aynı anda sahip olma yönünde bir “torpil” rica eder, ardından da “uçmak ve görünmez olmak” derdim.
Gerçekten de ne kadar çok isterdim o gece haber televizyonu kanallarının birinden öbürüne uçmayı ve oralarda görünmez olmayı... Gece sorumlularının telaşla “en yetkili”leri telefonla aramalarını, onların verdiği cevapları duymayı... “Devlet”ten bir türlü bir açıklama gelmemesi karşısında “hadi ama, hadi artık” diye kıvranmalarını, her geçen dakikada kıvranmalarının daha da dayanılmaz hale gelişini... Ve nihayet Şırnak Valiliği’nin, ardından da Genelkurmay’ın açıklamasıyla birlikte derin bir “oh” çekişlerini izlemeyi... Bütün bunlara şahit olmayı ne kadar çok isterdim.
Uludere olayında anladık ki, Türk basını da “dördüncü kuvvet”tir ama devletin “üç kuvvet”ine payandalık etme anlamında “dördüncü kuvvet”tir...
Demokrasinin değil, devletin “dördüncü kuvvet”idir.
***
‘Bölücü’ bir kuvvet olarak medya
“Türk medyası da büyük bir kahramanlıkla burada yapılan katliamı saklamıştır. Eğer öyle bir acıda ortaklaşmayacaksak, ‘yaşanan acı Kürdün acısıdır’ deniliyorsa, asıl bölücülük şu anda olmuştur.”
Barış ve Demokrasi Partisi Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Uludere olaylarını ele alırken devlete yöneltmediği “bölücülük” suçlamasını medyaya yöneltti ve bence böylece taşı tam gediğine koymuş oldu.
Çünkü Kürtlerdeki “Türklerle birlikte yaşama” iradesini ve arzusunu devletin davranışlarından çok “kardeş Türk halkı”nın davranışları belirliyor.
Kürtleri, devletin attığı taşlardan çok, Türk kardeşlerinin attığı güller yaralıyor. Ve o güllerin sayısı arttıkça, Kürtlerdeki birlikte yaşama arzusu ve iradesi de azalıyor.
Medya, kendisini ne kadar devletin bir parçası olarak görürse görsün, Kürtler onu öyle görmüyor, görmek istemiyor. Böyle olunca da, Kürtler, başlarına büyük bir felaket geldiğinde sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi o medyanın saatlerce sessiz kalışını kardeş Türk halkının sessiz kalışı gibi algılıyorlar haklı olarak.
Devamı da var: Televizyon ekranlarının, felaketin gizlenemez hale gelmesinden sonraki haline bakan Kürtler, manevi olarak kopmazlar da ne yaparlar?
Özlem Yağız, bana (da) gönderdiği mektupta ekranların haline şöyle isyan ediyordu:
“(...) Bu haber üzerine TV’lere baktım, vakit 12:00-13:00 suları. Yani epeyce zaman geçmiş. Görebildiğim sadece BBC’de olay yerinden canlı yayın vardı. Onun dışında TV’lerde şunlar vardı: 1 adet doğru makyaj nasıl yapılır programı... 2 adet moda yarışması programı... 2 adet evlilik programı... Birkaç tane de şarkılı türkülü eğlence programı... Bunların bir kısmı da canlı yayındı. Bu olayın sonucunda birileri hesap verir ya da bir şeyler telafi edilebilir mi bilmiyorum ama asla telafi edilemeyecek şey bu işte. Birileri cenazelerine ağlarken birilerinin de TV’lerde göbek atması ve bu acıyı hiç umursamaması. Yani yitirilen asgari bir edep ve vicdan duygusu. Bu programlar arz talep meselesi ise toplum bunu mu talep ediyor şu saatlerde gerçekten?”
Selahattin Demirtaş haklı. Bu medya hakikaten “bölücü...”
***
NOT. “Ermeniler neden 1915’e takılıp kaldı?” tartışmasına sizlerden çok değerli katkılar geldi. Lütfen devam edin. Önümüzdeki yazılarda konuya döneceğim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT