Devletin demir yumruğu: Muğlalı Paşa
KORUCU TERÖRÜ. Mardin’in Bilge Köyü’nde (Köyün Kürtçe adı bazılarına göre Kertê, bazılarına göre Zanqırt) yaşanan korkunç olayın etkisinden kurtulmak kolay değil. Televizyonlarda, gazetelerde son derece nitelikli analizler yapılıyor. Olayın kaynağı rant mı, husumet mi, cahillik mi, töre mi, feodal düzen mi, koruculuk sistemi mi, terör kültürü mü, yöneticilerin aymazlığı mı, JİTEM’in komplosu mu, bunların bileşimi mi karar vermek için biraz daha vakte ihtiyacımız var ama aşağıda okuyacağınız Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın 30 senelik devlet hizmetinin hikâyesi gösteriyor ki, bu ülkedeki en büyük cinayetleri maalesef, devlet işlemiştir.
DEVLET TERÖRÜ . Vatandaşlarının bir bölümünü düşman gibi gören ve en ağır silahlarla üstüne giden, yeri geldiğinde beynine kurşun sıkan, köylerini ‘devlete düşman’, ‘devlete dost’ diye tasnif eden, ‘dost’ dediklerinin eline en korkunç silahları verip, ‘düşman’ dediklerini taciz ettiren, suçüstü yakalananları ‘tanırım iyi çocuktur’ diye kanadı altına alan bir devletin vatandaşlarının birbirine sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi? Bu korkunç olayın, otoriter devlet yapımızı, askerî ve siyasal kültürümüzü, töremizi, inanç sistemlerimizi samimi şekilde gözden geçirmemize vesile olmasını diliyorum...
Karakol ve Zabitan örgütleri
Kahramanımız Muğlalı Mustafa Bey, Mondros Mütarekesi sonrasında, Karakol, Zabitan, Yavuz gibi İttihatçı direniş örgütlerinde yöneticilik yapmış, ancak bu görevi sırasındaki bazı tedbirsizlikleriyle Ankara’nın tepkisini çekmiş bir Yarbay’dı. (Örneğin Hintli Müslümanların temsilcisi sıfatıyla Ankara’ya gelen ve Mustafa Kemal’e suikast girişimi suçundan idam edilen Mustafa Sagir’in yolculuk belgesinin üzerinde Muğlalı’nın mührü vardı.) 1922’de zaferin kazanılmasından 1929’a kadar Albay rütbesiyle 18, 13, 10, 3, 11 ve 41 Tümen Komutanlıklarını yürüten Muğlalı’nın yıldızı 1927’de, devletin Dersim yöresindeki isyanlardan sorumlu tuttuğu Koçuşağı Aşireti’ne karşı yürütülen ‘Tedip Harekâtı’ ile parladı. ‘Tedip’ terbiye etmek anlamına geliyordu ve devletin terbiyeye soyunduğu Koçuşağı Aşireti, bazı kaynaklara göre 2.500 kişiydi, bazı kaynaklara göre 4 bin kişiydi. Elbette nüfusun büyük bir çoğunluğu yaşlı ve çocuklardan oluşuyordu. Eli silah tutan sayısı ise iyice azdı. Ama nedense koskoca devlet bu küçücük aşiretten çok korkuyordu ve onu ezmek gerektiğine inanıyordu.
Koçuşağı Tedip Harekâtı
Tedip Harekâtı’nın başına devletin raporlarında “cebbar (kudretli), gayur (gayretli) ve bilhassa çok sert bir kumandan” olarak tarif edilen Elazığ ve Havalisi Komutanı Muğlalı Mustafa atandı. Harekâtın icrası için bir piyade alayı, bir bölük, üç kudretli dağ bataryası, altı tayyare ve jandarma ve milislerden oluşan grupları seferber edildi. 6 Eylül 1926’da başlayan harekâtın ikinci günü akşamı, Koçuşağı Aşireti’nin ileri gelenleri teslim bayrağını çekmişlerdi ancak Muğlalı, köylüleri samimi görmeyerek, harekâta devam kararı aldı. İlâve üç tabur ve bir müfreze ile takviye ettiği birlikleri, uçakların desteğinde Koçuşağı Aşireti’nin iflahını kesti. Tam aşirete yataklık ettiği gerekçesiyle Tağar ve Koçulu köyleri yakılmıştı ki, 30 eylülde, Koçuşağı isyancılarından bir grup Mustafa Bey’in Amutka mıntıkasındaki çadırına baskın düzenleme cüretinde bulundu. Bu durum ‘sert kumandan’ın tepesini iyice attırdı ve 30 ekime kadar süren kanlı harekât sonunda, mağaralara sığınmış isyancılar teker teker imha edildiler.
Bicar Tenkil Harekâtı
Kürtleri tepeleme işini gayet başarılı yaptığı görülen Muğlalı’nın yeni görevi 1925’teki Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Murat Suyu yakınlarındaki Bicar bölgesinde toplanarak sağa sola saldırdığı iddia edilen eskiisyancıları imha etmekti. Haziran 1927’de bölgeye gelen Muğlalı’nın emrine verilen kuvvetler 7. Kolordu’dan 63. ve 62. Piyade Alayları (Bir tabur eksik), 40. Süvari Alayı, 7. Seyyar Jandarma Alayı, bir muhabere, bir sıhhiye birliği, 8. Kolordu’dan 12. ve 19. Alay (Bir tabur daha sonra Bingöl’ den getirilmişti), 3. Seyyar Jandarma Alayı ve üç dağ bataryasıydı. Ayrıca devlete sadakatleriyle tanınan Hezanlı Şeyh Selim Efendi Milisleri, Şeyh Selâmet Köyü Milisleri, Bicar Milisleri, Lice Milisleri, Hani Milisleri, Bingöl’den katılan milis grupları, Gökdere Milisleri de kendisine yardımcıydı. Olayları uzun uzun anlatmaya yerimiz yok. Sadece şunu söyleyelim: 3 kasımda resmî adıyla Bicar Tenkil (‘uzaklaştırma’, ‘örnek olarak ceza verme’) Harekâtı’nın bittiği merkeze müjdelendiğinde, 280’den fazla köy yakılmış, iki binden fazla asi kurşuna dizilmişti.
“Menemen Fatihi”
Bu büyük başarısından (!) sonra Mustafa Muğlalı, 1927 yılında tümgeneral rütbesine yükseltildi. 1927 - 1928 yılları arasında 3. Ordu Kurmay Başkanlığı, 1928- 1929 yılları arasında Genelkurmay 2. Başkan Yardımcılığı, 1929- 1931 yılları arasında da 57. Tümen Komutanlığı görevlerini icra etti. Ayrıntısını başka bir hafta anlatacağım, 23 Aralık 1930 tarihli ‘Menemen Olayı’nda, Asteğmen Kubilay’ı (asıl adı Mustafa Fehmi’ydi ama o günlerde moda olan Türkçülük akımının etkisiyle Kubilay adını almıştı) ve iki bekçiyi katledenleri yargılamak üzere kurulan Divan-ı Harb’e Mustafa Kemal tarafından başkan olarak atanan Mustafa Muğlalı, bu olayı da şanına yaraşır şekilde yürüttü. Sıkıyönetim uygulamasının bittiği 8 Mart 1931 tarihine kadarki dönemde 2.200 kişiyi tutukladı, 606 kişiyi yargıladı, aralarında Nakşi Şeyhi Esat Hoca da olmak üzere 28 kişiyi idama mahkûm etti, bu kişileri halka gözdağı vermek için Menemen’in değişik yerlerinde (Hükümet Meydanı, İstasyon, Tuz Pazarı, Bedesten ve Sinema önü gibi) astırdı. İdam edilenler, saatlerce asıldıkları yerde aynı şekilde bırakıldılar böylece Menemen halkının zihninde hiç silinmeyecek bir iz bırakıldı...
Bu olaydan sonra “Menemen Fatihi” olarak adlandırılan Muğlalı, 1931’de korgeneral rütbesine yükselecek, 1931 - 1939 yılları arasında 1.Kolordu Komutanlığı, 1939 - 1943 yılları arasında İstanbul 3. ve 10. Kolordu Komutanlığı yapacaktı. 1942’de orgeneral rütbesine yükseltildikten sonra 1942–1943 yılları arasında Yüksek Askerî Şûra üyeliğine getirilen Muğlalı, 25 Şubat 1943’de 3. Ordu Komutanı oldu ve görev bölgesi olan Van’ın Özalp ilçesinde meydana gelen bir olayla yeniden tarihe geçti.
O gece Çilli Gediği’nde neler oldu?: 33 Kurşun Olayı
1943 yılının temmuz ayında Van’ın Özalp İlçesi’nde yaşanan ‘33 Kurşun Olayı’nın içyüzünü ortaya çıkarmak, henüz tam olarak mümkün olmadı çünkü olayı soruşturan Genelkurmay Askerî Mahkemesi kayıtları araştırmacılara hâlâ açılmadı. Ancak yıllar sonra ortaya çıkan ayrıntıları biraraya getirince, tarihe “33 Kurşun Olayı” diye geçen meşum olayın şöyle geliştiği anlaşılıyor:
1940’ların başlarında, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur. Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter (bazı kaynaklarda Tutar diye geçer) devletin zafiyetlerini yüzünden bir türlü sağlanamayan sınır güvenliğini kendilerine sadık adamlardan oluşturulan çetelere havale etmişlerdi. Ancak, 1943 yılının yaz aylarından birinde, bu çetelerden biri, İran’da yaşayan Milan (Milânengiz veya Milânlar) Aşireti reisi Mehmedi Misto’nun, bazı tanıklara göre 400-500, bazı tanıklara göre ise 1.500 - 2.000 kadar hayvanı kaçırılıp Türkiye’ye getirmişlerdi. Türk istihbarat belgelerinde, dedelerinin Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı Osmanlı Devleti’ne hizmet ettiği, kendisinin de 1943 yılında Türk İstihbaratı için çalışmakta olduğu kayıtlı olan Mehmedi Misto, olay üzerine Özalp Kaymakamı’na bir mektup yazmış ve “Gasbedilen hayvanlarımı bana iyilikle iade ediniz. Ben sizin dostunuzum. Ricamı kabul etmezseniz bu hayvanlarımı aynı usûlle geri alabilirim. Fakat bu takdirde Türk Hükûmeti’nin haysiyeti rencide olur. Buna sebebiyet vermeyiniz” demişti.
Misto Ağa ile devletin bilek güreşi
Kaymakam, bu tehdide kulak asmayınca da olan olmuştu. Mehmedi Misto, 6 Temmuz 1943 tarihinde İran dahilindeki diğer bazı aşiretlerin de yardımıyla sınırı aşıp, Özalp yakınlarındaki otlaklarda otlamakta olan Özalp halkına ait 400 kadar büyük baş hayvanı alıp İran’a dönmüştü. Çetelerle ilişkisinin ortaya çıkmasından korkan Kaymakam, olayı Van Valiliği’ne bir grup Rus askerinin sınır ihlali olarak duyurmuş, Tabur Kumandanı da üstlerine benzer bir rapor verince, Vali, Özalp’te arzuhalcilik yapan Rıfat adlı birinin hazırladığı liste uyarınca (daha sonra bu kişinin ihbar ettiği kişilerle arazi ihtilâfı olduğu anlaşılacaktı) Harapsorik ve Milânengiz aşiretlerinden toplam 40 kişiyi mahkemeye sevk etmişti. Ancak mahkeme bu 40 kişiden sadece beş kişiyi olayla ilgili görmüş, 35 kişiyi salıvermişti. Olay muhtemelen bir şekilde kapanacakken, ‘Devletin Demir Yumruğu’ Mustafa Muğlalı Van’da zuhur etmişti...
Vali’nin evinde karar veriliyor
Yine yıllar sonra devletin resmî raporlarında belirtildiğine göre, 24 temmuzu 25 temmuza bağlayan gece, Tümgeneral Cevat Yalım, Tuğgeneral Rasim Saltuk ve 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı, Van Valisi Hamit Onat’ın evindeki gayrı resmî toplantıda devletin itibarını iki paralık eden Mehmedi Misto’ya haddini bildirmek için Misto’nun adamı olan 35 kişinin öldürülmesine karar vermişlerdi. Ertesi gün, evlere baskın yapılmış, evlerinde bulunan 33 kişi nezarethaneye atılmıştı. Daha sonra, 33 kişiden Mehmedi Misto’nun kızı Zühre serbest bırakıldıktan sonra geriye kalan 32 kişi 30 Temmuz 1943 Cuma günü, sabah saat 03.20’de Şükrü Tüter’in taburuna teslim edilmiş, adamlar elleri arkadan bağlanarak Kutur Deresi Çilli Gediği mevkiine (Kürtlerin deyişiyle ‘Geliye Seyfo’ yani Seyfo Geçidi’ne) götürülmüş, burada kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmüşlerdi.
Evdeki hesap çarşıya uymuyor
Daha doğrusu hepsinin öldüğü sanılmıştı, çünkü bu kişilerden İbrahim Özay adlı biri, olay sırasında ölmemiş, yaralı olarak İran’a kaçmayı başarmıştı. Ardından o sırada Van Cezaevi’nde tutuklu bulunan kardeşi İsmail Özay’a durumu bildirmiş, İsmail Özay, 15 Eylül 1943 tarihinde durumu bir telgrafla Meclis Başkanlığı’na bildirmiş ama Meclis’ten hiç ses çıkmamıştı. Bunun üzerine 20 Aralık 1943’te bir dilekçe ile tekrar başvurmuş, yine ses çıkmamıştı. Olay da böylece kapanmıştı.
DP-CHP çatışması işe yarıyor
Ancak 3 Aralık 1948’de, Çok Partili dönemin yeni partisi Demokrat Parti’nin Eskişehir Milletvekili İsmail Hakkı Çevik, Meclis’te bir soru önergesi vererek, Van’ın Özalp İlçesi’nde 1942 yılında yaşanan olayın nasıl olduğunu sorunca olay yeniden alevlendi. (O sırada olay tarihi tam bilinmiyordu.) Aslında önergede Mustafa Muğlalı’nın adı geçmiyordu ancak, DP bu olayın CHP’yi yıpratmak için iyi bir fırsat olduğunu keşfetmişti. Menemenli Esat Hoca’nın intikamını almak isteyen Nakşiler de perde arkasından bastırınca, 19 Ocak 1949’da Mustafa Muğlalı’nın soruşturulmasına başlandı. Genelkurmay Askerî Mahkemesi 23 Kasım 1949’da verdiği görevsizlik kararıyla Muğlalı’yı tahliye etti. Görevsizlik kararı 9 Ocak 1950’de Askerî Yargıtay’ca bozuldu. Ancak, 2 Mart 1950 tarihinde verilen nihai karara göre, Mustafa Muğlalı önce idama mahkûm oldu, sonra bu ceza yaşı nedeniyle 20 yıl hapse çevrildi. Mustafa Muğlalı ile birlikte 40 duruşma boyunca yargılanan Tümgeneral Rasim Saltuğ, Albay Şükrü Tüter (olay sırasında Binbaşı ve Tabur Komutanı), Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç, Asteğmen Necdet Bilgez ve Seyit Bilâl Bali’nin beraat etmesinin Muğlalı’nın “Ben emir verdim, memur ve subayların bir suçu yoktur” şeklinde ifade vermesi yüzünden olduğu ileri sürüldü.
Muğlalı’nın beklenmedik ölümü
Hüküm Muğlalı tarafından temyiz edildiği sırada mahkemece Mustafa Muğlalı’nın Gülhane Askerî Hastanesi’nde yapılan muayenesinde ileri derecede aklî yetersizlik (bunaklık) tespit edilmiş, Muğlalı’nın tahliyesine karar verilmişti. Muğlalı 27 Eylül 1950 tarihinde tahliye edildi ama konuyu Meclis gündemine getiren DP Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci 33 kişinin ölüm kararını vermekle yargılanan Muğlalı’nın neden dışarıda olduğunu soruyor, eğer deliyse tımarhaneye, aciz ise Darülaceze’ye, sağlam ise hapishaneye gönderilmesini istiyordu. Tam basın olayın üstüne gidiyordu ki, Muğlalı 11 Aralık 1951 yılında, 69 yaşındayken vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi. Vefat nedeniyle dava düştü.
6-7 Eylül’ün intikamı
Ancak dosya bazıları için kapanmamıştı. Olay tarihinde Van’da savcı olan ancak, Muğlalı kendisini Van Valisi’nin evindeki toplantıya davet etmediği Muğlalı’ya gönül koyduğu anlaşılan DP Van Milletvekili Kemal Yörükoğlu, 15 Ağustos 1956’da Meclis’e verdiği bir önergeyle o dönemde görevli olan Milli Savunma ve İçişleri Bakanı’nı ile Genelkurmay Başkanı hakkında soruşturma açılmasını istedi. her şeyi bildiği halde yıllarca susmayı tercih eden Yörükoğlu’nun birden hak ve hukuk yanlısı kesilmesinin nedeni, 6-7 Eylül 1955 yağmasından dolayı CHP tarafından epeyce hırpalanmış olan DP’lilerin misilleme için ‘katil’ Muğlalı ile İsmet İnönü eşleşmesinden siyasi fayda ummalarıydı. Nitekim Meclis bir Tahkikat Komisyonu kurdu. Komisyonun raporu, DP’nin artık popülaritesini kaybetmeye başladığı bir tarihte, 30 Nisan 1958’de açıklandı. Komisyon, olayın gerçek oluş şeklini ortaya çıkarmıştı ancak, Mustafa Muğlalı artık hayatta olmadığı için, bunun çok anlamı yoktu. Öte yandan Yörükoğlu’yla birlikte başka DP’liler de okkanın altına girebileceği için olayın üstü tekrar örtüldü.
Görgü tanıkları konuşuyor
Olaydan tam 31 yıl sonra 7 Mart 1974 tarihli Milliyet gazetesinde, o sırada askerî doktor olarak olay yerinde bulunan Reşit Ersezer’le yapılmış röportaj yayınlandı. Ersezer’e göre, Muğlalı, “bunları öldürün!” derken adamların yüzünü görmek ve haklarında bilgi almak gereği bile duymamıştı. Van’a dönüşte, Vali, Diyarbakır’daki Umûmî Müfettiş Avni Doğan’ı derhal Van’a çağırmış, gece, orduevinde Avni Doğan ile Muğlalı bir köşeye çekilerek gizlice konuşmuşlardı. Daha evvel Muğlalı, Ankara’daki bir şahısla gizli bir telefon konuşması yapmış ve bir aralık yüksek bir sesle Avni Doğan’a “Sen bu işe karışma, ben emri yüksek yerden aldım, icab ederse seni bile yok ederim!” diye bağırmıştı.
İnönü’nün rolü neydi?
Muğlalı’nın Ankara’da görüştüğü kişi kimdi? Bunun cevabını vermek kolay değil ancak İsmet İnönü’nün 1945’te Muğlalı’yı koluna takarak Ezrurum’da ve Van’da gövde gösterisi yaptığı, Muğlalı, yargılanırken avukatı Hamid Şevket İnce’ye (bir ara ırkçılıktan yargılanan Nihat Atsız’ın avukatlığını yapmıştı) “İnönü bana ordu içinden seni seçtim. Şark’taki şekâveti (eşkıyalığı) önle. Senin gibi demir adam oraya giderse o havaliye salâh (barış) gelir, ne yaparsan yap, ben varım arkanda” demişti. Aynı şekilde mahkemede “Bana bu işi yaptırana iki defa yazdım. Cevap bile vermedi” demişti. Gerçekten de Mustafa Muğlalı mahkeme sırasında İnönü’ye iki kez mektup yazmıştı. Bu mektuplar Tahkikat Komisyonu raporuna eklenmediği ve mahkeme kayıtları kapalı olduğundan içeriği bugüne dek öğrenilemedi.
Devletin ‘Muğlalı Psikozu’
Olayın üçüncü aşaması 1980’li yılların ikinci yarısında başladı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da PKK ile çatışmalar başlayınca 12 Eylül darbecisi 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, MİT Müsteşarı Korkut Eken’den bahsederken “Senelerce Muğlalı psikozu herkesin üstüne yapıştı kaldı. Kimse bir şey yapmadı. Ben de Muğlalı olmayayım, diye” demişti. (Aktaran Murat Belge, “Muğlalı, Manisalı, Erzurumlu vb.” Radikal, 17 Mart 2002)
İade-i itibar süreci başlıyor
Ama devletimiz vefasız değildi. 1988’de alınan özel bir kararla Mustafa Muğlalı’nın Edirnekapı Şehitliği’ndeki naaşı, Devlet töreniyle Ankara’daki Devlet Kabristanı’na nakledildi. 1997’de Muğlalı’ya itibarı resmen iade edildi. 1998’de Muğlalı’nın büstü, Harp Akademileri’ndeki “Kahramanlar Geçidi”nde Atatürk, Fevzi Çakmak ve diğer komutanların arasına yerleştirildi.
Yönetici kademelerin yüreklerinin tam olarak soğumadığı gazeteci Güneri Civaoğlu’nun Süleyman Demirel’le olan bir anısında ortaya çıktı. Şöyle yazıyordu Civaoğlu: “... [Demirel] Koltuğunun önündeki alçak çay masasında ve yerlerde 10’larca dosyayı gösterdi. İçlerinden rastgele birini seçerek, ‘Bütün teröristler burada’ dedi. Terör örgütünün adı ve o örgütün hücre evinin adresi sayfanın başına iri harflerle yazılmıştı. Altında hücre evinin bulunduğu apartmanın fotoğrafı vardı. Hangi katta ve hangi daire olduğu pencere camına “x” işaretiyle gösterilmişti. Resmin yanında hücre evinin açık adresi de bunlarda yer alıyordu. Ve hücre liderinin fotoğrafı ile hücre militanlarının fotoğrafları yapıştırılmıştı. İsimleri ve kullandıkları “kod” adları da yazılıydı. Başka dosyalara baktık... Yüzlerce sayfa dolusu isim ve fotoğraf. Demirel dosyaları itti ve anlattı: ‘Bunu yaptırmam çok zor oldu. Bizden önceki iktidar zamanında devletin istihbaratı durmuş ya da devre dışı bırakılmış, istihbarat yoktu. Kırgındılar, güvensizdiler. Onları Devlet’e yeniden kazandırdım. O haftalarda terör her gün 20-30 can alıyordu.’ ‘O halde madem hepsi biliniyor neden toplanmıyorlar’ diye sordum. Demirel’in bamteline basmıştım. ‘Aldırtamıyorum kardeşim!’ Diye öfkeli bir sesle çıkıştı. Bir gecede toplayın diyorum, yasal yetkimiz yok diyorlar. Demirel burada bir süre soluklandı ve ‘Muğlalı Paşa olmak istemiyorlarmış’ diye cevap verdi…” (Güneri Civaoğlu, “Çok Gizli”, Milliyet, 13 Eylül 2005.)
‘Kör gözüm parmağına’ misali
Avni Özgürel de, Radikal gazetesindeki yazısında “Doğuda terör dalgasının olanca şiddetiyle vurmaya devam ettiği dönemde yeterince atak ve kararlı hareket etmedikleri için eleştirilen komutanların, özel tim sorumlularının ‘Yarın ikinci bir Mustafa Muğlalı olmak istemeyiz’ cevaplarını unutmadık. Orgeneral Muğlalı’nın adı o gün bugün Silâhlı Kuvvetler’in subay kadrosunun şuuraltında hâlâ bir simge” demişti. (Avni Özgürel, “33 Kurşun ve Muğlalı Paşa”, Radikal, 16 Mayıs 2004.)
Neyse ki TSK’nın ‘şuuraltı’ 2004’te bir hamle daha yaptı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı “33 Kurşun Olayı’nın yaşandığı Van Özalp’te bulunan Kara Kuvvetleri’ne bağlı sınır taburundaki kışlaya Mustafa Muğlalı adını verdi. Böylece 33 kişinin ölüm emrini verdiği için 1950’de idama mahkûm edilen eski bir asker, bir kahramana dönüştü…Ne mutlu Türküm diyene!
Özet Kaynakça: Dersim: Jandarma Genel Komutanlığı Raporu,Kaynak Yayınları, 1998; H.Neşe Özgen, Van-Özalp Olayı 33 Kurşun Olayı: Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri, TÜSTAV, 2003; Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, Genelkurmay Basımevi, 1972; İsmail Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı, Belge Yayınları, 1989; Barış Ertem, “Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın Asker Kişiliği”, Marmara Üniversitesi’nde 2006 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT