Devlet ve ‘değişim’
Yetmişlerde, Avrupa’da Marksizm hâlâ çok canlı bir düşünce damarıydı. Fransa’da Paulantzas’tan Balibar’a, İngiltere’de Williams’tan Anderson’a, İtalya’da Magri’den Colletti’ye, parlak düşünürler, entelektüel dünyada Marksizm’in prestijini tepelerde tutuyorlardı. Ama bir yandan da, kendi aralarında tartışma halindeydiler. Bir yandan, bu düşünsel özgünlüğü boğmak için elinden geleni ardına koymayan “resmî Marksist ortodoksi” ile, bir yandan Hegel gibi Marksizm’in kaynağı olduğu varsayılan düşünürlerin etkileriyle boğuşuyorlardı. Otuzlarda hapiste ölen Gramsci yeniden keşfedilmişti: Avrupa’da olabilecek sosyalizmde onun teorik payı hararetle tartışılıyordu. Bütün bunların bir parçası olarak “devlet” sorunu da gündemdeydi; “kapitalist devlet” nasıl bir şeydir, nasıl işler, onunla nasıl mücadele edilir vb.
Biz de Birikim dergisinde ve yayınevinde bunları yayımlamıştık. O tartışmalara katılanlardan Ernesto Laclau’nun (uzun süredir İngiltere’de yaşıyor) devletin bir “özne” veya “nesne”den çok, bir “ilişkiler yumağı” olduğunu söylediğini hatırlıyorum.
Ne demek bu? Tabii birçok şey demek; ama öncelikle, ona da “değişmez”, sadece bir tek işlevle tamamlanacak bir araç gözüyle bakmaktan vazgeçmeliyiz, demek. Yani, sonuçta bu da geçen gün ele aldığım “özcülük” anlayışı üstüne bir tartışma. Yani devleti bir şey yapan ve yalnız o şey yapan bir öz yoktur. Siyasî mücadele toplumdaki siyasî ilişkileri değiştirdiği ölçüde, bu değişim “devlet” dediğimiz aygıta da yansır.
Bu bakış, devleti “mutlak bir iyilik” olarak gören Türk sağ düşüncesine (ve onun, örneğin Kemal Tahir varyantına) aykırıdır. Ama, devletin sadece kötülük yapabilen ve başka bir şey yapmayan bir “kötülük aygıtı” olduğunu savunan anarşist özcülüğe de aykırıdır.
Türkiye şu sırada devlet aygıtı üzerinde birtakım işlemler gerçekleştiriyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti birçok bakımdan sanki Hegel’i onaylamak üzere düşünülmüş bir formüldü. Bir imparatorluk devleti olan Osmanlı devletini olumsuzluyor, ama aynı zamanda, onun epeyce bir kısmını içinde barındırmaktan geri kalmıyordu (Hegelci “aufhebung”a pek uygun düşüyordu). Olmayan bir (homojen) ulusun henüz olmayan burjuvazisini oldurmak üzere, o oluncaya kadar ona “vekâleten” işleri çekip çevirmeye hazır olan bürokrasinin eline verilmiş bir araçtı. Araç işlemeye başlayınca o burjuvazi de oluşmaya başladı. Gelgelelim, duruma alışmış, durumun keyfini sürmekten hoşnut olan bürokrasi, bu âleti oluşan bu burjuvaziye devretmek konusunda aceleci, hattâ istekli değildi. Devletin kanatları altında yetişen, tekelci kapitalizmin tekelci burjuvazisine gelince, o da, “Yahu, bu devlet benim için yapılmadı mı?” demekte o kadar hevesli olmadı.
Bu durum da, “amaç aracı meşrulaştırmaz, ama araç amacı değiştirir” diyenlerimizi haklı çıkardı. Toplumsal aygıtların özerk ideolojileri ve canlı varlıklar gibi, “varkalma içgüdüleri” vardır. Böyle işlemeye başlayan devlet aygıtı hemen bu işleyiş biçimini “tarihî” değil de “ezelî ve ebedî” işleyiş haline getirme, toplumu da buna ikna etme seferberliğine girişti. İki gün öncesine kadar da bunu kaydadeğer bir başarıyla sürdürdü.
Ama bu arada Türkiye’de kapitalizm hem yaygınlaştı, hem de derinlemesine kök saldı. Gelişen burjuvazi varolan devlet aygıtının ne kadar arkaik ve anakronik olduğunu anladı. Şimdi bu yapı değişiyor.
Ne olmak üzere? Varolan kapitalizmin devleti olmak üzere. 1) Bu, şüphesiz bir “ilerleme”dir, “rasyonelleşme”dir ve önemli bir “demokratikleşme” dozu içerir. 2) Bunların olmasında bu toplumda kendini öyle ya da böyle solda ilân edenlerin hiçbir payı olmamıştır.
Önümüzdeki günlerde bu iki sonucu açmak üzere konuyu yaymak niyetindeyim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT