Devlet dağdan iniyor
Kürt meselesinin çözümünün PKK’nın dağdan inmesiyle başlayabilecek bir süreç olduğu, haklı olarak çok vurgulandı. Gerçekten de dağa çıkmak silahlı mücadeleyi ima ettiği ölçüde, siyasetin de işlevsiz kalmasıdır. Silahlı mücadelenin bir siyaset biçimi olduğunu sanmak ancak otoriter zihniyet altında mümkün olur, çünkü bu zihniyet ‘konuşmayı’ değil ‘çatışmayı’ temel aldığı için, siyaseti de bizatihi bir önkoşulsuz mücadele gibi görür. Ancak eğer hâkim zihniyet otoriterlik değilse, silahlı mücadele ve dağa çıkma eylemi de siyasetin reddidir ve bir süre sonra kendisi siyasetin dışına düşmeye mahkûmdur. PKK’nın başına gelen de bu ve hayırlı bir gelişme. Çünkü PKK’lıların da siyaset hakları var ve onların da siyaset alanı içinde özgürlüğü tatma şanslarının olması lazım. Bugün Öcalan’ın inisiyatifiyle dağdan inilme sürecine girilmesi, PKK’nın ve Kürt duyarlılığına dayanan milliyetçi akımların siyasete dönmelerini ifade ediyor.
Öte yandan bu dağa çıkma ve silahlı direnme eylemi bir siyasi tercih olarak adlandırılmaya müsait değildi. Kürtlerin Cumhuriyet’in başından bu yana muhatap oldukları baskı ve zulüm, 1980 sonrasında insanlık dışı boyutlara varmıştı. Diğer bir deyişle Kürtlere siyaset içinde bir özgürlük alanı kalmamıştı... Onlar da özgür olmak için dağa çıktılar. Özgürlüğün insan olma halini yaşamanın en temel önkoşullarından biri olduğunu düşünürseniz, PKK’ya katılanların ‘insan’ olmak için bu adımı attıklarını da anlarsınız.
Bu nedenle bugün dağdan gelenler ‘pişman’ oldukları için dönmüyorlar. Onlar burada mecburen yaşamaktan pişman oldukları için dağa çıkmışlardı ve eğer burası değişmeseydi geri gelmeye de niyetleri yoktu. Dolayısıyla ‘pişmanlık yasası’ diye bilinen yasa en hafif tabirle siyasi akıl ve edep eksikliğinden muzdarip. Durumu yanlış değerlendirmekle kalmıyor, bunu bir devlet kibrinin uzantısı haline getiriyor. Bu nedenle dağdan inenlerin pişman olmadıklarını, bu eylemi siyasi kararla yaptıklarını söylemeleri hem doğru, hem de önümüzdeki dönemde siyaset alanının yeniden inşasında sağlam bir başlangıç noktası.
Devlet ise bu alanı ancak ‘hile-i şeriyenin’ ötesine giderek aşabildi. Osmanlı sisteminde yapılanı hukuka uydurmak üzere yasaların esnetilmesine verilen bu tabir, Kürt meselesinin geldiği noktada uygulanabilir olmaktan çıktı. Yasaları esnetmek değil, onları yok saymak zorundasınız. Çünkü bu yasalar ve onun dayandığı hukuk anlayışı demokratik değil. Oysa barışçıl bir geleceği ancak demokrasi içinde kurma şansınız var. Kısaca söylemek gerekirse, Cumhuriyet rejiminin hukuku barışçıl değildi ve zaten hiçbir zaman demokrasiye uygun olmadı. Bu hukuk otoriter zihniyetin uzantısıydı... Nitekim Cumhuriyet de aynı zihniyetin içinde şekillenmişti. Dolayısıyla da Cumhuriyet demokrasiyi hazmedemediği için, siyasetin de özgürce yaşanabilmesine olanak tanımadı. Bugün dağdan inmekte olan PKK’lılar aslında Cumhuriyet’in dağa gitmek zorunda bıraktığı vatandaşlardı.
Bugün devlet Cumhuriyet hukukunu yok saymak zorunda kalıyor, çünkü o hukuk özgürlüğe de, insan olabilmeye de izin vermiyor. Bu yok sayma hali aslında kimin pişman olduğunu da ortaya koyuyor. Asıl pişman olan devletin kendisidir... Devlet kendisi için zımni bir pişmanlık yasası çıkarmış ve uygulamaya koymuş durumda.
Devletin bu dönüşü niçin yaptığına ilişkin birçok mülahaza yapılabilir. Küreselleşmeden insan hakları kültürüne, enerji hatlarından yeni bir barış havzası arayışına uzanan argümanlar sunulabilir. Daha derine gidenler Türkiye’de muhafazakâr dindar kesimin son yirmi yıldaki zihniyet dönüşümünden ve bu kimliğin siyaseti yeniden yapılandırmasından söz edebilirler. Ama açık olan bir gerçek var: Devlet kendi kuruluş zihniyetine artık sığmıyor ve geleceğin hiçbir zaman geçmiş gibi olamayacağını idrak ediyor. Siyaseti engelleyerek, siyaset talebini bastırarak, zorla ve bilerek rejim düşmanı üreterek rejimi sürdürmenin akıl dışı olduğunu görüyor. Devlet bu rejimi biraz fazla sürdürdüğünün farkında... Açıkça itiraf etmeyi gururuna yediremiyor ama devlet pişman...
Eğer devlet siyaseti mümkün kılsaydı Kürt meselesi şimdiye kadar çok daha barışçı bir mecraya girmiş ve bugünkü konjonktürle şu anda Türkiye bütünlüğünü yeniden sağlamış olurdu. Ne var ki siyasete izin verilmedi, çünkü bu devlet bizatihi siyaseti hiçbir zaman hazmetmedi, ondan hoşlanmadı, siyaseti ve dolayısıyla toplumu bir tehdit olarak algıladı. Aslında dağa çıkmış olan devletin kendisiydi... Şimdi geri dönen de PKK’lılar değil, devletin kendisi.
***
Geçen pazar haftanın kişisini verecek yerimiz kalmamıştı. Bu hafta içimden gelmese de Ahmet Davutoğlu’nu buraya almak durumundayım. İçimden gelmiyor, çünkü Davutoğlu ile aramda bir benzeşme, bir yakınlık, bir ortaklık hissediyorum. Davutoğlu’nun bir entelektüel olarak yıpranmasına gönlüm razı değil. Ama o artık bu devletin dışişleri bakanı... Rejimi değiştirme çabası sürerken, aynı rejimin milliyetçi jargonunu delmeme gayreti de devam ediyor.
Azerbaycan’la olan ‘bayrak krizinin’ ardından bu ülkeye yaptığı seyahat sırasında “benim hemşerim bu topraklarda şehit olmuş.. gerekiyorsa 72 milyon Anadolu halkı bugün Azerbaycan’da ölmeye hazırdır” demiş. Eğer topraklar şehitle ölçülseydi bugün Anadolu kimlere kalırdı konusuna girmeyelim, Anadolu halkının kaba bir hamasete kurban verilme arzusuna da değinmeyelim, ama bir entelektüelin avucumuzdan kayıp gitmesine üzülmemek elde değil. Yoksa geriye sadece bir ‘eski rejim siyasetçisi’ mi kalacak? Türkiye’de yüzlerce caddeye Haydar Aliyev adının verildiğini, onlarca Haydar Aliyev büstünün bulunduğunu ve bunun ‘sonsuza dek böyle süreceğini’ bir marifet gibi söylemekten sıkılmayan biri... Sıradan biri.
***
Günün haberi Albay Dursun Çiçek imzalı ‘irtica ile mücadele eylem planı’nın orijinal belgesinin savcılığa ulaşması. Uzun söze gerek yok... Başbuğ istifa etmeli. O değilse kim? Şimdi değilse ne zaman?
TARAF
YAZIYA YORUM KAT