Dersim’in Kayıp Kızları ve Necip Fazıl
"Dersim’in Kayıp Kızları" kitabında yakın tarihin zulümlerinden birine dair önemli tanıklıklar yer alıyor.
Asım Öz, Dersim katliamında sonra ailelerinden koparılan çocukların tanıklıkları üzerinden Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın kaleme aldığı “Dersim’in Kayıp Kızları – Tertele Çenequ” adlı kitabı değerlendirdi:
Dersim’in Kayıp Kızları, Necip Fazıl ve Sekine Evren
Asım Öz / Dünya Bülteni Kültür Servisi
Dersim katliamının politik gündemin önemli başlığı haline gelişinden bu yana pek çok kitap yayımlandı. Eskiden yayımlanan bazı kitaplar tekrar hatırlandı. Hatırlama siyaseti ile Tek Parti devrinin zulüm uygulamaları açık bir şekilde ortaya konuldu. Dersim tartışmalarının başlamasında ve devam etmesinde önemli bir yer tutan araştırma şimdi; Dersim'in Kayıp Kızları-"Tertele Çeneku" adıyla yayımlandı. Kitap baştan sona Dersim 38 Katliamı'nda ailelerinden zorla koparılan Dersimli çocukların uzun hikâyesini anlatıyor.
1937/1938 "Tunceli Harekâtı"ndan sonra çok sayıda kız çocuk ailelerinden alındı – kimisi zaten anne babasız kalmıştı. Yatılı okullara verildiler, bazıları da subaylara veya bürokratlara evlatlık olarak teslim edildi. Aslında 1926'dan 1950'ye kadar değişen yoğunluklarla süren bu uygulama, Dersim kırımının vahim cephelerinden birini oluşturur. Zaten, erkeklerin katledilmesi veya sürülmesi, kadınların mağaralara doldurulması, çocuklarını suya atan anneler ve insanın yüreğini sızlatan pek çok uygulama bu vahameti yeterince ortaya koymakta.
Yönetmen Nezahat Gündoğan ve Yapımcı Kazım Gündoğan, 2010 yılında "İki Tutam Saç – Dersim'in Kayıp Kızları" belgeseliyle, ailelerinden alınıp evlatlık verilen Dersimli kızların izini sürmüş ve tarihin karanlık odasında kalmış o kızları gün yüzüne çıkarmışlardı. Konu hakkında hazırladıkları Dersim'in Kayıp Kızları adlı kitapta ise, yüzü aşkın 'vaka' yer alıyor: Ailesinden, kökünden koparılmış insanların çile dolu hikâyelerinden parçalar... Annelerin çocuklarından, hatta bazen kendilerinden sakladıkları sırların hikâyeleri bu kitap. Katliam sonrasında sokaktaki çocukların yurt gibi yerlere toplanması ve oraya gelen varlıklı ailelerin evinde çalıştırıp iş yapacaklarına inandıkları kişileri seçip götürmeleri, kızların mutlaka " keloğlan gibi" tıraş edilmesi ardından Anadolu'ya dağıtılması yaşananların ağırlığını gösteriyor.
Ailelerini arayan ve aileleri tarafından aranan o kızları ve unutulmaya yüz tutmuş gerçekleri gözler önüne seren Gündoğan'lar beş yıllık araştırmayla pek çok belge ve bilgiyi okuyucuya sunuyorlar. Bu kitapla; 1937-38 Dersim katliamında asimilasyon amacıyla zorla ailelerinden alınarak rütbeli askerlere ve eşrafa pay edilen kızların öyküleri ve o yıllara dair karanlıkta kalan tarihsel ve toplumsal gerçeklerle yüzleşilmesi amaçlanıyor. Fakat kitapta yer alan önsöz yazısında Tek Parti yıllarında yapılan uygulamaların aynı zamanda "Sünnileştirme" şeklinde anlamlandırılması bir başka zulme de kapı açıyor. Mesele bir başka belagate kurban edilme tehlikesi altında tartışılıyor. Dersim sorununu yeniden anlamlandırırken doğrudan doğruya Türkiye'nin Tek Parti devrinde uygulanan ulusal kimlik inşası deneyimindeki zulüm ile yüzleşmek yerine, "Sünnileştirme" söylemi üzerinden başka hesaplar da görülmeye çalışılıyor sanki! "Sünni'ydi ama.." diye başlayan cümlelerin ortaya koyduğu söylemin aynı zamanda Alevi-Sünni eksenli tarihsel ve sosyolojik kutuplaşmayı derinleştirmenin ötesine geçmesi mümkün mü,sorusu ister istemez akla geliyor. Amacım inşa edilen anlatımın röntgenini çekmek, yoksa kimseyi kötülemek veya aklamak değil. Kuşkusuz, ileride, bu tür öznel anlatımların kusurlarına eğilen çalışmalar yapılırsa bahsettiğim konular daha iyi fark edilecektir. Dolayısıyla şu hayati sorunun cevabını bulmaya çalışmak önemli: "Tarafsızlık iddiasında bulunmadan, acıları çoğaltmadan, kısaca kendimizi kandırmadan, toplumsal belleği nasıl oluşturabiliriz?"
Bu konularda "Anlamak hatırlamaktan daha önemlidir," yaklaşımından hareket etmeyi önemli bulduğumu belirtmeliyim. Neresinden bakılırsa bakılsın Dersim katliamı özünde Kemalist modernleşme anlayışının bir göstergesidir. Bu modernleşme anlayışının temel uğraklarından birisi, toplumu medenileştirmek, ıslah ve terbiye etmek, yeniden biçimlendirilen ve tabi kılınmış bedenler üretmek olmuştur. Fakat bu modernleştirme güzergâhını aynı zamanda Sünnileş(tir)me şeklinde anlamlandırma girişimi İstiklal Mahkemeleri, Türkçe ezan, şapka inkılâbı, camilerin kapatılması ve daha pek çok zulüm göz önünde bulundurulduğunda bütünüyle anlamsızlaşmaktadır. Öte yandan zulme uğrayanların bir kısmının anlatımları ile yayına hazırlayanların bakış açısı/anlam ufku farkı üzerinde dikkatle durulması gerektiği kanaatindeyim.
NECİP FAZIL'IN YAZDIĞI DERSİM KATLİAMI
Fecire Buke "Geçmişin acı tatlı şeyleri var, eşelersen çıkıyor" diyordu. Hakikaten kitaptaki anlatımların biraz eşelendiğinde çok farklı bakış açılarına imkân sunacak nitelikte olduğu görülecektir. Sözgelimi eski kuşağın/nesillerin anlatımlarında karşımıza çıkan inanç dünyası yeni kuşakların dünyasında yok. Bir bilinç farklılaşması hemen göze çarpıyor. Ben bunların dışında iki konuyu "eşelemeye" çalışacağım. İlki Necip Fazıl hakkında.
1938'in çok önemli tanık ve mağdurlarından Hayri Koç'un anlatımları Necip Fazıl'ın Dersim Katliamı hakkında yazdıklarının kaynaklarına, öncülüğüne ve cesaretine ışık tutuyor. Bilindiği üzere Necip Fazıl'ın Son Devrin Din Mazlumları kitabında bu katliama değinir. Dersim Katliamı Necip Fazıl için, "En aşağı 50.000 Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından" önemlidir. Katliamının sorumlularının "dayandığı tek sebep de bir takım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslamî rengidir".
Büyük Doğu dergisinden yola çıkarak Dersim katliamından birazcık daha bahsetmek istiyorum. Çoğu kimsenin klişelerin arkasına saklanarak konuşmasından duyduğum rahatsızlığın da payı var bunda. Amacım, Dersim katliamını anlamadığımdan veya Necip Fazıl'ın bu yazılarında yer alan Türklükle alakalı yaklaşımlarını "tevil etmek" değil, yanlış bilinen bazı konuları ortaya koymak. Bu yüzden metinlerin yazıldıkları tarihsel iklimin havasını dikkate almak gerekir. Necip Fazıl, Büyük Doğu'da Kemalizm'in Anadolu'yu teslim aldıktan sonra, yıldırmak amacıyla Dersim'i "poligon" olarak kullandığını ve bu poligonun hedefleri içine, hamile kadınlardan, ağzı süt kokan çocuklara kadar en aziz eşyayı merhametsizce dâhil ederek on binlerce cana kıymaktan geri kalmadığını belirttikten sonra şöyle devam eder: "Böylece İnkılâp, muhtaç olduğu kanı teessüs ettikten ve esasen hiçbir aksülâmele imkân kalmadıktan sonra nehirler dolusu akıtmakla, hakiki gaye ve maksadının iç yüzünü belli etmiştir. Bu gaye ve maksat, muhafazakâr farz edilen bir sahanın bu ruha yataklık etmesine, üstüne kezzap dökerek mâni olmaktır ki, bu ölçünün altında, şahısları tedip ve tenkil etmek değil, mukaddesatı ezmek gibi bir kast ve niyet taşıdığı apaçıktır." Dersimlilerin sürgünde bile yakın köylerdeki Dersim sürgünleriyle görüşmelerinin yasaklanmış olması meselenin boyutlarını anlamak bakımından dikkate değer bir ayrıntıdır.
Şu husus sanırım Necip Fazıl'ın yazdıklarını daha önemli kılmaktadır: Necip Fazıl, katliam sırasında Celal Bayar'ın başvekil, Fevzi Çakmak'ın Genelkurmay Başkanı olduğuna dikkat çekmesi bakımından son yıllardaki "muhafazakâr sağcılıktan" da kısmen ayrılmaktadır. Büyük Doğu dergisinin 10 Şubat 1950 tarihli sayısında Necip Fazıl "Dedektif X Bir" müstearıyla kaleme aldığı "Doğu Faciası-Netice" yazısının son kısmında şunları yazmaktadır: " Bugünkü sahte hak ve hürriyet kahramanlarının bilfiil başında bulunduğu ve en büyük mesuliyet hissesini taşıdığı Dersim Faciası, yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son yirmibeş senelik ruhî izmihlâlinin 1 numaralı müessiri; 2nci ve 3 üncü numaralılar da şanlı demokrat Celâl Bayar ile, maalesef görünüşüyle içi ve mazisi birbirine uymıyan Mareşal Fevzi Çakmaktır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez." Hâsılı Necip Fazıl katliamı sadece soyut bir CHP karşıtlığı içinde anlamlandırmaz, dönemin siyasi ve askeri erkânına da dikkat çekmeye çalışır.
Tekrar Hayri Koç'a gelecek olursak, Koç yaşadıklarını anlatırken, sadece bireysel acılarını ortaya koymakla yetinmemiş. Aynı zamanda toplumsal ve tarihsel sorumluluk bilinciyle hareket etmiş. Çünkü o ömrü boyunca Dersim Katliamı'nı ve sonrasında yaşanan acıları gün yüzüne çıkarmak için mücadele etmiş bir isim. Koç, 1938'de sürgüne gönderilmiş ve yirmi beş yıl sonra memleketine dönebilmiş. Katliam sırasında gördüklerini, saklanarak kaçışını, dağlarda yaşamanın güçlüklerini, teslim oluşunu ve Afyon'a gönderilişini anlattığı satırların mutlaka okunması lazım. Koç, yıllar sonra mahkemeye başvurarak, ailesine neden bunların yapıldığını, sülalesinin neden katledildiğini öğrenmek istediğini ama olayın zaman aşımına uğradığı gerekçe gösterilerek başvurusunun reddedildiğini de anlatıyor. 1938'de Dersime yapılan harekâtı meşru göstermek için isyan denildiğini anlatan Koç şöyle devam ediyor : "38 için bir "isyan" dediler. "İsyan" diye bir şey yoktu. Bir harekâtı meşru göstermek için "isyan" dediler, isyanın da mutlaka bir lideri olacak... Dersim'de "isyan" olmuş yani onlar yarattı. Herkes fakir fukaraydı. Eğer isyan olsaydı insanlar silahlarını hazırlardı. Önce ağaları topladılar, halka dediler ki, "Sizi ağalardan kurtaracağız."Önce ağaları öldürdüler, on gün sonrada halkı öldürmeye başladılar. Niçin peki Karabal aşireti silaha sarılmadı. Hepsini evlerinde katlettiler, sebep ne?"
Hayri Koç, bildiklerini, bütün hakikatleri Necip Fazıl'a da iletmiş. O da bunları hiç çekinmeden yazmış. Koç bu süreci şu şekilde anlatıyor: " O yıllarda Necip Fazıl Kısakürek'e gönderdiğim her şeyi yazdı. "Dersim Katliamı," diye bir şey yazdı. Necip Fazıl, bu durum adil bir mahkemede yargılanırsa sorumluların idam edilmesi lazım geldiğini yazmıştı. Örneğin hamile kadının öldürülmesi gibi pek çok şeyi göndermiştim. O hepsini yazmıştı. Ondan başka yazan da yoktu. 1950 yılında Haydar Kankotan vasıtasıyla Necip Fazıl'la ilişki kurdum. Ben Haydar Kankotan'a gönderiyordum, o da ona iletiyordu. Haydar Kankotan memurdu, askeriyeden ayrılmıştı.... Daha sonra memurluk yaptı. Ben bütün hakikatleri yazıp gönderiyordum. Bunların hepsi yaşanmış gerçeklerdi. Kimse de tekzip etmedi. Benim amacım hayatta iken bu meselenin hakikatlerini söylemek... İnsanları suskun bir ülkede yaşıyoruz. Onun için böyle yanlış şeylerin olmamasını isteriz."
SEKİNE EVREN DERSİM'İN KAYIP KIZLARINDAN MI?
Hayri Koç'un anlattığı bir diğer önemli olay Kenan Evren'in eşi Sekine Evren'le ilgili. Sekine Evren'in yakın akrabası, amcasının torunu olduğunu ifade eden Koç, katliamdan kurtulan Sekine'nin bir subay tarafından Manisa'nın Alaşehir ilçesine götürüldüğünü ve orada bir tüccara evlatlık verildiğini anlatıyor. Onu yıllarca çok aradıklarını ama bulamadıklarını belirttikten sonra şu iddiayı gündeme getiriyor: "Ben iddia ediyorum, Kenan Evren'in eşi Sekine Evren benim amcamın torunu Sekine'dir. Ben gazetede fotoğrafını görür görmez hemen tanıdım. Araştırılsın ortaya çıkacaktır. Ama bunlar ortaya çıkacak... Sekine her şeyi bilirdi. Tabii ki, Cumhurbaşkanı karısı, bir darbe liderinin karısı olan bir kişi bunları açıklamaz.
Ali Aziz bunu çok araştırdı. Bir yerden bir şeyler oldu, aramayı bıraktı. Bize de bir şey açıklamadı. Şimdi Kenan Evren çıksın açıklasın. O açıklamıyorsa kızları açıklasın. Biz sadece Sekine'nin akıbetini öğrenmek istiyoruz. Bu bizim hakkımız. Bu konuda vicdan sahibi her insan bize yardımcı olsun. Sekine'nin kızı Gülay, annesi öldüğü zaman bir gazetede "ben Tuncelilerin yeğeniyim." Bunu sonradan söylediler. Kızlar bizlere çok benziyor.
Ayrıca Sekine Hanım'ın Alevi inancına göre yaşadığını Kenan Evren de söylüyor ve bunu herkes biliyor. Neden gizliyorlar anlamıyorum?"
Kitapta Hayri Koç'un dışında Ali Aziz'in eşi Rukiye Kankotan ve Veli Saltık'ın Sekine Evren'in Dersimin Kayıp Kızları'ndan olduğuna dair anlatımları var. Veli Saltık şunları anlatıyor: "Hozat'ta Sekine diye bir kızın kayıp olduğunu söylediler. Bu kayıp Sekine Ağzunik köyünden... Binbaşı götürüyor. Ben öğretmen okulundaydım. 1966-67 yıllarıydı. Hozat'ta Jandarma Alay Komutanı Muhsin Ataer vardı. O, babamın amcasının oğluydu. Bir gün konuşurlarken babama, "Ağzunikli bir kız benim arkadaşım Kenan Evren'in hanımı, adı Sekine," dedi. Ben bizzat dinledim. Hasan Konak Sekine'nin akrabası olur. Bir ara araştırmaya çalıştı. Fakat devam etmedi. Muhsin Ataer, 1968 yılında Bolu'ya tayin edildi. Emekli oldu..."
Sekine (Muslu) Evren'in Dersimli olduğuna ilişkin söylentiler ölümünden sonra daha çok yaygınlaştığını belirten Dersim'in Kayıp Kızları kitabının yazarları konu hakkındaki değişik iddiaları, farklı kanallardan araştırdıklarını ve bazı soru işaretleri ile karşılaştıklarını ifade ediyorlar. Sekine Evren'in 1922 doğumlu olmasının Hayri Koç'un anlatımlarını doğruladığını fakat, Sekine (Muslu) Evren'in nüfus kaydının 1922 değil, 1926'da tescil edilmiş olmasının garip olduğunu çünkü o zaman altı aylık olan kardeşi Zehniye'nin tescil edilmediğinin altını çiziyorlar. Dersim'den koparılan kızların kimlik bilgilerinin tahrif edilmiş pek çok örneği olduğu için Sekine Evren'in kimlik bilgilerinin tahrif edilmemesi için herhangi bir engel olmadığı da ortada. Şöyle bir durum da var: Dersimli kızların evlatlık olduğu anlaşıldığında, bu kızlarla evlenmek isteyenlerin bir kısmı vazgeçiyor evlenmekten. Şayet, Genelkurmay'da en önemli bir konuma gelen Kenan Evren, Dersim evlatlığı bir kızla evlendiğini bilmiyorsa bu kimlik bilgilerinin iyice gizlenmesinden/tahrif edilmesinden kaynaklanmış olabilir.
Alaşehirli bir bağcının en büyük kızı olarak bilinen Sekine Evren'in Dersimli olabileceğine ilişkin bazı anlatımlar Kenan Evren'in Zorlu Yıllarım adlı anı kitabında da yer alır. Kenan Evren karısını şöyle anlatır bu anı kitabında: "Rahmetlinin bazı inançları vardı. Daha evvel yazdığım gibi, namaz kılmazdı, yobaz tarafı yoktu ama bazı inançları vardı. Mesela çamaşır yıkayacağı zaman haftanın günlerinden çarşamba mı, perşembe mi tam bilemediğim bir günde çamaşır yıkamazdı. El tırnakları ile ayak tırnaklarını aynı günde kesmez, bize de kestirmezdi." Kenan Evren'in anılarında anlattığı bu davranışların Dersimlilerin inanç ritüellerinden olduğunu belirten yazarlar, Alaşehir'de bulunan dönemin ilk ve tek ilkokulu olan Beşeykül İlkokulu'nda Sekine Muslu Evren'e ait kayıtların bulunamamış olmasını da sorunsallaştırıyorlar. Bağcı ve hali vakti yerinde olan bir ailenin kızlarının okulda kayıtlarının bulunmayışı hayli düşündürücü olması bir yana Sekine Hanım'ın kızlarının anneleri için "Çileli yaşamı vardı" demeleri başka soruları gündeme getirmektedir.
Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul'un yazdıkları Bay Pipo adlı kitapta yer alan bilgiye göre TKP üyesi olduğu gerekçesiyle aranan Maksut Göksu ile Miray Evren'in evlenme planlarına Kenan Evren'in MİT'te önemli bir konumda bulunan kızı Şenay ve damadı Erkan Gürvit, Göksu'nun Alevi ve Komünist olmasından dolayı karşı çıkmıştır. Ancak Sekine Hanım kızına destek vererek Göksu'nun evlerine damat olarak gelmesini sağlar.
Her biri farklı kaynaklardan gelen bu bilgiler birleştirildiğinde ortaya ilginç bir Sekine Evren portresi çıkmaktadır. Yani Sekine Evren'in Dersimli Sekine Kankotan olma ihtimali güçleniyor. Bu konuda Sekine Evren'in yakınlarının özellikle de kızlarının yapacağı açıklamalar, aktaracakları bilgiler hem Sekine Evren'in "bazı inançları" nın hem de daha önemlisi "çileli yaşamının" sebepleri konusunun anlaşılmasını sağlayacaktır.
Katliamın tanıklarının hâlâ karanlık çöktüğünde korktuklarını, uçak sesinden tedirgin olduklarını ifade etmeleri yaşadıkları trajedinin boyutlarını gözler önüne seriyor. Hâsılıkelâm onların hayatları acıdan da acı... Dersim'in Kayıp Kızları-"Tertele Çeneku" çalışma bu konulardaki pek çok kişisel hikâyeyi bir araya getirmesinden dolayı çok önemli bir tarihi belge niteliği taşıyor.
Nezahat Gündoğan - Kazım Gündoğan, Dersim'in Kayıp Kızları- "Tertele Çeneku", İletişim Yayınları, 2012, 608 sayfa.
HABERE YORUM KAT