Dersim'in kayıp kızları
Dersim'in kayıp kızları bir sabah yurtlarından sürüldüler. Dolduruldukları vagonlar gurbet karasıydı. Bilmedikleri, hiç bilemeyecekleri vadilerden geçiyorlardı.
Askerlerin arasında vagonlara istiflenmeden önce, saçları kazındı. Zaten sökük olan elbiseleri üzerlerinden çıkarıldı. Başka bir hayata gidiyorlardı. Kendilerinin olmayan bir hayata.
'Ayaklarımın ölçüsünü aldılar' derken ayaklarına bakan yaşlı bir kadın, hiç büyümemiş gözleriyle gurbete ağlıyor. 'Gitseydim bulurdum' diyor. 'Merge Sor, vadiler, dağlar, hepsi aklımda. Hiç çıkmadı ki...'
Bir kimsen var mı diye soranlara 'hiç olmadı' diyen kızlar onlar. Yerin yüreğinden çıkmış kızlar.
'Sanıyordum ki, yer yarıldı, yerin içinden çıktım, bir anne-babam olsaydı bulmaz mıydı beni bunca zaman.'
Ayakları bir kâğıdın kalıbıyla tartan medeniyet, kızların saçlarını kazıttığında geride kalan kıvırcık zülüfler değildir sadece. Geçmiş kalmıştı. Tarihin kuyusunda kararan geçmiş. Kara bir katarda, askerlerin arasında, medeniyete doğru yol alan küçük kız, bir hatırlama abidesi gibi, geçmişe ağlıyor.
'Nasıl unuturum?' diyor. 'Mağaraların içine doldurulan o insanlar benim kardeşim, annem, babam. Fare gibi zehirlenirken onlar nasıl... Erkek kardeşim belki de sulara atmıştır kendini. Kahrından boğulmuştur.'
Kızıl dağlar hasret içinde yanarken kızlar uzaklaşmıştı. Seyit Rıza oğlu için 'o bu dağların anahtarıydı' der ya. O dağların bütün anahtarları çalınmıştı. Bütün evlatlar köklerinden koparılmıştı. Seyit Rıza giden kızların katarlarını görseydi ağlar mıydı? Saçları kazıtılmış, ayakları yara içinde medeniyet yolcularını görseydi...
Cumhuriyetin büyütemediği kızlar onlar. Saçları annelerinin göğsünde muska olan kızlar. Seksen yaşında da olsa dönüşe ait bir işaret, göğüste taşınan bir tutam saç. Ya dönerlerse bir gün. Allah'tan umut kesilmez...
'Ölürsem bir gün, şu toprağı serpin yüzüme. Hasretim dinmez ya dinmiş sayın...'
Siyah vagonlar batıya doğru giderken masumiyeti de çaldılar doğadan. Doğanın hakkı, dağların ve ormanın hakkı yüreklerde acıydı. 'Ne yapayım, daha çocuğum, küçüğüm, kendimi öldürsem kurtulur muydum?'
Bugün seksen yaşında, geçmişi anlatırken aklı çatılarda kalan o küçük kız. Ev içlerine sığmayıp ölümü düşünen, hiç büyümemiş küçük bir kız. Geçmişin çağrısı hâlâ taze. Uyku bir yüzyıl sürmüş. Dersim'in kayıp kızları bütün kayıpları hatırlatan hakikatleriyle karşımızdalar. İlk kez konuşuyorlar. Kayıp nedir, bir yerden olmak nedir anlatıyorlar.
İnsan bir yerde yaratılmakla, bir tanıklığı üstlenir. Hayatımızın yüküdür o tanıklık. Dersim'in kayıp kızları, silinen geçmişi bir muska gibi yüreklerinde taşımakla, o hak nasıl ödenir gösteriyorlar. Olanı anlatıyorlar. Zulmün tarihini, 'zulüm' demeden anlatmayı başarıyorlar.
Nezahat Gündoğan bir hikâyenin peşinden gitmiş. Saklanan hatıraların kıymetini fark etmiş. Bir tutam saçın geçmişi nasıl çağırdığını, küçük bir hatıranın acıya katlanmak için nasıl güç verdiğini. Kadınların ellerinde tekrarlanan jestler hep toprağa işaret eder. Soyu gösteren bir harita gibi toprağı gösterir.
Dersim'in kayıp kızları artık kayıp değil.Çünkü dağlar var. Dağların terk etmeyen hafızası var. Kalp var zulümden önce. Ve unutmadan çok önce, Allah'ın hükmü, kulun hakkı var. Hakkın dönüp boyunları vurduğu mahşer var ve de. Dersim'in kayıp kızları bir mahşer atlası olan yüz çizgileriyle bize bakıyorlar.
Dehşet görmüş gözler sonuna kadar açık.
Ama kayıp eski kayıp değil. Nezahat Gündoğan ve ekibi, Dersim harekâtı sırasında zorla ailelerinden alınıp yüksek rütbeli asker ailelerine verilen kızların izini sürmekle bir ilke imza atıyor. Üzeri açılmadık öyle çok acı var ki bu topraklarda. Ve acıların yarattığı öyle çok korku. Acının verdiği korkudan bizi ancak ortak bir yas koruyabilir.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT